Anglo-Amerikan muhafazakârı hep daha açık sözlü veya cüretkâr olmuştur. Onun içinde bir metodolojik bireyci, tarihsel materyalist ve liberal kol gezer. Mesela Thatcher'ın “There is no such thing as a society. There are individual men and women, and there are families,”[1] açıklaması iyi bilinir. Gelgelelim, toplumsal bütünlüğe dair özdeşleşmeye yapılan psişik-politik yatırımın ikircikli olduğunu ve toplum(sal bütünlüğün)un olmadığı hakikatini politik olgu haline getirmek Türkiye'de de muhafazakârlara düştü. Onların Thatcher'a eklediği, toplumun yerine (“milli irade taşıyıcısı” ve “millet”in öznesi olarak düşünülen) toplulukların varsayılması gerektiği oldu. Buna göre, toplum yoktur, topluluklarla birlikte, aileler, onun başbakanlığı olarak aile bakanlığı, bireyler vardır; bir süre önce güç istençlerini tam olarak tahkim edemedikleri düşünülen kapitalist girişimciler olarak Anadolu kaplanları. Milliyetçi-muhafazakârın kafasında topluluklar var ama bunlar Fanon'un sömürge toplumuna atfettiği maniheistik işleyişe sahiptir: “Yerliler versus yabancılar”, “milli irade versus karşıtları” vs. Nihayetinde Thatcherlarımız var fakat şu durumda Disraeli gibi “iki ulus” temasını işleyerek aynı toplum içinde farklı dünyalarda yaşayan iki ulusu birleştirmeye çalışacak bir muhafazakârlık ortalıkta görünmüyor. Fakat politik güç dengelerine bağlı olarak bu da gelişme ihtimali taşıyor.
İlk siyasi düşünce metinlerinden biri olan Devlet'in insanlığa bıraktığı en önemli düşünce miraslarından biri, evrensel bir tiran tipinin ana hatlarını çizmesidir. Kitaptaki “adalet güçlünün işine gelendir,” deyişiyle bilinen ünlü karakter Thrasymakhos, Eflatun'un dünyasında söz konusu meseleleri güce dayandıran ve tiranı örnekleyen bir tiptir.
Milliyetçi-muhafazakâr Müslümanların sadece “ulu önder”leri değil, tek tek kendileri birer tiran haline geldiler. Burada tiranlaşma, Kant'ın “genişletilmiş düşünce” olarak ifade ettiği zihniyetin yitirilmesi durumunda yaşanan bir insanlık kaybı olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda tiran, yandaşlarını tiranlaştırır.
İlginç olan ise, toplumun değil toplulukların olduğunu öğrettikleri gibi, çıplak tikel irade ve gücün doğasını öğretenin de muhafazakârlar olması. Ahlâktan bahsedenlerin bize söyledikleri, ya politik sorunlarda ahlâkın işlemediği ya da ancak ve ancak irade, güç ve hegemonyanın iş gördüğü.
Nihayetinde, ayet terbiye edememiş, Aristoteles'ten (logos) umut yok, İbn Arabi-Mevlana (irfan) lafta kaldığından sadra şifa olamamış...
Çağın sorusu aslında muhafazakârın o her olumsuzluğu yüklediği ve kapitalizmden yalıtarak ele aldığı “modernlik” değil, “bir Müslüman duyarlılık nasıl oluşur?” sorusu. Muktedirin muktedirliği esnasında kendi cemaatini aşan bir “genişletilmiş düşünce” ile bir kamusal duyarlılık geliştirmesi neredeyse imkânsız olduğundan, yandaşların tiranlaşmış ruhunu iktidardan düşmek terbiye edecek. Tarihin en büyük dersi, tasavvufunun da henüz düşmeden deneyler yapmayı salık verdiği bir insanlık durumu bu.
[1] “Toplum diye bir şey yoktur. Tek tek erkekler, kadınlar ve aileler vardır.”