Bu satırlar Gezi Parkı protestoları ile başlayıp toplumsal bir kalkışmaya evrilen sürecin hakkaniyetli bir analizine duyulan ihtiyaçla kaleme alındı; ne var ki metni kaleme alan kişi kendini sürecin bir tarafında görmekte: O, devlet erkini bütünüyle elinde bulunduran iktidara karşı, direnişçilerden yana. Bu yüzden bu metin taraflı ve dahası tam da bu sebeple sürece müdahil olmak istiyor. Metnin içindeki birkaç ama, sürecin seyrinde direnişçilerin elini güçlendirmek için dile getirilmiş yapıcı eleştiriler, yoksa hareketin sönümlenmesinden yana üretilmiş itirazlar değil. Dahası yazar, okurunu sürece ortak etmek istiyor, onu direnişe katılmaya davet ediyor.
Ne var ki, yazar sürecin başından beri meydanlara dökülen insanların içinde arkadaşlarını görüyor, düne kadar hiçbir eylemde görmediği arkadaşlarını... Oysa kendisi, bu insanları ve onların dahil olduğu toplumsal katmanı tanıdığına inanıyor. Onlar, tam da kendilerinin analiz edilmesine karşı gelen kentli bir kuşağın orta sınıflar içerisinde yer alan kesimleri: Banka çalışanları, reklamcılar, iletişim uzmanları, türlü türlü yarı zamanlı işlerde çalışan üniversite öğrencileri vb. Tarih çelişkilerle yüklü. Ne Türkiye’nin tüm iç ve dış dengelerini parçalayan ve yeniden kuracak olan bu kuşak süreç için mücehhez, ne de o kuşağın yarattığı bu yeni toplumsal duruma müdahil olan sınıflar ve onların temsilcileri. Kimse öngöremiyor. Toplumsal patlamalardan çıkarılması gereken ilk ders de bu, öngörüler sıfırlanıyor.
Olaylar ilk patlak verdiğinde herkes sürecin kendiliğinden bir hareket olduğunda hemfikirken, kısmi durulmanın (ama ne durulma; ayın hem sekizinde hem de dokuzunda yüz binlerce insan yine Taksim Meydanı’nda aynı coşkuyla toplandı, hep bir ağızdan sloganlar attı...) yaşandığı şu günlerde süreci ister desteklesin, ister karşısında yer alsın düşünürler, köşe yazarları, akademisyenler, stratejistler, siyasi parti temsilcileri harıl harıl eski yazılarını tarıyorlar, bu toplumsal patlamayı öngördüklerine ilişkin satırları bulup çıkarıyorlar, “Ben demiştim,” diyorlar. “Hadi oradan,” diyesim geliyor. Elbette hepimizin yazdıklarında toplumsal bir gerilimin biriktiğine ilişkin satırlar var. Hepimizin Türkiye’de güçlü bir muhalefet eksikliğinin yarattığı sorunlardan dem vurduğumuz paragraflarımız mevcut, hatta sıklıkla mevcut. Ve hatta birçoğumuzun yazdıklarında AKP’nin otoriterleşen eğiliminin kendini ayakta tutan toplumsal ve ekonomik istikrara yönelmiş bir tehdit olduğunu dile getiren ifadeler bulup çıkarmak da pekâla mümkün. Eh o halde, şaşırmamışız gibi mi yapacağız? Ben şaşırdım, afalladım, sokaklara dökülen kitlenin bilinçli ve örgütlü kesimlerin taleplerinden çok daha ileri bir talebi (Hükümet İstifa!) ilk birkaç gün kararlılıkla dillendiriyor olmalarından gururlandım. Kendimize kızdım. Evvel zamanda yazdıklarımıza inanmıyormuşuz meğer. Bu inanç meselesinin toplumsal bir karşılığı da var. Konuştuğum herkes “Bu topluma dair umudumu yitirmiştim ama tüm bu yaşananlarla birlikte tekrar inanmaya başladım,” diyor; kendiyle, yanındakiyle iftihar ediyor. Buna karşı kimileri, on günü geçen olayların ardından somut bir kazanım elde edilemediğinden yakınıyor; bu doğru değil. Çok önemli kazanımlar var: Engellenen toplu ulaşım kanallarını yürüyerek bertaraf eden, barikatlar kurup polis şiddetine direnen, basının utanç verici sessizliği karşısında kendi haber alma kaynaklarını sosyal medya üzerinden bir anda inşa eden, ülkenin en büyük şehrinin en büyük meydanından devlet erkini kolluk güçleriyle birlikte def eden, bu meydanda fiilen kamu otoritesinin düşmesini değil, farklı bir bağlamda yeniden tesis edilmesini sağlayan, açık bir şekilde -burjuva manada- hukuksuz bir faaliyetin içinde bulunan direnişçiler; moral üstünlüğü bu birkaç güç içerisinde birleşik toplumsal muhalefetin eline geçirdi. Toplumun önemli bir kısmı, eylemlere yasal ya da yasadışı diye bakmaksızın onları fiili ve meşru görüyor. AKP’ye oy vermiş birçok insan tüm bu olayların bu denli büyümesinde polis şiddetini ve başbakanın kibrini işaret ediyor. Alâmet-i fârikası mağduriyet ve ekonomik istikrar beklentisi olan hükümet, tüm inandırıcılığını yitirmiş durumda. Dahası, Başbakan’ın Türkiye’ye gelip havalimanında olayların faili olarak buyurduğu “Faiz Lobisi” eğer “Interest Lobby” kavramının çevirisi olan “Çıkar Grupları” anlamına geliyorsa(!), AKP taraftarları içinde de ancak kendi yandaş ve paydaşları Başbakan Erdoğan’a bu konuda inanıyor olabilir. Yoksa iktidar partisine oy veren nüfusun %30’a yakınını oluşturan yoksul halk değil. Tüm bunlar birer kazanım, kolay kolay kaybedilemeyecek, kaybedilmemesi gereken cinsten.
Buna mukabil sokaklardaki kitlenin apolitik bir kuşak olduğu çok sık dile getiriliyor, katılmıyorum. Sokaktakiler, yaygın politik söylemin dışında yer alan ve geleneksel kurumlar içinde örgütlenmeyen ne var ki kendilerine göre bir tutumu ve dünya görüşünü bireysel olarak sahiplenen, kendi aralarında bunu söyleyen, yayan insanlar. Evet, bu insanların büyük çoğunluğunda Cumhuriyet’in kurucu kuşağı bir kültür değeri olarak sahiplenilse de kimsenin askeri olma derdinde değiller. Kürt sorununda bir çoğu, “Yeter ki barış olsun,” diyor. Bu kuşağın çalışan kesimlerinin büyük çoğunluğu, iş yerlerinde evlerinden farklı bir yaşam tarzının kendilerine dayatılmasına içten içe büyük bir öfke biriktirmiş durumda. Tüketim alışkanlıklarına gelen müdahaleler bir kimlik politikası olarak bu insanların kanına dokunuyor, zira bu insanlar tüketim içinde kendilerini tanımlıyorlar. Tam da bu kuşağa seslenen Gülse Birsel’in tespiti bu sebeple isyana tepeden bakan onca analizden daha doğru: “Eeeah yetti beaaa!” Bu sebeple kalkışmanın Batı'daki benzerini bulmak güçleşiyor. Amerika'daki Occupy Wall Street ya da İspanya'daki Öfkeliler Hareketi ile biçimsel bir benzerlik söz konusu olsa da, bu hareketler her şeyden önce ekonomik talepler etrafında şekillenen hareketler, oysa Türkiye'deki süreçte hareketin ana gövdesi açısından doğrudan doğruya demokratik bir istem söz konusu. Yine de Türkiye'deki hareketin sınıfsal bir muhalefetin buluşma imkânını en başından taşıdığı da aşikâr: Eylemlerin henüz kalkışmaya dönüşmediği, ilk iki gün içerisinde dahi alanda İTÜ asistan direnişinden, metal işçilerine işçi sınıfının çeşitli mücadelelerinin buluştuğunu unutmamamız gerekiyor.
Sokaklardaki bilinç düzeyi, ki sıklıkla ürettiği mizahla örneklenir oldu, polis şiddetine karşı kendini müdafaa için söktüğü kaldırım taşlarını çatışmanın ardından geri döşer, duvarlardaki cinsiyetçi yazılamaları kendi elleriyle siler, işgal ettiği parkı, meydanı, kendi eliyle temizler düzeyde. Bu sebeple basılı, görsel ve işitsel onca yayın kuruluşunun direnişi itibarsızlaştırmak için yürüttüğü kara-propaganda işlevsiz kılınmakta. Ne var ki, çelişki içten: Toplumsal bilinç düzeyi ile bu “Orantısız Zekâ”nın bir bağ kurması da güçleşiyor. Kendinden olmayana kendini anlatmak gerek, oysa Gezi Parkı direnişçileri bu ihtiyacı henüz çok da üzerlerinde hissetmemiş gibi duruyorlar. Türkiye sınıflar mücadelesinin tüm yükü direnişçilerin omuzlarında, ama onlar sadece hükümeti kendi yaşam alanlarından söküp atmak istiyorlar, bunun için savundukları ağaçlar gibi toprağa kök saldılar... Gezi Parkı’nın Ankara’daki direnişçileri yalnız bıraktığı, İzmir’i ya da Dersim’i umursamadığı eleştirileri dile getirilirken bu durumun üstünden atlanıyor. Bu da yazının başında dile getirilen hazırlıksızlık hali ile herkesi etkiliyor. Mevcut durumda tüm Türkiye’deki direnişçiler ve destekçileri ile hükümet arasındaki pat hali de bu yüzden. Tüm bu seferberliklerin birbirleriyle bağı kurulabilse, bunlar koordineli hale gelse, ortak talep ve yönetsel değişiklik istemi ile harekete geçirilebilse, özetle bir politik parti (ya da partiler koalisyonu) tarafından yönlendirilebilse hükümetin iktidarda -mevcut rejim biçimiyle- bir gün bile kalması mümkün olmazdı. Bugünlerde çeşitli analizlerde öne çıkmaya başlayan “Eylemcilerin hükümeti devirme niyeti yok,” anlatısı bu eksikliğin yarattığı boşluğu doldurmak için dile getiriliyor. Yine de şu birkaç gün içinde gerek iktidar blokunun gerekse sermaye blokunun çatladığını ve hatta ortadan ikiyi bölündüğünü vurgulamak gerek. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “uzlaştırma ve normalleştirme” çerçevesinde sahneye girişinin anlamı da burada gizli: AKP'ye yönlendirilen plebisiter diktatörlük eleştirisi, lafı dolandırmadan, Gül’ün “Mesaj alınmıştır,” açıklamaları sermaye ve iktidar blokunun iki ayrı çözüm anlayışının kamuoyuna yansıması... Ne var ki sermaye tüm katmanları ve eğilimleri ile böylesi bir sürece hazırlıklı değildi.
Bu durumda gelelim sosyalist sola. Onlar da bu hazırlıksızlık halinden müstesna değil. İlk olarak yanlarında kendileri ile birlikte mücadele eden insan grupları ile nasıl iletişim kuracaklarını kestiremiyorlar. İkinci olarak toplumun barometresini ölçmekte, farklı bölgelerde farklı ihtiyaçları birbirleriyle ilişkilendirmekte zorlanıyorlar. Üçüncü olarak kendi kendini yöneten bir bölge içinde nasıl konumlanacaklarını, ortak hareket etme zorunluluğunun dar grupçuluğu parçaladığı anlarda ne yapacaklarını bilmiyorlar. (Ama hızla öğreniyorlar.) Türkiye’de şu çok net bir şekilde açığa çıktı; egemen sınıfların şu an iktidarı doğrudan destekleyen kesimi için, -son dönem Türkiye dış politikası ile birlikte düşünüldüğünde- bir kriz yönetimi mevcut değil, işe yaramaz bir fırsatçılık haiz. Oysa bu “kriz” anları, sosyalistler için vaat edilen şafak vakitleri: Toplumsal hoşnutsuzluk ve seferberlik hali, köktenci partileri kitlesel bir çoğunluğa eriştirebilir, bkz. Yunanistan'da SYRIZA. Her toplumsal kabarışın bir geri çekilişi olur, bu sürecin de kısmi geri çekilişleri, dahası artçıları olacak. Toplumsal muhalefet, bu ilk patlama anında değil belki ama diğer dalgalanma hallerinde daha fazla “önderlik” arayacaktır. Birleşik toplumsal muhalefetin iradesini yönlendirebileceği bir odak arayışı, önümüzdeki dönemin belirleyicisi olacak gibi gözüküyor.
Olası odaklar, farklı biçimlerde seferberlik halindeki kitlelerin içlerinde hegemonya mücadelesine henüz girişmiş değiller, yine de herkes kendi güçlü bulunduğu yerde, kitleyi yönlendirmeye çalışıyor. Ankara’da özellikle sosyalist sola bağlı grupların etkisi, İzmir’de ulusalcıların etkisi, Dersim gibi kimi bölgelerde gerek Türk, gerekse Kürt Alevilerinin tepkileri, yoksul semtlerde (İstanbul’da Alibeyköy, Merter, Yeşilpınar gibi) işçi sınıfı merkezli etkilerin farklı odakları işaret ettiğini söylemek yanlış olmaz. Devlet, bunlara birbirlerinden farklı bir şekilde müdahale ederken aralarındaki kopukluğu derinleştirmeye, hatta mümkünse bir çatışmaya çevirmeye çalışıyor. (Oysa bu sadece günü kurtarmak demek, uzun vadede egemen sınıfların ortak çıkarlarına en çok zarar verecek olan da bu toplumsal ayrışma.) Bunlardan ancak, sosyalist ve bir ihtimal sosyal demokrat (kesinlikle CHP değil) solun etkisi, diğer odakları da kendi içinde eritebilir ve hareketi bütünlüklü tutabilir cinste, oysa sosyalist sol, kendisinin de acı bir şekilde fark ettiği üzere, bunu yapabilecek kapasitede değil, en azından henüz değil.
Gezi Parkı direnişi, çoğul direnişler haline geldiği andan itibaren kendi kahramanlarını yaratırken (TOMA önünde duran kadınlar, engelliler vb.) onları simgeleştirmeye de (TOMA kovalayan dozer-POMA, penguenler gibi) çalışıyor. [1] Popüler sanat üretimindeki kısırlık dahi, şu on gün içinde gerek görsel, gerek işitsel bağlamda aşıldı. Toplumun tüm damarlarındaki tıkanmışlık şu birkaç gün içinde ortadan kalktı, atalet yerini dinamizme bıraktı. İnançsızlık, bir süre ortalıklarda gözükmemek üzere uzaklaştı. Yine de geri gelebilir... Toplumsal hafızayı canlı tutmak, sürecin belgesellerini, kitaplarını, albümlerini vb. hazırlamak ve en geniş kitleye bunları yaymak sürecin destekçisi olan herkes için boyun borcu.
AKP'nin sürekli ve kitlesel mücadeleler karşısında korkak ve saldırgan ricat demokrasisi, dönemsel politik çıkarları için “hak” veren, kapitalizmin neo-liberal ekonomik yeniden yapılanmasının çıkarları doğrultusunda ilk fırsatta bu hakkı geri almaya çalışan riyakâr bir söylemden ibaret. Bununla beraber: "AKP'nin muktedir olması, onu muteber kılmıyor. Tersine politik söyleminde çuvalladıkça (riyakârlığı gerçeği gizlemeye yetmediğinde), baskıcı yanı yeniden açığa çıkıyor. Sol, sosyalist ve emek eksenli hareketler ile demokratik toplumsal muhalefete reva görülen polis şiddeti, işte bu yüzden. AKP, otoriterleşiyor çünkü dış politikada da, iç politikada da ip üstündeki bir cambazı anımsatıyor, düşme korkusunu fazlasıyla duyumsayan, ürkek ve saldırgan. Bu durumda AKP'nin sermaye içindeki belli grupların denetim altına alınmasındaki kararlılığını, olası bir krizin ertelenmesine yönelik bir tedbir olarak da, alternatif bir politik hattın olası inşasının engellenmesi için yürütülen bir çaba olarak da okumak olası. Zira bir beklenti ekonomisi biçiminde seyreden sermaye-hükümet ilişkileri ekonomik verilerden ziyade politik süreçlere gereğinden fazla bel bağlamış durumda. Beklentilerin gerçekleşmeme ihtimaline karşı, sermayenin bir emniyet sibobuna ihtiyacı var, zira sermaye de boşluk tanımaz! TMSF'nin elindeki şirketler doldurulabilir boşluklar olarak görülebilir. Yine bu noktada, egemen sınıf için beklentilerin gerçekleşmemesinden daha büyük bir sorunu, henüz ufukta gözükmese de bir ekonomik kriz ihtimalinin gerçekleşmesiyle ortaya çıkacak yeni durumu sırtlayacak ve toplumsal desteği arkasına alacak alternatif bir politik parti olmadığını vurgulamak gerek. (Türkiye sermayesinin çeşitli katmanları açısından, AKP'nin gücünü dengeleyecek bir alternatifin inşa edilmesi gereği artık eskisinden daha ciddi bir şekilde tartışılıyor olsa gerek; en azından biraz olsun rasyonalist bir tarafları kaldı ise bunu yapmalarının kendileri için elzem olduğunu görebilirler; zira risk arttıkça politik manevra sahası daralır. Henüz hareket imkânı varken, gerekli alternatif aparatlar oluşturulmalıdır; çünkü yarın ya da öbür gün, politikanın ekonomi üzerinde mutlak belirleyici hale gelmesiyle iktidar imtiyazlarının çok büyük bir kısmını yitiren sermaye kendi varlığının kısmi devamlılığı için tüm politik/ekonomik gücü ve karar verme mekanizmalarını tek bir erkin, icraat imtiyazını elinde bulunduran erkin eline teslim etmek zorunda kalabilir. Dahası bu erkin kendisi de artık doğrudan doğruya bir sermaye haline gelmiş bulunabilir. Zor ve ideolojik aygıtları ve tüm bir denetim gücünü elinde bulunduran iktidarın kendisi artık bir sermayeye dönüşmüşse, sermaye piyasalarının yapısında ne gibi bir değişim bekleyebiliriz? Bu soruyu kendileri için tez elden yanıtlaması gereken bir kentsoylu sermaye sınıfı var...) İşçi sınıfı, yoksul halk kitleleri ve demokratik toplumsal muhalefet bazında da benzer bir eksiklik söz konusu." [2]
Gezi Parkı Direnişleri, bu eksikliklerin giderilmesi için bir imkân yaratmakla kalmıyor, bu giderimi acil bir görev, herkes için bir mecburiyet haline de getiriyor. Hükümet çoktan kaybetti, ama direnişçiler henüz tam anlamıyla kazanmadılar. Bu durumda toplumsal demokrasi, barış ve adalet için, eksikliklerimiz üzerine düşünüp bunları çözüme bağlarken bir taraftanda da hep bir ağızdan söylenmeli: Bu daha başlangıç!
[1] Buna karşın direnişçilerin ortak bir flama çıkaramaması ve bunun işportasının yapılamaması geniş halk yığınlarını bildikleri tek simge olan bayrağa yönlendiriyor...
[2] Oktay Orhun, "İp Üstündeki Cambaz", AltÜst dergisinin Haziran 2013 tarihli sayısı için yazıldı, olaylarla birlikte derginin çıkışı geciktiğinden henüz yayımlanmadı.