‘‘Bir insanı diline bağlayan göbek bağını koparmaya çalışmak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Koparıldığı ya da ağır biçimde zedelendiğinde bu bir felaket halinde bütün bir kişilikte yankılanıyor.’’
Amin Maalouf *
Adın ne? Gündelik hayat içerisinde iki insanın iletişime geçmesinin, tanışmasının ilk adımı ilk cümlesi, anadilinden başka bir dil öğrenmeye başladığında kişiye öğretilen ilk tümce, kendini tanıtma eylemi. Öyle bir tümce ki gayet normal ve sıradan bir soru aslında, önemli olan sorudaki sıradanlığın ötesinde soruya karşıt gelen cevaplar. Bu yazı, ‘Adın ne’ sorusunun muhatabı olan insanların belli bir coğrafyada yaşamaları ve yaşadıkları yerde maruz kaldıkları insan hakları ihlalini konu edinmiştir. İnsanların en doğal hakları olan isimlerinin belirlenmesinde karşılaştıkları sorunları irdelemek böyle basit ve sıradan görünen fakat iletişimin mihenk taşı olan bir sorunun muhatabı olan insanların yaşadıkları yerlerde karşılaştıkları sorunları görebilmek ve yok sayılmanın yarattığı ötekilik duygusunu anlayabilmek çabasıdır.
ÖTEKİNDEN DE ÖTEKİ
İnsanlık tarihine baktığımızda, insanı öteki canlılardan farklı kılan özelliğinin aklı sayesinde sahip olduğu farklılığının onu doğaya hâkim kıldığını görürüz. Özne, nesne diyalektiğinde insan kendisini merkezi bir konuma yerleştirince doğayı da yaşadığı çevreye hükmetme bağlamında öteki konumuna yerleştirdi, bu duruma tamamıyla hakim olunca da kendisine başka ötekiler bulma istenciyle çevresinde olan insanları ötekileştirmeye başladı. İnsan, doğası gereği güçlü olma ve sürekli olarak kendisine bir anlam yükleme mücadelesi verdi. Bütün bunları yaparken toplumu yarattı. İnşa ettiği toplumsal yapının kendi içerisinde yaratmış olduğu toplumsal eşitsizliği meşrulaştırma mücadelesi verdi.
İnsan; siyah beyaz, zengin fakir, soylu soysuz diyerek ayırım yaptı alttakiler ve üsttekiler dedi, buda yetmedi kadın dedi erkek dedi. Her şeye bir ayrım getirdi kimse eşit olamazdı bu insanın tabiatına aykırıydı. Bir zencinin bir beyaz kadar akıllı olması söz konusu değildi, bir Müslüman bir Hıristiyan kadar demokrasiyi savunamazdı, bir kadın elinin hamuruyla erkek işine karışamazdı. Ötekiler o kadar çoktu ki herkesin bir ötekisi olması gerekliliği insanın güç istenciyle örtüştü. Ötekileştirme bir tarihsel silsile gibi devam etti, ta ki Anadolu da şimdiki haliyle vücut bulup cisimleşinceye kadar. Bu kez halklar ötekileşti, yüz yıllarca birlikte yaşamışsan bile ne önemi vardı. Benim kendimi devam ettire bilmem için ötekine ihtiyacım vardı ve sen benim ötekim oldun.
Bütün bu ötekileştirmelerle birlikte geleneksel toplum yapısının hâkim olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde anadil ve cinsiyetçilik sorunu ile birlikte eşitsizlikler daha da belirginleşti ve durum daha da vahim bir hal aldı.
* Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler,2002,yky;s,109
HAYAT OYUNU
Her insanın kendi anadilinde bir isim kullanma hakkı vardır; bu en doğal insan hakkıdır. Ancak Anadolu da, bu hakkın ne denli görmezden gelindiği gerçeği; yüzümüzü güneşin doğduğu yöne çevirdiğimizde, aydınlık şöyle dursun Doğunun karanlıkta olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Bu ülkede insanın sahip olduğu aidiyetlerinden biri olan dilinden yoksun bırakılması gerçeği, geçmişten gelerek günümüze kadar devam eden uygulamalarla doludur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu da yaşamak etnik köken olarak da farklı olmak, üstüne üstlük bir de kadın olmak durumu çok daha vahim bir hale sokmaktadır, traji komik bir yaşam oyununun içine dâhil olmaktadır insanlar. Bir hayat oyunu ki türü dram ya da komedi, isterseniz yazının sonun da buna siz karar verin.
Şimdi birkaç kelime ile başlayalım; ‘‘portakal, gazete, fabrika, sedye, mekân, giysi, sabah, elma, etyemez ’’ sıraladığım bu kelimeler ne diye sorsam her bir okuyucunun cevabı birbirine yakın anlamları olan kelimeler olarak karşımıza çıkar, anlamlarını açık ve net olarak söylersiniz, ancak size karşıt olarak bende, verdiğiniz cevapların ötesinde bilinen anlamlarının dışın da bir anlamda kullanıldıklarını söylesem örneğin ‘portakal’ sadece bir meyve ismi değil bir insan ve bir kadın ismi desem yüzünüzde hafif bir gülümseme ile olabilir dersiniz. Neden olmasın gerçektende olabilir, bir anne ve bir baba çocuğuna ‘portakal’ diye isim verebilir, ‘gazete’ diye de isim verebilir, çocuğuna ‘fabrika’ da diyebilir; kişilerin inisiyatifine bırakılmışsa şayet, çocuğuna istediği ismi verebilir. Nede olsa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin maddeleri bize bu hakları sunuyor**. Öyle ise isteyen her insan yeni doğmuş bebeğine bir birey olarak onun tanımlanmasını sağlayacak olan adı özgürce bırakma hakkına sahiptir bu en doğal insan hakkıdır.
KAYIP KİMLİKLER
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2. Maddesine göre; ‘‘ Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslar arası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.’’ Türkiye Cumhuriyeti, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini 1949 yılında imzaladı. Ancak beyanname şartlarının belli kesimler üzerindeki uygulamalarına baktığımızda sadece kâğıt üzerinde atılmış bir imzayla sınırlı kalındığını görüyoruz. Bir anne çocuğuna istediği ismi bile bırakamıyorsa insan hakkından söz edile bilinir mi?
Etnik bir halkın yok sayıldığı bir dönemden geçmiş olan Kürt halkı tamda böyle bir insan hakkı ihlaliyle karşı karşıya kalmıştır, öyle bir hak ihlali ki yıllarca yok sayılmış bir halk ne ismiyle ne de diliyle var olabilmiştir. Modern dönem sömürgeciliğinin bir halkı yok sayma ve inkâr politikaları bugün ülkeyi bir çıkmaza getirmiştir. Geçmişteki yanlış politik uygulamalar iki halkı karşı karşıya getirmiş ve yaşanan onca acı ülkeye bir katkı sağlamadığı gibi Doğu- Batı ayrımı ve ötekileştirme, tabiri caizse ülkeyi neredeyse ikiye bölmüştür.
Kürt dilinde çocuğuna isim verme hakkı her Kürdün hakkıdır, tıpkı bir Türkün çocuğuna kendi dilinde isim verme hakkı gibi. Kendi dilinde isim verme ihlali ile yüz yüze kalınca ve de böyle bir ortamda insanlarda isimsiz ve kimliksiz olarak bir toplumda var olamayacaklarına göre yeni çözümler üretmek kaçınılmaz olmaktadır. Bir yasağın ardından
**İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 2.Madde
Kürtler, Türkçede nesne olan şeyleri isim olarak kullanmak zorunda bırakıldı. Anlamlarını bilerek veya bilmeyerek kızına ‘fabrika’ diyebildi bir Kürt baba. Pes diyebilirmiyiz Asimilasyonun bu kadarına ve bir insan hakkı ihlaline pes diyebilirmiyiz?
Bir halka sen aslında yoksun demek ve bizim seni varsaydığımız ölçüde var olabilmen için yani ‘kart kurt’ kelimelerinden hareketle dağlı Türkler olduğunuzu size göstermek için çok ama çok çaba sarf ettik. Bu denli bir çaba ülkenin gelişmesi için sarf edilmiş olunsaydı şayet, gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşıla bilinirdi. Bir bölgeye yönelmek ve bir kaos ortamı yaratmakla sadece Doğu Anadolu değil Batı Anadolu da bu olumsuzluklardan nasibini aldı. Halkın büyük bir çoğunluğunun işsiz olması ve eğitim seviyesinin dünya ülkeleriyle karşılaştırıldığında ne durumda olduğunu istatistikler göstermektedir. Kürtçe’nin olmadığını yıllarca savunan yönetici seçkin kesimin, yasa koyucularının sansürleriyle birlikte tabana yansıyan uygulamalar, çocuğuna Kürtçe isim veremezsin ‘‘yasak’’ diyen nüfus memurları ve önerileri, çocuğuna Welat, Jiyan, Berfin, Rojbin, demek isteyen anne ve babalara karşın çocuklara verilecek isimleri belirlerler. Çünkü seni bir kimlik olarak yok saymış bir zihniyet senin istediğin ismi çocuğuna vermez senin böyle bir hakkı talep etmen söz konusu dahi edilemez.
Cinsiyet temelinde değerlendirirsek, kadın olmak kişiyi farklı kılmıyor zaten, varlığıyla ve bedeniyle toplum içerisindeki konumuyla, yeri belirlenmiş olan öteki; yok sayılmanın da ötesini yaşıyor. Erkek tarafından kadına atfedilen rol çok kolay benimseniyor ve karşı cinsin buyruğu altında yaşamayı kendisine bir görev biliyor. Bu görevi o kadar iyi yerine getiriyor ki bu kadar sadık bir köle az bulunur. Böyle bir ortamda yetişen kadın için ezilmişliğin ve aşağılanmanın bir diğer adı egemenlerin desteğiyle, doğduğunda ona verilen isim oluyor. Kişi erkek çocuğuna ‘Siyabend’ diyemiyorsa, İslam dini onun kurtarıcısı olarak çocuğuna Mustafa veya Mehmet demesini kolaylaştırıyor, ancak ötekinden de öteki olan bir kadın olarak dünyaya gelmişse, bir de bu bölgede doğmuşsa sırf bu yüzden bir insan olarak, bir kadın olarak hakları çok daha kolay ihlal ediliyor ve işte bu nedenle de kadına verilen isimlerle, aslında kadın isimsizleştiriliyor.
Bütün bu sorunlarla beraber eğitim haklarının yıllarca ihmal edildiği bir bölgede kendi kendini savunamayan bir insanlar diyarında hak aramak söz konusu edilmez. Bu ülkede yaşıyorsan, bu ülkenin kurallarına uymak zorundasındır (ya sev ya terk et). Böyle olunca da, bu ülkenin bir nevi kamu malı olan çocuğunun adını da iktidardaki egemenler belirler. Sen çocuğumun adı ‘Berfin’ olsun diye ısrar etsen de karşıdaki ‘Ayşe’ olsun diye ısrar eder. Kişi anlamını bildiği ismi çocuğuna veremiyorsa o zaman bilmediği bir dildeki nesne isimleri ona hoş bir tını olarak gelir ve çocuğuna ‘sedye, mekân, etyemez, fabrika’ der. Nedense bu durum yadırganmaz ve kimliğe isim olarak işlenir nede olsa Türkçeye uygundur ve herhangi bir sakıncası yoktur.
Oyunun türüne ne derseniz deyin sonuçta bu yaşanmış gerçeklikler sahnelenmeye devam ettiği sürece; Sahnede, birileri birilerine hükmedecek insanlığının güç hırsıyla ve kendini var etme adına yok sayacak başka insanları ve yalancıktan demokrasinin en ateşli savunuculuğunu yaparak bizler ve ötekiler kardeşiz diyecek ve Kürt çocuklarına ‘‘tabak çanak’’ isimleri vermeye devam edecek birileri.
Daha insanca, daha özgürce ve daha kardeşçe yaşamak için 59 yıl önce imza attığımız, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 1.Maddesine bakmak yeterli; ‘‘Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.’’