AKP iktidarı ve Recep Tayyip Erdoğan kendisi ve ailesi hakkında iddia edilen her şey doğru olabilir. Belki gün gelir, bu iddaların doğruluğuna sadece toplumun bir kısmı değil, tümü kani olur, iddialar adil bir mahkeme önünde görüşülür. Belki Recep Tayyip Erdoğan –hayır, Adnan Menderes gibi değil– Tansu Çiller gibi gider.
Fakat AKP iktidarı, Türkiye’de devlet bir ganimetmiş gibi davranan, hükümete verilen siyasal vekâleti talan yetkisi olarak gören ilk iktidar değil. Yakın zamana kadar dillerden düşmeyen şu laf bunun en bariz göstergesi: “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar.” Ayakkabı kutuları ve babacıklar, bu lafın tarihe karışması anlamına gelmiyor. İktidarın ne kadar büyük meşrutiyet kaybına uğradığı ortada; Başbakan’ın, ciddi ciddi “robot lobisinden” söz etmesi, gerçekten zor durumda kaldıklarının herhalde en trajik-komik göstergesidir.
Bu sözün gösterdiği bir şey daha var: İktidar da, muhalefet de yolsuzluk mücadelesini bir şekilde Gezi isyanın devamı olarak algılamakta. Bir yanda, “faiz lobisinden” “robot lobisine” uzanan bir yola işaret ediliyor. Öte yanda “Her yer Taksim”, “Her yer rüşvet, her yolsuzluk”a dönüştü. Ancak gerçekten biri diğerinin devamı mı? Daha önemlisi: Yolsuzluğa karşı toplumsal tepki, demokratikleşmeye zemin hazırlayabilir mi?Buna net bir cevap vermek, ilk bakışta görüldüğü kadar kolay olmayabilir. Gezi, kolektif bir eylemle dile getirilen bir itirazdı, demokratik katılım talebini ve bireysel özgürlük arzusunu içeriyordu: Söz konusu olan benim şehrim ise, yani kamusal bir meseleyse, ben de söz hakkı isterim. Ama söz konusu olan çocuk, kürtaj, içki vb., yani benim özel hayatım ise, devlet buna karışamaz.
Yolsuzluğa karşı tepkiyi de aynı çizgide algılamak mümkün elbette: Bizim vergilerimize dayanan devlet hazinesi size emanettir, nasıl kullandığınızın hesabını vermek zorundasınız. Fakat unutmamalı ki yolsuzluğa, rüşvete karşı tepkinin içine çok kolayca bir “temiz devlet” ülküsü de sızar – ve bu temizliği sağlamak için her türlü yetkiyi kullanacak bir “güçlü lider” arzusu... Rüşvete karşı kampanyalar, kriminal faaliyetlere dönük haklı tepkiyi aşarak bulaşıcı bir hınç duygusuna açılabilir, siyasetçilerin kullandıkları en ufak avantajları bir yolsuzluk delili olarak görebilir – sanki dünyada herhangi bir devlet lideri işe otobüsle gidermişçesine.
Bu söylemin kabarttığı öfke, kapitalist düzenin sistematik soygununa karşı değildir – bu soygunun tek değil ama en belirgin ölçüsü olarak, Türkiye’de 5.5 milyon insanın asgari ücrete tabi olduğunu hatırlatayım. Yolsuzluğa duyulan öfke, çoğu durumda, “devletin” soyulmasına karşıdır. İçinde bir eşitlik talebi varsa, negatif bir eşitlik düşüdür: Ben garibansam, devletin görevlisi de gariban olsun.
Yolsuzluk söyleminin öznesi, birçok durumda, siyasal katılım hakkı talep eden reşit vatandaş değildir, “cüretli savcılardır”. Derdi, demokrasi ve özgürlükten ziyade “temiz devlettir”. Bu yüzden her türlü popülist-otoriter çözüme açıktır. Hâlbuki modern demokrasilerde devlet “temiz” olmaz; zira demokrasi en iyi ihtimalde bir durumdan çok bir süreçtir.
Mevcut iktidara karşı tepki de genellemeye açıktır: “Hepsi çalıyor, hepsi aynı bokun soyu…”. Bu tepki, Tanıl Bora’nın Birikim’in 298. sayısında yazdığı gibi “radikal, anarşizan tepkilerden tümüyle politikaya kahreden bir ahlakçı popülizm arasında salınır.” Gezi’de mesele söz hakkı, siyasete müdahil olmak iken, yolsuzluklara karşı tepkinin pekâlâ siyasetten uzaklaştırıcı bir “yan tesiri” olabilir.
Yakın dönemde dünyadaki çoğu örnekte, rüşvet ve yolsuzluk kampanyalarının altında kalarak devrilen hükümetler daha demokratik bir düzene yol açmamıştır. Mesela, İtalya’da 90’ların başında mani pulite (temiz eller) soruşturmaları esnasında eski siyasi rejimin çöküşü, ırkçı Lega Nord partisini, “ılımlılaşmış” neofaşist partiyi ve Silvio Berlusconi’yi iktidara getirmiştir. Çin’de “yolsuzluğa karşı kampanyalar” tek partili sistemin iktidar aracıdır. Ve unutmamak gerekir ki AKP’yi iktidara getirenlerden biri, tam da buydu: Yolsuzluğa karşı “dürüst siyaset” söylemi.
Kaldı ki – o açıdan Başbakan’a hak vermemek güçtür – tüm yolsuzluk iddiaları, hukuk devleti çerçevesinde yürütülen soruşturmalar sayesinde açığa çıkmamıştır. Daha düne kadar iktidarla işbirliği içinde olan “Cemaat”in, bu ittifakın bozulması üzerine yürüttüğü resmi (17 Aralık) ve gayriresmi (ses kayıtları) “operasyonlarıyla” ortaya çıkarılmıştır.
Bu karanlık kaynaklardan daha fazla nimet, yani daha fazla kaset beklemek (#DirenCemaat), AKP hükümetine son darbeyi vurmasını ummak, yani hem yapılanmasıyla, hem ideolojisiyle demokrasiden uzak duran bir teşkilata adeta bir demokratikleştirme misyonu yüklemek, çaresizlik belgesi olduğu kadar saçmalıktır da. Bu durum, aslında bir pasifizasyonun sonucudur. Muhalefetin ve toplumun geniş bir kesimi, bir televizyon dizisinin sezon finalini beklercesine “acaba seçimlere kadar daha neler çıkacak?” diye merak etmekte. Zira bu sezonun senaristi, Gezi’den farklı olarak toplumsal muhalefet değildir, Gülen grubudur. Toplumun geri kalan kısmı seyirci rolüne kilitlenmiştir.
1996/97 yıllarında Susurluk’la ortaya çıkan ve Türkiye’de belki ilk kitlesel sivil direniş örneği olan (tencere-tava eylemlerinin doğuşu oydu) toplumsal tepki, “irticaya karşı” bir reaksiyona dönüştürülerek, 28 Şubat’ın altında kalmıştı. Eğer hükümetin şimdi yolsuzluğa karşı protestolara Gezi’de gösterdiği tavrın aynısını sergilemesi –komplo teorileri ve biber gazı– bu iki “davanın” arasındaki farkı örterse, eğer yolsuzluk karşıtı söylem Gezi isyanında kendini ifade eden anti-otoriter, katılımcı ve özgürlükçü söylemin unutulmasına yol açacak olursa, eğer Gezi’de yaşanan politikleşme yerini siyasetten “ümit kesmeye” ve ondan uzaklaşmaya bırakırsa, eğer yolsuzluk karşıtı söylem demokrasi talebini arka plana itip katılımın yerine “temizlik” geçerse, alışılagelen iktidar zihniyeti esas o zaman kazanmış olacaktır. Sonunda Recep Tayyip Erdoğan ister Çankaya Köşkü’nde ikamet etsin, ister İmralı Adası’nda…