Filmin galasındaki kısa söyleşide, sinemanın –sadece- eğlencelik değil, eğitici de olması gerektiğini düşündüğünüzü söylediniz. Seyredenlerin evlerine döndüklerinde de filmin üzerine, yani yoksulluk üzerine, diyelim proleter hayatlar üzerine düşünmeye devam etmelerini istiyorsunuz… Bunları söylediniz, sonra salondan birisi çıkıp, filmi izleyip kendi durumuna şükrettiğini söyledi. Ki halinden tavrından sözünden anlaşılan, konforlu bir orta sınıf hayatın içinden konuşuyordu. Demek, film aslında “eğitici” değil, didaktik değil, ayan beyan bir mesaj kakmıyor seyircinin kafasına; yoksa herhalde filmin mesajı “halinize şükredin!” değil! Didaktizmden uzaklık, sinema adına takdirlik bir durum! Bunu bir yana koyalım ve Size filmin “mesajı”yla ilgili ne düşündüğünüzü soralım. Siz seyredenler filmden ne gibi sonuçlar çıkarsın, nasıl hissetsin, ne düşünsün isterdiniz? Ya da isterseniz, kimseyi karıştırmadan, kendi hissinizi, düşüncenizi anlatsanız…
- Aslında ‘eğitim’ ve ‘eğitici’ kavramları mevcut okul düzeninden beslenen kavramlar olduğu için, didaktik ve lineer öğreticilikle eş anlamlı hale gelmişler. Gözlemin veya deneyimin veya sadece bakmanın bile zihni ve yaşamı etkileyebileceğini, en güçlü eğitim materyali olabileceğini es geçer konumdayız sanki.
Bu anlamda mesaj veya eğitici bir derdiniz olduğunda ve bunu sanatsal ürünlerle ortaya koymak istediğinizde, bu mesajı bir yerlerle gizlemelisiniz. İzleyici veya gözlemcinin kendi zihninden bulmuş gibi beynini kandırarak, verilmek istenen mesaj, his veya tecrübe kişi için daha da içselleştirilebilir. Bu da sinema için; öykü ve senaryonun yapısı, karakterlerin iç dünyasının kurulumu ile direkt ilgili bir durum.
Zerre’de de benzer bir yaklaşım var. Ne diyaloglar, ne de giriş-gelişme-sonuç yapısına yaslanarak verilen bir tutum söz konusu. Objektif, taraf olmadan belge niteliği taşıyarak bir hayat kesitini resmetmek; bu kavramda o karakterle özdeşleşerek, aslında onun yaşadığı tüm zorlukları, çözümleri ve hisleri, onun gibi deneyimlememizi sağlıyor. Ki bu tecrübe bence en büyük mesajların ötesinde direkt ‘yaşayarak öğrenme’ metodu ile direkt bir değişim ve farkındalık demek oluyor.
Zerre ile ilgili birçok okuma ve izleyici yorumuna göre bir eserin okunması hususunda şunu bir kere daha fark ettim. Siz objektif olunca veya özel bir yere işaret etmeyince; izleyici nerede konumlanıyorsa oradan okuyabiliyor filmi. Benim düşünceme göre ise Zerre katmanlı bir öykü olarak tasarlandı. Karakterin yapısı ile ilgili çıkarımlar veya makro evrende anlamsız gibi gözüken küçük parçaların nasıl bir mücadele veya hayat barındırdığının yansıması ve sadece safça bir kadını izlemek, onun yerine kendimizi koymak yeterince tecrübe veya düşünce barındırıyor.
Prekarizasyonun dünyasını anlatıyorsunuz. Güvencesiz, aşırı “esnek” çalışanların, ertesi gününü nasıl kurtaracağını bilemeyenlerin hayatı… Zamanımız kapitalizminde güvenceli, nizamlı, sürekli istihdam giderek istisnaileşiyor, prekarizasyon denen bu çalışma veya çalışamama (işsizlik) biçimleri olağanlaşıyor. Bu durumun insanların hayatlarını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsanız? Prekarizasyon koşullarında emekçilerin hak mücadeleleri yeni biçimleri gerektiriyor mu Sizce, yeni biçimler ortaya çıkar mı, nasıl çıkar? Filmin hazırlık çalışmaları çerçevesindeki gözlemlerinizden hareketle de söyleyecekleriniz olur belki.
- Ben iktisat okurken bir kavram üzerinde çok durulurdu. Hatta birçok teorem, formül vardı. Bunun adı ‘öngörülemeyen maliyetler’di. Aslında çoğu eğitimsel kavramı hayata aktaramadığımız için, bu kavram da sadece bütçe yapılırken kullanılan bir kavram olarak kaldı. Bu kavramın önemi çok sık karşıma geliyor. Örneğin çalışan kesim açısından bu kavramı düşünürsek, kişinin bir işinin olması maaşının olması, onun işsiz olmadığı anlamına gelmiyor. Çalışan kimse aldığı maaşı ile farkında olmadığı tüm giderlerini, yıpranmasını, emeğinin düzey ortalaması içindeki konumunu hesaplayabilse orta ve uzun vadede çalışmasının aslında zarar yazdığını çok rahat fark edebilir. Özellikle asgari ücretli zor çalışma koşullarında çalışan binlercesi için bu teorem bunu ispatlayabiliyor. Ve kirayı ödemek, günü döndürmek için lazım görülen bu maaş sistemi bir süre sonra ciddi sıkışma ve daralmaya hatta büyük ekonomiyi olumsuz etkilemeye kadar gidiyor. Tabii bu teoremden hareketle, hiç çalışmayıp evde oturmanın kar olarak görünmesi tam doğru olmasa dahi, farklı bir gelir emek dengesi gerekli. Bunun çözümü de sanırım ekonomistlerin işi.
Ayrıca bu gibi ezilen sınıflar, emekçilerin hakları, hakkedişler, ücret sistemi, iş-işçi-işveren dengesizliği gibi konuların aslında milattan öncelere kadar dayanan, ne hükümet ne devlet ne ideoloji ve her türlü sistemden bağımsız olduğu; yüzyıllardır insanlığın benzer sorunlarla boğuştuğunu ve halen bir çözüm bulunamadığını fark edebiliyoruz. O yüzden yeni bir düşünce biçimi ekseninde, daha evrensel ve farklı bir yol bulmak gerekli ama bunu ne olduğu benim çalışma ve inceleme alanıma maalesef ki girmiyor.
Filmin “kahramanlarının”, iş bulmaya, günlük geçimliğini kazanmaya çalışan insanların müthiş bir katlanma gücü, müthiş bir adaptasyon potansiyeli taşıdığını görüyoruz. Olumsuz yanından bakarsak, tabiyeti, madunluğu, mazlumluğu ve zulmü yeniden üreten bir sabır ve tevekkül…. Olumlu yanından bakarsak, bir hayata tutunma, bir sıkıntıyla baş etme enerjisi… Sizce bu enerji müsbet bir kanala akıtılabilir, buradan bir “hareket”, “başka türlü bir şey” çıkabilir mi?
- Çok uzun cevap verebilirim. Ama kısaca fikrimi şöyle söyleyebilirim. Bu sahibinin bilmediği enerjinin ana kaynağının Varoluş olduğunu düşünüyorum. Hiçbir anlam ifade etmese veya yokluğu bir değişime sebep olmayacaksa bile var olmuş olmak, var kalmaya çalışmak büyük bir yaşama potansiyelini içinde barındırıyor.
Filmde yürüyemeyen, konuşamayan vasıfsız bir karakter olan Zeynep’in engelli çocuğu Gülçin için, festivalde bir yorumcu şöyle sormuştu: Bu çocuk senaryo’da ve filmde hiçbir amaca hizmet etmiyor, hiçbir görevi yok, olmasa da olurdu, neden filmde görüyoruz diye. Söylediğim şey şu idi: Peki bunun gibi bir çocuk gerçek hayatta neden var? Görevi amacı yokmuş gibi sansak da... Bunun cevabını da veremiyoruz. Var olması, yeterli ve bir sebep. Her ne kadar senaryo da dahi bu küçük kızın, Zeynep ve annesi ekseninde birçok amacı olsa da.
İşte bu, yaşamak istemenin ve var olmak istemenin içgüdüsel enerjisi, tarih boyunca hep mücadeleye, direnmeye ve karşı koymaya kaynak oluşturmuştur. Bu yüzden bu enerji, sınırda yaşayanlarda her zaman daha büyük bir sinerjiye, daha büyük bir kırılma ile değişim başlatmayı başarmıştır. Sadece bu mazlumluk ve tevekkül, farkındalık ile gün yüzüne çıkınca, kişi kendini farkedince yeni bir yaşam biçimini sorgular ve harekete geçebilir.
Filmin kahramanı kadın. Kadınların bu konuştuğumuz sabır ve baş etme enerjisi bakımından daha “güçlü” olduklarından söz edilebilir mi? Var mı böyle bir “kadın gücü”?
- Yaratıcının cinsiyeti olsaydı dişi olurdu denir, yaratmak ve olmak kavramından hareketle. Bu yüzden doğuranın, doğurganın; doğanın en güçlü varlığı olması çok kabul edilir bir durum. Gücün sadece fiziki güçle ölçülüyor olması veya fiziki gücün yüzde olarak kadınlarda zayıf olması asıl erk’in kimde olduğunu da ispatlayamaz. İçşel olarak kesinlikle kadınların daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Erkek hep güçlüdür ezberi her zaman doğru sonuç veremeyebiliyor. Yukarda bahsettiğim kapsamda, varoluşun kadınlar da ki üretme ve koruma duygusu ekseninde daha baskın olması nedeniyle; sabır, mücadele, hayata tutunma ve güç kadına daha çok yakışıyor. Kişisel olarak deneyimim; Annem’in her zaman Babam’dan daha güçlü olduğu gözlemime dayanıyor.