Küresel kapitalizmin başdöndürücü ilerlemesi ve nüfuz etme kapasitesi bu durumdan mağdur olan kesimlerde neredeyse kendiliğinden bir tepki yaratıyor. En yüksek soyutlama düzeyinde bu tepkinin iki taşıyıcısından bahsedebiliriz: Bunlardan birincisi egemenler ittifakı içindeki konumları küresel kapitalizmin ulaştığı aşamadan ya da politik iktisadi mantığından dolayı artık gereksizleşen çevrelerin tepkisidir. İkincisi ise toplumsal varoluş koşulları Fordist dönem bağlamında verilen toplumsal mücadeleler sonunda elde edilen kamusallıkların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış kesimlerin tepkisidir. Kapitalist küreselleşmenin gerçek mağdurları bu ikincilerdir ve insanlığı kapitalizmin sürüklediği yok oluştan kurtaracak olan, bunların kurtuluşunun siyasi programıdır.
İktidar bloğu içindeki ayrıcalıkları küresel kapitalizmin ilerlemesiyle yok olmakta olan kesimler, eskiden beri bildikleri yöntemlere başvurarak bu tepkiselliği anti-kapitalist mecrasından çıkarmaya çalışmaktadır. Bunlar eskiden beri aşina oldukları güvenlik paranoyası, dış düşmanlarla çevrili olma hali ve benzeri yöntemlere dayanan psikolojik savaş tekniklerinin yanı sıra özellikle seksenlerin ortasından itibaren tüm dünyada yükselişe geçen milliyetçilik, cemaatçilik, dinsel tutuculuk gibi enternasyonalist değerlerin simetrik karşıtlarını da siyasi söylemlerinde kullanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki 20. yüzyılın sonunda pek çok insanlık trajedisine yol açmalarına rağmen okul, askeriye ya da dinsel kurumlar gibi topluma ideoloji zerk etmekte etkin kurumların favori teçhizatı arasında olan bu değerler, sıradan vatandaşlar arasında çok yaygın ve popülerdir. Üstelik bunlar özgürlükçü sosyalizmin savunduğu ilke ve değerlerle çatışma halinde olduklarından bunlara karşı mücadele elzem olduğu kadar zor, zor olduğu kadar elzemdir.
Bu mücadelede başarısız olunursa karşı karşıya kalınacak tehlike ise şudur: Küresel kapitalizmin mağdurları gerilemekte olan egemenlerin siyasi mücadelesine yedekleneceklerdir. Bunların başarılı olmasının kuramsal imkânları bu yazının konusu değil; fakat böyle bir Pirüs zaferi insanlığın ortak geleceğinin barbarlık terimleriyle ifade edilmesinin önüne geçemeyecek ve toplumsal kesimlerin nihayetinde kendi aleyhlerine olan her politik mücadele sonrasında olduğu gibi kendi iktidarsızlıklarına biraz daha ikna olacaklardır. Böylesi bir felaket senaryosunun gerçekleşmesinin, özgürlükçü sosyalistlerin politik müdahalesi olmaz ya da bu politik müdahale kararlı bir devrimci irade göstermeden popüler eğilimlere boyun eğerek yaşanırsa, kesin olduğu söylenebilir.
Yukarıdaki tespitin nedeni açıktır: Ezilenler tepkilerini egemenlerin terimleriyle ifade etmeye eğilimlidirler. Zira bu kesimler böyle eğitilmiş, böyle toplumsallaşmış, ideolojik kontrol mekanizmalarının çarkında bu biçimde şekillendirilmişlerdir. Bunların siyasi bilinçlerinin egemenlerin siyasi söyleminden bağımsız terimlerle ortaya konulması acil ve hafife alınması mümkün olmayan bir politik görevdir. Bu durumda sınıfsal mücadele kelimelerin tanımı üzerinde de yapılacaktır.
EMPERYALİZMİ TANIMLAMAK
Emperyalizm, içinden geçtiğimiz dönemde, böyle bir sözcüktür. Anti-kapitalist içeriğinden taviz verilmesi hiçbir koşulda mümkün değildir. Bu noktada söylemek istediğimi basit bir örnekle anlatmak için emperyalizm ifadesini ilk defa bilimsel bir çalışmada kullanan İngiliz liberali Hobson’un sözcüğe yüklediği anlamla Lenin’in yüklediği anlam arasındaki farka işaret etmek isterim. Hobson için emperyalizm liberal kapitalizmin kendi mecrasından dışarı çıkmasıydı; sömürgelere sermaye ihracı liberal kapitalizm çağının gereklerini anlamayan eski bir politik zihniyetin ifadesiydi. Hobson emperyalizme İngiliz liberal kapitalizmini doğal mecrasından çıkardığı için karşıydı. Lenin emperyalizmin kapitalizmden bağımsız bir evre değil, onun tarihsel gelişiminin zorunlu ve son aşaması olduğunu göstermiştir. Kelimeye her iki ismin verdiği anlam arasındaki fark aslında ikisi arasındaki sınıfsal bakış açısı farkının ifadesidir.
Lenin emperyalizmin İngiliz savaş gemilerinin değil, fabrikalarının eseri olduğunu görmüştür. Ne yazık ki tahkim edilmiş liman şehirlerinin ve buralara yerleşmiş bir avuç işbirlikçinin feodal toplumsal formasyonları kapitalizme bağladığı, emperyalizmin sömürge coğrafyalarına dışsal olduğu dönem, yani emperyalizmin dretnotların bordalarında ve taretlerinde taşındığı dönem, üretim ilişkilerinde hakim olduğundan daha uzun bir süre siyasal zihniyette yerleşik kalmıştır. Aslında bizzat emperyalizmden dolayı eski toplumsal formlar hızla dönüşerek kapitalistleşmiştir. Fakat sömürge ve yarı sömürgelerdeki entellektüeller, gerek maddi varoluşlarının dayattığı ulusalcı eğilimleri, gerekse kan bağına dayalı toplumsal mensubiyetlerin popüler olduğu toplumlarda, bu mensubiyetlerin terimleriyle anlatmanın daha kolay olduğu hayal edilmiş ulusal bağlardan siyasetlerini yaygınlaştırmak için medet umduklarından bu söylemi sürdürmeye devam etmişlerdir.
Küresel kapitalizmin bugün geldiği aşamada ise neredeyse yerkürenin hiçbir yerinde emperyalizm, ulusal kapitalizmlere dışsal bir olgu olarak tanımlanamaz. Kuşkusuz özgürlükçü sosyalistler Türkiye’de emperyalizmin yerli üretim ilişkilerine içsel bir ilişki olduğu tespitinin yetmişlerin başından beri yabancısı değildir. Asıl olan bu tespiti dillendirmek değil bunun gereğine göre siyaset ve politik söylem belirlemektir. Emperyalizmi kendi ülkemize dışsal bir olgu sayarak hareket etmek, emperyalizmi küresel çapta yaygınlaşmasını tamamlanmış şimdi ise sosyal ilişkilerde kamusal ilişki biçimlerini sürekli tasfiye ederek gittikçe derine kök salmaya uğraşan kapitalist üretim tarzından ayrı bir fenomen olarak ele almak, milliyetçiliğin çizgisine geri gitmektir. Ulusal ittifak stratejileri, sınıfsal olanın ulusal olanla tahkimi, ancak küresel hegemonyacının açık işgali olduğu durumda gündeme gelebilir. Bu durum Türkiye için ancak özgürlükçü sosyalistler kapitalist nüfuz etme sürecini küresel düzeni tehdit edecek biçimde geriletirse söz konusu olabilir ve kabul etmek gerekir ki bu kuramsal olasılıkta bile ülkede çıkarları küresel hegemonyacı ile kesişen çok geniş bir kesim mevcut olacaktır. Bu bakımdan devrimci mücadele, içinde bulunan konjonktürde, esas olarak sınıfsal planda yürümelidir. Bundan her türlü sapma, yani anti-emperyalist hattın anti-kapitalist vurgusundan herhangi bir geçici politik çıkar uğruna taviz verilmesi, tam da emperyalizm sözcüğünün anlamı üzerinden sınıfsal mücadele verdiğimiz kesimlerin tarafına doğru bir adım atmak olacaktır. İşte o durumda başta değindiğimiz felaket senaryosuna yaklaşırız.
İDEOLOJİK ÖNDERLİK
Küresel kapitalizme muhalefet son kertede başta tanımladığımız iki kesimden birinin ideolojik önderliğinde yürüyecektir. İdeolojik önderlik kimdeyse onun siyasi programı geçerli olacaktır ve sadece gerçek küreselleşme mağdurlarının anti-kapitalist programı insanlığın kurtuluşunu sağlayabilir. Bu bağımsız hattan sapma lüksümüz yoktur zira mücadeleye dezavantajlı bir noktadan başlıyoruz. Egemenlerin gerileyen kesimi siyasi söylemlerine kimi anti-kapitalist vurguları makyaj kabilinden taşıma lüksüne sahiptir; zira mücadeleye siyaseten önde giren onlardır. Yerleşik bir toplumsal söylem üstünlüğüne ve bu söylemi popülerleştirecek ideolojik kurumlar ve baskı mekanizmalarına sahiptirler. Böylesi araçları kural gereği olmadığından, politik hattının bağımsızlığından hiçbir düzeyde taviz vermemesi gereken özgürlükçü sosyalistlerdir.
O zaman özgürlükçü sosyalistlerin bu noktadaki temel politik görevi küresel kapitalizmin gerçek mağdurlarının bağımsız siyasi programının oluşturulup bu programın politik söyleminin bu kesimler içinde hakim kılınmasıdır. Söz konusu programın ana doğrultusu tabi ki kapitalist toplumsal ilişkilerin mantığının, toplumsal bağların içinde derinlemesine nüfuz etmesinin önüne geçmek, bunları kamusallık lehine, tahakküm ve sömürü içermeyen, kâr mantığı gütmeyen ilişkiler lehine geriletmek olacaktır. Bu politik görev tabii ki şiddetli bir anti-emperyalist mücadele hattı örülmesini gerektirmektedir. Fakat bu hat, Leninist emperyalizm teorisinin anti-kapitalist içeriğinden taviz verilmiş bir hat olamaz. Politik söylemi popülerleştirmek doğrultusunda kullanılacak araçlar, örneğin şenlikli muhalefet biçimleri ve saire, özgürlükçü sosyalistlerin politik cephaneliğine eklemlenirken bunlar modadır diye hareket etmiyorduk. Bunları yeni ve hayatın içinden bir politik dilin vazgeçilmez gerekleri olarak düşündük. Bir anlamda sol siyasetin yeniden inşasının da yapıtaşlarıydılar. Şimdi de anti-emperyalist hattımızı inşa ederken modalara kapılmamalı, politik ihtiyaçlarımız doğrultusunda hareket etmeliyiz. Ulusal kaygılarla anti-kapitalist içeriği sulandırılmış bir anti-emperyalist hattın kuramsal yanlışlığını, böylesi bir hat son kertede emperyalizmi ülkeye dışsal bir olgu olarak kurguladığından, tekrarlamıyorum. Fakat defalarca belirtilmesi gereken husus, bu tavizin tam da kapitalist küreselleşme karşısında temel muhalefet odağı olmak için kendilerine karşı politik mücadele yürüttüğümüz toplumsal kesimlerin siyasi programına yaklaşmış olacağımız gerçeğidir. Bağımsız sosyalist bir alternatifin mümkün görülmediği koşullarda, doksanlı yıllarda, liberalizmin alternatifinin milliyetçilik olduğu dönemi, Yugoslavya trajedisinde yaşadık. Şimdi de dinsel fanatizmin bu rolü üstlendiğinde neler olduğunu İstanbul bombalamaları başta olmak üzere pek çok yerde görüyoruz. Özgürlükçü sosyalistlerin politik programlarından taviz verme lüksü yoktur. Bu sadece Türkiye emekçilerine borcumuz değil tüm insanlığa karşı görevimizdir.
Gelecek, Ocak 2006