Günümüzde medya, dünyanın her yerinde genel olarak bir ‘sığlaştırma’, ‘yüzeyselleştirme’ kurumu olarak çalışıyor. Ne de olsa ‘brifing’ çağında yaşıyoruz. En tepedeki adamlar, en önemli konularda, adına ‘brifing’ denen çeşitten bir bilgi alarak ‘meselelere vakıf’ oluyorlarsa, yapacak bir şey yok.
Tabii kıyaslanamayacak kadar az sayıda olsa dahi, bunun karşıtını isteyen ve arayan ‘bir kısım insan’ daha var.
Ne kadar becerdim, bilmiyorum, kararı verecek de ben değilim; ama hep görünen ‘yüzey’in arkasında neler olduğunu merak ettim; aynı zamanda ‘ne oluyor’dan çok ‘nasıl oluyor’u merak ettim.
Bu kadar ‘girizgah’ yeter. Bu hafta, son Kurban Bayramı vesilesiyle düşündüğüm bazı şeyleri yazmak var aklımda. Gene ‘yüzeysel’den başlayacak olursak, epey bir yıldır, bu bayramlar medyada bir ‘yüzkarası’ olarak sunuluyor. ‘Biri bizi gözetliyor’ ruh halinden bir türlü çıkamayan, görgüsüz yurttaşlarının devirdiği çamların ebedi utancını yaşamaya mahkum medeniyet meseni medyamız, “Bu yıl da ecnebilere rezil olduk” ruh hali içinde, kaçışan danaları, kovalayan eli bıçaklıları, sokaklarda akan kanları, buna ilişkin daha yığınla ayrıntıyı anlatır dururlar. Onlar anlatırlar; ama bu ‘anlatma’nın bir etkisi olmadığını, bir dahaki yıl aynı olayların yaşanmasından anlarız.
Buradan bir ‘insan-hayvan’ ilişkisi ‘tarik’iyle kültürel farklılaşmalara uzanmak istiyorum. Kent-kır ekseninde. Kentli insanın gözünde iki çeşit hayvan vardır: Parazitler ve ‘pet’ler (yani ev hayvanları).
Birincisi mümkün olduğu kadar ‘steril’ yöntemlerle yok edilir, ikincisi sevilir. Bazı hayvanlara iki karşıt bakış da olabilir: Örneğin sokak köpekleri birçok belediyenin gözünde birincisinin (‘parazit’), belirli bir kültürde yaşayanlara göreyse ikincisinin akrabasıdır. Sonuçları biliyorsunuz.
Çiftlik hayvanları vb. kentlinin ‘gözünden ırak’tır. Böyle olması da gerekir. Çünkü bunları yiyoruz. Gitgide ‘pet’ kültürüyle içli dışlı olduğumuz için, yediğimiz ‘et’in bir zamanlar ‘hayvan’ olduğunu unutmak istiyoruz. Bu nedenle bir zaman sonra kasap dükkanları büsbütün ortadan kalkabilir, etler selofana sarılı parçalara döneşebilir. Gidiş o yönde.
Ama bu kentli kültürü için böyle. Kırda yaşayan ya da artık kırda yaşamamakla birlikte kırsal kültürden kopmamış kişiler açısından pek de böyle değil. Aklıma bazı ‘kebapçılar’ geliyor. Vitrine yapma veya ‘doldurma’ bir kuzu koyuyorlar, örneğin. Orada öyle bir şey görmek benim iştahımı kaçırır. Ama belli ki birilerinin de iştahını açıyor.
Çünkü o kültürde yaşayan insan, etini yiyeceği hayvanı canlıyken görmekten tedirgin olmuyor. Tersine, mümkün olsa da her zaman bakıp, beğenip, “Bana şunu kes” diyebilse, bunu istiyor.
‘ÜÇÜNCÜ TARAF’A DİKKAT
İstanbul’da öteden beri hali vakti yerinde olan insanlar kurban kestirirdi. Ama normal olarak hayvanı satın alan, olaya birkaç gün kala satın alır, bahçeye falan bağlar; kendisi o hayvanla samimiyeti iletletmezdi. Günü gelince de profesyonel kasap gelip gerekli işi yapar, yaparken de olayı mal sahiplerine göstermemeye çalışır, iz bırakmadan çeker giderdi. Böyle aileler etlere kendileri pek el sürmez, gerçek adres olan yoksullara gitmesini sağlarlardı. Kesilen hayvanın parçalarını eşe dosta göstermek (dost hiyerarşisi ile etin parçası hiyerarşisi arasında uyum kurmak vb.) adeti sonradan çıktı.
Ama şimdi İstanbul ve bütün kentler çeşitli zamanlarda kırdan gelmiş, çoğunluk oldukları ölçüde kültürlerini değiştirmeyen (daha doğrusu yavaş değiştiren) insanlarla dolu. Onlar, örneğin kasap tutmuyor. Paraları olmadığı ve cimrilik ettikleri için değil, o kültürde kurbanı kendi eliyle kesmek bir meziyet olduğu için. Meziyet ama hepsi de istediği kadar ‘uzman’ değil; onun için bütün o rezaletler de oluyor. Hayvanların çektiği bir yanda, ama kendini yaralayandan da geçilmiyor.
Peki hepsi ‘usta’laştığı zaman ne olacak, sorun çözülecek mi? Hayır, çünkü bu ‘geleneksellik’ çabası, kentleşmenin bütün çarklarının döndüğü yönün tersine dönüyor. Bu çağda hayvan kesme eyleminin göz önünde yapılmaması gerekiyor.
Ama böyle basit bir sosyolojik durum değil, karşı karşıya olduğumuz olay. İşin içine hemen siyaset karışıyor. Nasıl karışabiliyor? Çünkü gelenekleri bastırılmış (veya ‘karşıt’ görüşe göre, ‘bastırıldığına inandırılmış’) kalabalıklar söz konusu. Durum böyle olunca, benim anlatmaya çalıştığım, kendi matrisleri içinde hem anlaşılır hem aslında ‘masum’ olan davranışlar, iki düşman kampın gözünde ‘diyabolik’ anlamlar edinmeye başlıyor. Zaten ortalığı kaplamış durumda olan başka davranışlar, davranışların yorumları ve şunlar ve bunlarla birleşip var olan kutuplaşmada yerini alıyor.
Bütün bu ‘laik/Müslüman’, ‘ilerici/gerici’, ‘Batılı/yerli’, ‘medeni/gayri medeni’ kavgaları, “Biz nasıl yaşayacağız? Nasıl yaşamak istiyoruz?” sorularıyla birleşerek politize oluyor. Ya da belki tersine, ‘politize’ insanların politikaya bizzat müdahale ederek çözüm sorumluluğunu kendi omuzlarına almaları demektir. Oysa burada birbiriyle konuşmayan, ‘devlet’e söz geçirerek “Benim istediğim düzen kurulsun” kavgasını kazanmaya çalışanlar var. İşleri devlete havale ettiğimiz ölçüde ‘depolitize’ olursunuz.
Tek umut bu ‘taraf’ların (ama ‘taraf’ bir değil ki bu ülkede) dışında duran ‘üçüncü’ kesimi güçlendirmek. Bu ‘üçüncü’ aslında ‘tarafsız’ falan değildir. “Demokrasiden yana taraf”tır. Demokrasiye dayatmayla gidilemeyeceğinin bilincine varanlardan oluşur. Benim kullandığım anlamda ‘potilizasyon’ kavramının gerçekleştirilmesinden yanadır ve bunun için etkin olmaktan da kaçınmaz.
‘Yanlış politizasyon’un yaygın egemenliğine karış sorunları ‘deşifre’ ederek gerçek kaynaklarına indirgemek ve orada kavramak gerekiyor. Yani ‘sosyolojize’ etmek gerekiyor ki, neyi konuştuğumuzu bilerek yeniden ‘politize olalım.
Tempo, 18 Aralık 2008, sayı 51