Akıldışı bir durumdayız ve içinden çıkamazsak sürükleneceğimiz nokta tam bir felaket olacak.
CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü “Ermeni olmakla” suçladı...
Bunun karşılığında Cumhurbaşkanı’nın yapması gereken Müslüman-Türk şeceresini beyan etmesi değil, herhangi bir etnik (ya da dini, cinsel...) kökenin “suçlama” konusu yapılmasının söz konusu olamayacağını söylemesiydi. Abdullah Gül, “Ermeni değil Müslüman-Türk” olduğunu ispata girişerek Arıtman’ın (ve bu zihniyette olanların) etik ve politik olarak mahkum edilmesine değil bilakis olumlanmasına yol açmıştır. Çünkü: Gül “Ermeni değil Müslüman-Türküm” diyerek Arıtman’ın “etnik kimliği kayırmak” suçlamasını şu şekilde karşılamıştır: “Hayır, Ermeni değilim, dolayısıyla Ermeni topluluğunu değil ait olduğum Müslüman-Türk topluluğunu kayırıyorum.” Bunu dememiştir, fakat yukarıda sözünü ettiğim tavrı göstermemiş olması nedeniyle soykütüğünden olgusal örnekler vererek sadece “Kayırdığının Ermeniler olmadığını” ispatlamaya çalışmıştır. Böylece “Ermenilik” de bir suçlama biçiminde olduğu yerde kalmıştır.
“Ermenilik” Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece bir topluluğa işaret etmekle kalmaz. 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesi, sonrasında yaşananlar, ortaya çıkanlar Canan Arıtman’ın münferit bir örnek olmadığını gösteriyor. “Hepimiz Ermeniyiz” sözü, faşizmin taşıyıcılarının bilinçdışında çok derin bir noktaya saplandı. “Hepimiz Türküz”den başlayarak bu söze verilen tepkiler, cenazeye katılanlara “bindirilmiş kıtalar” diyenler, katil ile empati kurulmasını salık verenler bu tepkilerin sadece bir bölümünü oluşturuyor.
Bu ülkede faşizm ve nazizm neden hukuken yasak değil? Faşizm bir politika biçimi olamaz. Faşist ideoloji eyleme dönüştüğünde politikanın imkanını ortadan kaldırır, sahip olduğu ideolojik ve teknik aygıtlarla kurumlara sızar, kamusal alanı da özel alanı da kaplayarak belirli bir zümrenin (dini, etnik, milli, vb.) hâkimiyetini doğallaştırır. Felaket de bu “doğallaşma”yla hız kazanır; o belirli zümrenin güç kullanarak değil, doğal bir biçimde, yeryüzü gerçekliğinin bir parçasıymış gibi hâkim konuma geldiği kurgusu gündelik terminolojiye yerleşir. Diğer zümreler de, yaşamalarına izin veriliyorsa, ancak “tahammül edilen” bir konuma yerleştirilir. Aynı doğallaştırma iktisadi sistemler için de geçerlidir. Neo-liberal iktisat sisteminin tarihselleştirilmeyip doğal addedilmesi, gerçek iktisadın kendisi olarak sunulmasıyla, hükümetin mülksüzlere karşı aldığı tavır, bağışlar yoluyla yoksulların birer “yoksul” olarak olduğu yerde bırakılması, doğal sonuçlarmış gibi görünür.
Faşizmin yasaklanmasını bu ülke için geç kalınmış bir zaruret olarak görüyorum. Böyle bir yasal düzenleme yapıldığı takdirde (yani mevcut hukuki sistemde değil, ceza hukukunun, medeni hukukun ve diğer disiplinlerinin de tümüyle dönüştürüldüğü bir sistemde) pozitif hukuk çerçevesinde haklar ve yükümlülüklerden söz etmeye başlayabiliriz. Şu anda bu konuda söz söylemeye başlamanın bile zeminini göremiyorum. Hukuki düzenin faşizme yer bırakmayacak biçimde dönüşmesi de, ancak bu hukuku ortaya çıkaran üretim biçiminin ve çalışma koşullarının dönüşmesiyle mümkün olabilir. Tuzla tershanesindeki güvenliksiz koşullar, tecavüzü meşrulaştırmak için evlilik yaşının düşürülmesi, kimlik sorana şiddet uygulayan polis... Her biri diğerine bağlı bu çok uzun listenin bir üstyapı olarak nasıl bir “ahlak” üretmesini bekleyebiliriz?
Belirli siyasal partilerin ve belirli basın organlarının “Hepimiz Ermeniyiz” sözüne verdiği tepkiler kırk yıldır burada yaşayan biri olarak beni çok şaşırtmadı, ama yirmi yaşında bir üniversite öğrencisinin, bir ev hanımının cinayeti lanetlese de gıyabında bu sözü “Niye hepimiz Ermeni olalım? Hepimiz Türküz” diye cevaplaması beni irkiltmişti, çünkü bu benim için faşizmin kamusal-özel alan bırakmadan ne derece yaygınlaştığının işaretiydi.
Hemen her konuda irrasyonel tutum sergileyen, “nedensellik” kurmaktan aciz söylem, 1915’teki katliam söz konusu olduğunda birden skeptisizm ile pozitivizm arasında salınmaya başlar: “Nereden biliyorsun? Bu konuda bir araştırma yaptın mı? Belgelere mi dayanıyorsun? Ben araştırdım.” Peki, sonuçlarını alalım:
“Savaş koşullarıydı.” Demek ki katliamı kabul ediyorsun, koşullarıyla meşrulaştırıyorsun.
“Ama onlar da yaptılar.” Onlar? Demek ki katliamı yine kabul ediyorsun, karşılıklı olduğunu söylüyorsun.
“Sadece sürüldüler.” Demek ki karşılıklı değil.
“Ama onu yapan biz değildik.” Demek ki katliam yine kabul edildi, faili olmadığını söylüyorsun.
Burada zincir kopar: “Neden Hocalı’dan hiç söz etmiyorsun?”
Azınlıklar kimin azınlığıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin mi? Şöyle bir devletin diyelim: Sünni Müslüman Türk bir devletin. Böyle bakınca resmi azınlıklar yanında gayrı resmi azınlıklara da neden “Batı işbirlikçisi” kategorisinde yer gösterildiği anlaşılır. Kişinin Ermeni, Rum, Yahudi olması kadar Kürt, Süryani, Alevi olması, aynı zamanda kendini ateist, sosyalist olarak tanımlaması, kadın ya da eşcinsel olması da ancak “tahammül edilen” bir yerde konumlanması için koşul oluşturur.
Olup bitenler ve olup bitmiş olanlar göz önüne alındığında; medeni kanunun ne zaman hangi ülkelerden önce kabul edildiğini, biteviye süren laiklik tartışmalarını, azınlıklara gösterilen “hoşgörü”yü, Türklüğün etnik bir kökene işaret etmeyip üst kimlik olduğu laflarını artık duymak bile istemiyorum. AKP ve CHP’yi de (yalnız bu ikisini de değil) aynı totaliter-muhafazakar-korporatist-milliyetçi yapının iki yüzü olarak tasavvur ediyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımdaysa sadece kendisi için yazılan senaryoyu sahnede unutan beceriksiz bir aktörü görüyorum.