Analizlerin Üstüne Çöktüğü İlçe: Reyhanlı

Reyhanlı’daki patlama memleket sağı açısından belli temaların yeniden derlenip toparlanmasına ve duyurulmasına yaradı. İktidar iç siyasette olayın üzerinden birkaç saat geçmeden suçluyu ilan etti. Suçlu ilan edilirken “bir Marksist örgütün desteklediği düşünülmektedir” gibi muğlâk ifadelerle genel olarak kamuoyunda terörist imajı yaratan setleri, istihbarat örgütleri gibi ifadelerle gizli kapaklı dönen ve hikmet-i hükümet gereği hiçbirimizin tam olarak anlayamayacağı -ama tam da bu sebeple kesin vargılara varabilmemizi sağlayan- kelime dağarcığını kullandı. İkinci olarak hükümetin hamlesi Suriye ile olası bir savaşı protesto edenleri 1 Mayıs gösterilerinde bir daha deneyip sınadığı ve “sorunsuz” olduğunu gördüğü şiddetle püskürtmesi oldu.[1] Kısaca sokaktaki protestolara hamle de bu “kararlılığın” bir nüvesi. Son olarak da dışarıya seslenerek taleplerini uluslararası düzlemde meşrulaştırma çabasına devam etti. Dış destek arayışının pek de olumlu sonuçlanmadığı, Davutoğlu ve Başbakan’ın Baas’ın da içinde olduğu bir diyalog sürecine taraftar olduklarını belirterek aslında hükümetin tüm bu bağırış çağırışın içerisinde geri adım atmaya hazır olduğuna yorulabilir belki.

/

Muhalefetin CHP-MHP kanadı ise kısaca, lafı uzatmadan basitlikle söylersek, “benim insanım onların insanından daha değerlidir” zihniyetinin çıktısı olarak, yanlış dış politikalar izleyerek insanımızın hayatını kaybetmesini sağlıyorsun eleştirisinin ötesine geçemedi. BDP’de birlik ve beraberlik mesajı vererek, sınırdan geçişlerin kontrolsüz olmasıyla ilgili teknik bir eleştiri getirdi.

Bu kısa özeti daha derinlikli analizler yapması ve doğru tavırlar alması beklenen sol, hakikaten yukarıda tavırlarını aktardığım gündelik siyasetin muhafazakâr bilgi üretiminden ayrışabiliyor mu gibi basit bir soruyu eşelemek için verdim. Bu soruyu sordurtan yazıya gelirsek; Tuncay Birkan Tophane Saldırısı’nın akabinde yapılan “tahliller” üzerine, soldaki makro kavrayışın kolaycılığını ve tanımlayıcılığını teşhir ederek açıkça huzursuz eden, hatta okuyanı sinirlendirebilecek çok duru bir yazı yazmıştı. Bu çerçevede temel derdim şu; evrenseli makro ile karıştıran bilgi üretme iddiası, evrensel olduğu iddia edilen bilgiyi yerelde sınamayan bir üşengeçliğe bürünerek tanımların, aynılaştırmaların, beylik lafların ve sığlığın esiri olunca da ortaya pek de “Marksistçe” bir şey olmuyor. Daha kötüsü, “makro dış politika” analizinden farksız, realpolitik çerçevesinde aslında devletten başka bir faili olmayan yorumlar solu da esir alıyor. Nerede durursa dursun, sol cenahta da “Rusya ve Çin, Suriye’yi destekliyor, ABD ve AB, muhalifleri destekliyor”dan ibaret ve her kelimesi jeo bilmem ne ile başlayan stratejicilik fetişizmi bunun en büyük ispatı sanıyorum.

Birkan, o yazıda Birikim’in yerellik temalı sayısındaki yazısından bir dipnota değinmişti gelebilecek eleştirilere karşı.

“Sol, dünyanın her yerinde bütün muhafazakârlığın şiarı olan şeye, yani halkın her ahval ve şeraitte ‘sağduyu’yu, ‘bilgeliği’ vs. cisimleştirdiğine inanmaz, ailesiyle, çevresiyle, milletiyle barışmaz, kaynaşmaz. […] Ama o yazıda bir ayrım yapmıştım: Bir varoluş biçimi olarak yerlilik ve siyasal iletişim, etkileşim yolu olarak yerlilik. Solun, sol kalmak için birincisini -şimdi burada tekrarlamayacağım nedenlerle- kesinlikle reddetmesi gerektiğini söylerken, memlekette sahiden ses getirebilecek düşünceler ve pratikler üretebilmek için ikincisi üzerinde çalışmakla mükellef olduğunu söylemiştim.”[2]

Bilgi üretirken yerellik mevzusunu tefekkür etmek tam da bu açıdan önemli; çünkü solun bir kısmı -kendini solcu olarak tanımlayan hoşumuza gitmeyen herkese onlar da solcu mu deme sekterliğinin anlamsızlığını anlatmama bilmem gerek var mı?- iştahla Reyhanlı halkının Suriyeli mültecilere saldırdığı haberlerini verdi dakika dakika. Tam da Birkan’ın işaret ettiği muhafazakârlığın şiarı, yani halkın her koşul altında sağduyulu olduğu fikrinin esiri olmak, ideolojik bir set olarak Suriye’ye emperyalist müdahale olduğu ve Suriye muhalefetinin yanında olmanın emperyalizme hizmet olduğu fikrinden besleniyor. Kısaca analizin şeytani öznesi emperyalizm. Dolayısıyla patlamanın sorumlusu da homojen bir şekilde “gerici” olarak adlandırılan ÖSO. Peki emperyalizmle kastedilen ne? Muhtemelen en başta ABD, ikinci olarak da AB ülkeleri. Bu devletlerin arkasına, emperyalizm deyince dememek ayıp olur, hemen bir sermaye eklentisi de iliştiriliyor. Bu sermaye ne menem bir şeydir, kimdir necidir sorularını şimdilik bir kenara bırakırsak; emperyalizm karşısında savunulan Suriye devlet aygıtı. Zaten böyle bir zihin dünyası Reyhanlı’daki mültecileri emperyalizmin figüranları ve Reyhanlı’da hayatını kaybeden insanları emperyalizm ve onu destekleyen hükümetin kurbanları olarak görüyor. Reyhanlı’da hayatını kaybeden insanlar, Reyhanlı’daki mülteciler, Reyhanlı halkının sorunları ve Suriye’de yaşananlara dair ayrı ayrı etraflı bir analiz sunamıyor.

Solun bir diğer kısmı ise öncelikle Reyhanlı’daki patlamanın sorumlusunun ÖSO olmadığını deklare etti ve Reyhanlı patlamasının faillerinin bulunmasını istedi. Bu grup esasında, özellikle Esad rejimi devrilmedikçe ve muhalefete dair tartışmalar da ayyuka çıktıkça, ÖSO’yu homojenleştirmekten kaçınarak basitçe iyi ve kötü/gerici muhalifler ayrımı yapıyor. Yapılan sol içi tartışmalarda hasebiyle belirtmekte yarar var[3], “bu grup” derken Troçkistleri kastetmekten imtina ediyorum; zira ilk olarak patlama karşısında bir kesimin ortaklaştığı bir tutum bu ve hepsi Troçkist değil. Ama bu tanımlama merakında da öte derdim Troçkist-Stalinist vs. tartışmasına angaje olmaktan kaçınmak. Suriye’de yaşanan savaşa ve Türkiye’de gerçekleşen patlamaya dair analizlerin/üretilen bilgilerin arasındaki farkların böyle bir tartışma ürünü sonucu değil, aksine benzer bir sistematiğin farklı yüzleri olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede, bu taraf da başka bir dış politika analizi üzerinden çizgisini belirliyor. Yani Esad diktatörlüğünün yıkılması gerekliliği, Suriye’nin devrimci bir duruma girdiği, ÖSO’nun içerisindeki sol muhalefetin desteklenmesi gerektiği ve Suriye’de devlet aygıtının bir başka güce devrinden öte bir devrim ihtimali iddia ediliyor. Daha ilginci, bu kesim için de şeytani özne Esad’ın devleti; çünkü Esad yıllarca emperyalizme hizmet etmiş olmakla itham ediliyor. Ortalık toz duman olduğu için ÖSO içerisinde de emperyalizme hizmet edebilecek gruplar olduğundan bahsediliyor.

Bu minvalde, açıklıkla söylemekte beis yok, bu memlekette herkes Ortadoğu’yu bildiğini iddia ediyor. Sağ taraftan gelen yorumları bir kenara bırakıp kendimize bakalım; emperyalizm kavramı kavramsal çerçevemizi ve coğrafi olarak Ortadoğu’ya yakın ya da Ortadoğu’da olmamız da ampirik setimizi bize teslim edip en doğru politik analizi yapma yetisini vermiyor. Aceleci yapılan birçok yorum gösterdi ki, bırakalım Ortadoğu’yu, Suriye özelinde devlet rejiminin sosyal dinamikleri, hatta Esad ailesinin geçmişini bilmeden kestirmeden son derece keskin yorumlar yapılıyor. Herhalde Ortadoğu’yu en iyi bilenlerden biri olan Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi kitabında Mısır ve Suriye’nin otoriter rejimlerinin sürdüğü ve hatta daha da sağlamlaştığı yorumunu yapmıştı.[4] Bunu Hamit Bozarslan’ın tahlilinin yanlışlığını vurgulamak ya da oryantalist bir dille Ortadoğu’da hiç belli olmaz bu işler demek için vurgulamıyorum tabii ki. Aksine o kadar detaylı ve başarılı bir analiz bile öngörüsünde yanılabiliyor; zira bu sadece bir öngörü ve insanlık tarihi -onu bir kenara koyalım, bu tarihe dair yazılan onlarca tez ve kitap- yanılgılarla dolu.

Yapay bir kavramsal bir çerçeve yaratılıp, sadece o yaratılan çerçeveye konuşan anlamsız bilgi üretim sürecini eleştiren “IQ testi sadece IQ’yu ölçen testtir” diye bir klişe var bildiğimiz gibi. Durum biraz buna benziyor. Yanı başımız, komşumuz dediğimiz Ortadoğu üzerine okumadığımız çok açık. Emperyalizm üzerinden türetilen fikirlerin işlevsizliği, bir kesim Esad emperyalist derken, diğer tarafın Esad karşıtları emperyalist demesiyle, kavramın bulanıklaşmasıyla belirginleşiyor. Emperyalizm her kapıyı açan bir maymuncuk, ama Suriye’de emperyalist yönetim düşmüyor çünkü Rusya ve Çin arkasında ya da muhalifler tamamen Batı tarafından silahlandırılan emperyalizmin oyuncağı çapulculardır diyerek iki kelimesinden biri aslında devlete referans veren yorumlar, uluslararası ilişkilerde ilk senesi bitmiş ve tüm dünyayı anladığını sana bir üniversite öğrencisinden daha iyi analizler hakikaten değil. Sol grupların yurtdışı bağları ve orada dayanışma içerisinde oldukları örgütlere göre tutum almaları tabii ki oldukça önemli ve örgütlenmenin bir gereği. Fakat bu makro analizlerle öngörülen her şeyin olacağı anlamına geliyor.

Tüm bunları akılda tutarak sol ve yerellik bahsine geri dönersek, büyük devlet olma politikasını eleştirirken açığa çıkan şey daha vahim. Büyük devlet olma ihtirası eleştiriliyor; çünkü devletten başka bir özne kabul etmeyen, ondan da öte devletin bekasından başka bir motivasyonu olmayan vicdansız bir irin bu. Fakat eleştirirken yapılan analizler devletten başka neye öznelik atfediyor? Emperyalizm deyince sermaye giriyor devreye de, o sermaye sadece devletlerle ve petrol şirketleri ile özdeşleştiriliyor. Tüm Ortadoğu tarihinin petrol, emperyalizm ve diktatörlük üzerinden okunması, Birkan’ın memlekette sahiden ses getirebilecek düşünceler ve pratikler üretebilmek için üzerinde çalışmakla mükellef olduğunu söylediği siyasal iletişim biçimi olarak solun yerelliği mevzusu üzerinden düşünüldüğünde durumun vahameti ortaya çıkıyor. Ortadoğu okuması ile solun yerelliğinin ne alakası var denilebilir. Şöyle bir alakası var ki bu tip bir okuma, Arap yarımadasını ve hatta Arap Baharı üzerine yazılan çizilen de gördüğümüz gibi Kuzey Afrika’yı da içine almak üzere koskoca bir coğrafyayı Ortadoğu olarak homojenleştirmekle malul. Öznelik atfettiği şeyler emperyalist baskıcı/diktatör devlet ve ona karşı ayaklanan yekpare bir halk ya da emperyalist güçlerden destek alan terörist bir grup ve bağımsızlıkçı bir devlet. Bu okumanın ne kadar zorlama olduğu ve solun bir siyasal iletişim biçimi olarak yerellikten uzak kalmasının sonuçları Reyhanlı patlaması üzerine yapılan analizlerde görüldü. İlk elde içerisinde mültecilerin de olduğu onlarca insan hayatını kaybetti. İkinci olarak da yakıcı bir mülteci sorunu ortaya çıktı. Sol, analizini realpolitik çerçevesinde yani açıkça sağcı bir yerden türetince, sonuç olarak ortaya mültecilerin sınır dışı edilmesini isteyen bir taraf ve mültecilere daha duyarlı gözüken ama esasında telaşla mültecileri masum ilan etmek zorunda kalan bir başka taraf ortaya çıktı. Mültecilerin sınır dışı edilmesini istemeye dair kelam etmeyi sol adına konuşurken zül sayarım, hastalıklı bir fikir başlı başına. Herkes kendisini sol olarak tanımlamakta özgür ve sol bir grubun tekelinde değil tabii; ama mültecilerin sınır dışı edilmesini talep etmek ve yerel halkın içerisine düştüğü hezeyanı iştahla haber olarak vermek solla uzak yakın alakası olmamasının yanında, vicdansızlık. Öte yandan bir diğer cenahın da mültecileri masum ilan etmek zorunda kalmasının kendisi sorunlu, çünkü daha öncesinde mültecilerin realpolitik analizin bir figürü olarak kabul edildiğini gösteriyor. Oysa mülteci sorunu solun evrensel prensipleri ile alakalı ve masumiyet tartışmalarının bir konusu değil. Yani sorun, kestirmeden emperyalist diktatöre karşı özgürlük mücadelesi veren halk homojenleştirmesine gidilerek mültecilerin savaşın esas mağdurları olduğu unutulup, savaşın bir öznesi haline getirilmeleri. Daha açığı mülteciler yapılan o büyük analizlerin mezesi olmamalı; zira savaşın sebebi ne olursa olsun onun öznesi değil nesnesi durumundalar. Mültecilerin sorunları başka evrensel bir kategori olarak kurulmalı.

Bir adım daha atarsak, Reyhanlı’da yaşanan facianın ertesinde insanların galeyana gelmesi ayrı bir kategori ve üstünün kapatılmaması gerekiyor. Solun yerelliğe dair alacağı pozisyon bu noktada önem kazanıyor. Kendi halkının her zaman sağduyulu davrandığı kabulünden tamamen vazgeçip, linç kalkışmasının sebebi olan oradaki sorunlardan beslenen milliyetçiliği ve devlet aygıtının umursamazlığını ifşa etmesi ilk akla gelen.

Son olarak Suriye’de yaşanan savaşa dair alınacak tutumun tüm bunlardan ayrı düşünülmesi gerekiyor. Elbette bu ayrı düşünme edimi, ulusal sınırlara referans veren bir ayrım değil. Sığ bir şekilde düşünürsek, pratikte tabii ki Suriye’den gelen mülteciler olmasaydı Reyhanlı’da patlama olmayacaktı. Ama hemen sınırın ötesinde olacaktı bu patlama, oluyor da. Eğer bu bizi farklı derecelerde rahatsız ediyorsa, orada bir sorun var zaten. Ayrı düşünme edimi sınırlarla alakalı değil; analizini güç/devlet üzerinden yapmak yerine Suriye’de farklı sosyal dinamikleri hesaba katan ve homojenleştirmekten kaçınan bir biçime referans vermeye çalışıyorum. Türkiye’ye gelen Umberto Eco’nun bir röportajda Arap Baharı tarihte bir pasaj oldu ama bir çözüm olmadı diyerek Arap Baharı diye tanımladığımız şeyin başarısız bir kalkışma olduğu ve siyasal bir sistematiğe dökülemediğini işaret etmişti.[5] Çünkü Mısır’ın, Libya’nın, Suriye’nin, Bahreyn’in ayrı yerler ve ayrı dinamiklere sahip olduğunu hatırlamak lazım. Gene Eco’nun İstanbul’a gelip Anadolu insanının ne düşündüğünü anlayamam demesi gibi, coğrafi olarak yakın olmamız oraları bildiğimiz anlamına gelmiyor.[6] En nihayetinde solun farkı eşitlik gibi evrensel ve normatif değerler öne sürerek[7], yerel bilgiyi bu ilkelere yakınlaştırması iddiasına dayalı. Bu da yerel bilgiyi en iyi solun bilmesi gerektiğini gösteriyor; çünkü iddiası bu. Aksi bir analiz ise, cinayeti büyük devlet olmanın bedeli olarak yorumlamak ile aynı analiz birimlerine sahip olmakla malul. Tek çıktısı da politik değil, vicdani oluyor ve insanların ölümünün acımasızca olduğunu söylemekten ileri geçemiyor. Oysa insanlar gene ölecek ve buna karşı bir siyaset inşa etmek gitgide daha fazla önem kazanıyor. Bu minvalde süreçte en çok eleştirilen yazılardan birisi Cengiz Çandar’ın insan canını ve kanını büyük devlet olmanın bedeli olarak saydığı köşe yazısı oldu. Büyük devlet olma ihtirasına ve onun övgüsüne bekletmeden sağlı sollu kontra yapmak çok zor bir şey değil. Sanırım zor olan, büyük devlet olma ihtirasını basitçe tarihin öznelerinin ezilenler olarak okuduğunu iddia ederek ve analitik bir şekilde eleştirmek. Başarabiliyor muyuz hiç emin değilim.

/

Toparlarsak, sağın ne yaptığı zaten malum. Kitaplarda uluslararası ilişkilerde realizmin gücünü gerçekten aldığı, basit olduğu, devlet ve güçten başka bir şeyle ilgilenmediği ve içeride ne olup bittiğini umursamadığı anlatılır uzun uzun. Realizmin diğer analiz biçimlerine karşı en büyük karşı çıkışı da normatif olmalarıdır. Hatta bu melanetin mucitlerinden Morgenthau, Hobbes’un insan doğasına dair olan tüm kötücül fikirlerini alıp uluslararası ilişkilere uygular bildiğimiz gibi. Esas korkutucu olan solun da sağın analiz birimleri ile tersten ama aslında aynı kapıya çıkan bir okuma yapması, Morgenthau’yu, o kötücüllüğü haklı çıkararak ütopik düşler kurmaya üşenmesi. Kısaca laga luga yapma, realpolitik olanı olduğu gibi görür ukalalığını haklı çıkartan bir tutum alması. Solun zihni net olanlarının hali kafası karışık olanlardan beter ve açıkçası argümanlarının çoğu ikna edici değil. Ortadoğu’da birçok ülke uzun zamandır son derece otoriter yönetimlerce yönetiliyor. Bu da yeni bir şey değil. Yeni olan, insanlar ölmeden ve memleketin iktidarı pozisyonları netleştirmeden oraları merak etmemiş olmamız; bildiğimizi iddia ettiğimiz yerleri hiç bilmediğimizin her gün bir kez daha ispatlanması. En acısı da, tüm bu bilgiçlik içerisinde Reyhanlı’da patlamada hayatını kaybeden insanları ve orada yaşamak zorunda kalan mültecileri bu zoraki analizlerimize iliştirmemiz.


[1] Bu arada, tüm bu 1 Mayıs hengâmesinin arkasında İstiklal Caddesi’nde yürüyüş yapmanın yasaklanması daha da vahim. 1 Mayıs’ın anlamı hepimizin malumu; fakat İstiklal Caddesi’nde haftanın her günü ve her saati olan yürüyüşler protestonun kitleselleşmesi, protesto edilen şeyin duyurulması ve hep sokak sokak diye güzellediğimiz alanın kullanımı açısından pratik olarak çok daha anlamlıydı. Bunu mesaj olsun diye söylemiyorum tabii ki; sokakta protesto alerjisi ve sert müdahalenin basbayağı hükümetin rutinine dönüşmeye başlamasını vurgulamaya çalışıyorum.

[2] Tuncay Birkan, "Tophane Saldırısı Sonrası: Mutenalaştırma ‘Tahlilleri'", http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=667&makale=Tophane%20Sald%FDr%FDs%FD%20Sonras%FD:%20Mutenala%FEt%FDrma%20%22Tahlilleri%22, 8 Ekim 2010

[3] Bu tartışmaya dair örneğin bkz:Oktay Orhun, “Reyhanlı’dan Bakınca: Troçkist Solun Söylem Sorunu”, http://www.sendika.org/2013/05/reyhanlidan-bakinca-trockist-solun-soylem-sorunu-oktay-orhun/, 12. 05. 2013.

[4] Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonundan El-Kaide’ye, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s. 343.

[5] Cansu Çamlıbel, “Siz Farklısınız”, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22991926.asp, 8 Nisan 2013.

[6] Aman bu teşbihi “Türkiye, Ortadoğu’nun İstanbul’udur” gibi anlamayalım da!