Özcan Alper’in yazıp yönettiği ve yurtiçi-yurtdışı birçok festivale katılan filmi “Sonbahar”, dingin seyirli bir hüzün tablosu. Karşımızda bildik bir eve dönüş öyküsü var. Karakter, yaşadığı acılar ve sancılı yılların ardından evine döner. Beraberinde, umutlarını solduran, kavgasını yıldıran, heyecanını ve gözlerindeki ateşi söndüren o yılların izlerini ve sürekli geri sayan ölüm takvimini getirmiştir.
Yönetmen, beklendiği gibi karakterin iç hesaplaşmasına yoğunlaşmak yerine, insan bu durumda nasıl yaşar, nasıl sürer bu günleri konusu üzerinde duruyor. Yusuf’un sürekli düşünceli hali, annesiyle olan ilişkisi, arkadaşı Mikhail ile konuşmaları olağanca doğallığıyla aktarılıyor perdeye. Her an duygu sömürüsü içerebilecek, sulu sepken sahnelere kayılabilecek bir öykü bu. Fakat Alper bu tuzağa düşmüyor, stilist bir anlayışı benimseyerek ve gayet yerinde bir tavır takınarak öyküsünü izleyicinin gözüne sokmak yerine, filmin alt metninde oluşturmayı başardığı ağır atmosfer sayesinde çok etkili ve yoğun bir hüzün dalgası yaratıyor. Öykü böylelikle, izleyiciyi kırmadan, incitmeden, sömürmeden, ruhunu kavrayıp sürüklüyor.
Yönetmenin filme yer yer serpiştirdiği yerel oyuncular gayet başarılı. Zaman zaman mizah duygusunu canlandırmalarıyla filmin akışı kolaylaşıyor ve izleyicinin filmle kurduğu empati güçleniyor. Filmin art alanında yer alan köyler ve dağlar, bu coğrafyanın sakinleri, sürüp giden hayatın resmedilmesi geleneksel bir tadı yansıtsa da, karakterin duruşu, yabancılığı, durumlar karşısındaki dönüşümü evrensel bir atmosferin oluşumunu sağlıyor. Bir Bruegel tablosunu andıran karlı yayla sahneleri evrensel yalnızlık duygusunu çağrıştırması açısından bu atmosferi destekliyor.
Filmde, karakterin acısının merkezinde, 2000 yılındaki “Hayata Dönüş Operasyonları”nın haber görüntüleri ve isyan ve muhalefetle geçen gençlik dönemi gösterilerek değinilen toplumsal gerçekliğin yattığı hissedilse de, temel nedenin daha derinde olduğu fark ediliyor. Bu, insanın evrensel yalnızlığı ve ölüm bilinci olarak özetlenebilir. Toplum adına içten duygularla mücadele verme azmi ve heyecanına sahip bireyin, toplum tarafından hiçe sayılarak ezilmesi, yıpratılması ve yok edilmesi, bu yalnızlık duygusunu besleyen. Film boyunca karakter üzerinden verilmek istenen mesajın temeli buna dayanıyor demek, sanırım yanlış olmayacak. Yönetmen Özcan Alper bu amacında büyük ölçüde başarılı oluyor.
Bu yalnızlığın betimlenmesinde, yan öykü olarak Elka karakteri kullanılıyor. Elka karakteri son derece gerçekçi ve başarılı bir şekilde işlenmiş. Tamamen ete kemiğe bürünebilmiş bir karakter var karşımızda. Gürcistan’daki kızına bakabilmek için Türkiye’de fahişelik yapmak zorunda kalan bir başka yalnızlık portresi. Parçalanmış bir ömür, yan öykü olarak filme giren yaralı bir başka ömürle kesişiyor. Ve bütünlüyor birbirini hüzünler. Elka Yusuf’u dinledikçe, içinde bir yerlerde bir şeylerin uyandığını hissediyor ve giderek Yusuf’a daha yakın duyuyor kendini. Bu iki yalnızlığın yakınlaşmasının doruğa çıktığı sahne alegorik bir şekilde çok ince düşünülerek çekilmiş. Bir otel odasında geçen sahnede, karakterler zihinlerindeki bütün giysileri ve yalnızlıkları soyunarak çırılçıplak dokunuyorlar birbirlerine ve çırılçıplak, huzur dolu, katıksız bir uykuya dalıyorlar. Yönetmen bu anlatımı, birbirine dönük iki çıplak vücudun, saflık ve acılardan kurtulma metaforu olan cenin pozisyonunda uyudukları sahneyle izleyiciye aktarıyor. İşte Yusuf’un son “baharı”..
Yönetmenin kurgunun içinde Rus edebiyatına yaptığı atıflar da gözden kaçmıyor. Elka’nın, Yusuf’u Rus edebiyatındaki karakterlere benzetmesinin yanında; ikisinin de akşam vakti aynı anda ayrı yerlerde televizyonda izledikleri Çehov’un “Vanya Dayı” oyunundan uyarlanmış filmde Sonya karakterinin tiradı, filme paralel bir yoğunluk yaratıyor: “Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz...” Elka ve Yusuf’un iskelede konuştukları sahnede, Elka’nın Yusuf’a “Keşke birlikte uzun bir yolculuğa çıkabilseydik” demesi de, Çehov’un aynı oyununda Vanya karakterinin “keşkeleri”ne bir atıf niteliğinde.
Filmin en etkileyici sahnelerinden biri de, Elka’nın gidişine paralel ilerleyen iskele sahnesi. Doğu Karadeniz’in meşhur fırtınalarından biri sırasında, Hopa iskelesini yıkma girişiminde bulunan dev dalgalar ve dalgaların üzerine sakince yürüyen bir adam. Bu sahne, adeta dalgaların sesi haline gelen keman senfonisiyle ruh kazanıyor. Karakterlerin iç dünyalarında yaşadıkları fırtına en etkili biçimde ancak böyle verilebilirdi. Bu sahne sanırım, edebiyatla sinema sanatının kesiştiği nokta olarak adlandırılabilir.
Yusuf’un tavan arasında bulduğu ve film boyunca tamiri ve akordu için uğraştığı eski tulumu da önemli bir yer tutuyor filmin kurgusu içinde. Bir şeyleri tamamlayabilmek, son kez olsun bir şey daha yapabilmek hissini uyandırıyor bu olgu. Zaten yönetmen de bununla sona vardırıyor hikâyesini.
Filmin başından sonuna kadar, iyi işlenmiş karakterleri, yerli yerinde kurgusu, yerinde kullanılan müzikleri, öykünün alt metnini etkili bir şekilde aktarışı ve bir cenaze töreninde bile ekseninden sapmadan benimsediği minimalist üslubuyla bu bildik öyküyü değişik bir pencereden anlatmayı başaran Özcan Alper, yeni dönem sinemamızda çok daha iyi işlere imza atacağının sinyalini veriyor. Nuri Bilge Ceylan sinemasıyla ulaşılan nesnellik anlayışını, bu filmde kullandığı edebi üslupla mekaniklikten kurtaracağa benziyor. Yolu açık olsun.