Sayın Taner Akçam, ‘Uluslararası Hrant Dink Ödülleri’ töreninde, ‘Ermeni Meselesi’nden hareketle çok önemli bir noktaya işaret etti: “Ermeni Soykırımı’nın Birinci Dünya Savaşı ile nedensel ilişkisi dolaylıdır. Tehcir esas olarak, devletin bir ‘gaile’, bir bela sayılan Ermeni reform meselesinden nihai olarak kurtulmak amacıyla yapılmıştır.” İşaret edilen nokta önemli idi, zira, şu sorgulamayı davet ediyor olmalıydı Akçam, ‘Ey devlet, kadim kabuklarını kırmaya, demokratikleşmenin öteki adı olan reformlara, kendinden bildiğinin ötekisi olanı eşitlikçi kabuller içinde muhatap almaya ne kadar müsaitsin? Sen, ‘Devlet’in doğal müttefiki Sünni-Müslüman-Türk kardeşim, o hattın dışında kalana ne gözle bakıyorsun/bakacaksın?’
Birikim Güncel’de yayımlanan yazımda, ben de (yine, Akçam’ın, ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar [1] isimli çalışmasından esinle), şunun altını çizmiştim: “Dayattıkları ‘reform’ talepleri ile başa ‘dert’ olan Ermeniler, yarattıkları sorunlarla birlikte ‘tamamen’ ve ‘esastan’ halledilmişlerdi. ‘Milli mutabakat’ın [Türk-İslam ekseninde kurulu mutabakattan söz ediyordum] belirleyiciliğini tasfiye edecek yeni bir ‘toplumsal sözleşme’ ve ‘demokratik bir cumhuriyet’ talebi ile yükselen dalga nasıl halledilecekti peki? Hıristiyanları sürdük ya da kırdık. Müslümanlıkları üzerinden çözündüremediğimiz Kürtler ve ‘farklılıkların eşitliği’ temelinde ‘Kürt Siyasi/Özgürlük Hareketi’ ile ‘barış-demokrasi-özgürlük-eşitlik’ mücadelesinde buluşanlar ne olacak peki?” Mesele o; onlar da bildik usullerle mi halledilecekti?
Andığım çalışmasında vurguluyordu, Akçam, “Türkiye’nin tarihle yüzleşmeye bu denli tepki göstermesi ve öfke duyması [Ermeni Soykırımı’na işaret etmekteydi] tutumunda ürkütücü olan yan, böyle bir tavrın ciddi bir ‘tekrarlama potansiyeli’ ihtiva etmesidir” [2]. Ve, konuşmasında, adını da koymaktaydı: “Eğer tarihimizi bilseydik, şu anda karşılaştığımız sorunun Kürt reform sorunu olduğunu ve esas itibariyle de Ermenilerle yaşanan sürece çok benzediğini görürdük. Ermeni meselesi diye tartışılan mesele, bir reform meselesi idi ve zaten resmi belgelerde de adı ‘Ermeni reform meselesi’ olarak geçiyordu. Sorun, Ermenilerin, sosyal ve hukuki açıdan Müslümanlarla eşit vatandaş sayılması ve Osmanlı yönetim sistemine dahil edilmeleri meselesi idi.”
II
Benzer minvalde yol alıp benzer sonuçlara varanlardan biri de, Hans-Lukas Kieser. İsviçreli tarihçi Kieser, bu yazının başlığını da esinleyen, Iskalanmış Barış: Doğu Vilayetleri'nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet, 1839-1938 [3] isimli (on yılın emeği, tam 864 sayfa, 0.6 kg olan) çalışmasında, 19. yüzyılın başından ve Osmanlı’nın dağılma süreci başlangıcından itibaren, ‘Devlet’in, merkezsel yetkesine tutunma kaygısı ile ‘demokratikleşme/reform’ tehdit algısı üzerinden ‘iç düşmanları’na yönelik (inkâr/imha hattında yürüyen) tasarruflarını değerlendirmekte ve o da, ‘Ermeni Sorunu/Soykırımı’ ile bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca (boylu boyunca) uzanan ‘Kürt Sorunu’ arasındaki örtüşmelere dikkatimizi çekmektedir [4]. Bir bakalım.
İlkin 19. yüzyılın başına gidelim ve oradan ‘Soykırım’a doğru yol alalım. 1808-1839 arasında Sultan II. Mahmud hüküm sürüyor. Batı karşısında yaşanan yıkım ‘Modernleşme’yi davet etmekte. N’apılsın? II. Mahmud, idari yapıyı Fransız modeline uygun şekilde ‘merkezileştirme’yi seçiyor ve silahlı kuvvetleri modernleştirmek üzere de Yeniçeriliği 1826’da kanlı bir şekilde ortadan kaldırıyor. Yeniçeriler Bektaşi tarikatine bağlı. Dolayısıyla, heteredoks Anadolu Aleviliği ile fikirsel ve örgütsel bağlantıları var. O arada, Bektaşi tekkelerinin çoğunun kapatıldığını da göz önünde bulundurursak, silahlı kuvvetler katındaki modernleşmenin, bir tür Alevilik damarını kesme ve ‘devlete sadık Sünni’ unsura yer açma eğilimini yansıttığını yadsımak mümkün değil. Öte yandan, II. Mahmud, Tanzimat’ın hemen öncesinde (1830’lar), miras yolu ile babadan oğla geçen Kürt emirliklerini de lağvediyor. Burada amaç, –Tanzimat (‘Tanzimat-ı Hayriye’) dönemine (1839 ‘Hatt-ı Şerif’ ilanından, 1876’daki ilk Osmanlı Anayasası’nın kabulüne kadar devam eder) de uzanmak üzere– ‘Kürdistan’ tabir edilen bölgenin –doğrudan– askerî ve mülki egemenlik altına alınmasıdır. Evet; Sünnilik mezhepsel bir ittifak unsuru (tabii Kürtlerin, Hanefi değil, Şafii olduklarını da bir kenara not edelim), lakin, ‘Devlet’in merkezî kudretini tahkim etmek esas!
Tanzimat’la birlikte ‘misyon’ ve ‘Milletler’ ilişkisinin (Doğu Vilayetleri’nde [5]) belirleyici bir unsur olarak öne çıkmaya başladığını görüyoruz: “‘Misyon’, 1810’lu yıllardan beri Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet yürüten, dinî ve aydınlanmacı bir atılım tarafından taşınan Hıristiyan” (bilhassa, Protestan) çevre anlamına gelmekte. Osmanlı topraklarında ‘millet’ olarak tanımlananlarınsa –doğum, ölüm, evlilik, sağlık, okul, din ve hukukun belli alanlarında– geniş özerkliğe sahip Yahudi, Ermeni Apostolik ve Rum Ortodokslar (gayrimüslim cemaat) olduğunu bilelim. Kürtler, Alevi ve Ezidiler ise ‘etnik’ kolektifler olarak kabul görüyor. Fakat “devleti oluşturan, öncelikli ve neredeyse tümüyle dinî olarak tanımlanmış, ümmet adı verilen Sünni-Müslüman topluluk, etni-üstü bir yapıya sahiptir” [6]. 1850’de, 1847’den itibaren geçici demokratik ‘nizamname’ye sahip ‘Protestan’, 1863’te ‘Ermeni Apostolik’, 1865’te ‘Yahudiler’, ‘Nasturîler’ ve ‘Keldanîler’ –bir tür parlamenter meclisi öngören nizamnameleri dahilinde– padişah tarafından (1839-76 arası Abdülmecit ve I. Abdülaziz olmak üzere) ‘millet’ olarak kabul görmekteler.
Dinsel alanda özgürlük, vergi ve yargıda eşitlik, sivil kamu makamlarına gelebilme hakkı, askerlik hizmetine katılım (her ne kadar, askerlik hizmeti yerine özel bir vergi talep edilip vaziyet idare edilse de), mülk edinebilme hakkı vs., bütün bunlar, ‘Batı’nın büyük güçlerine şirin gözükme (kaçınılmaz, denize düşüp yılana sarılma) temelli olmakla birlikte, anılan milletlerin hayatlarına da farklı imkânlar katmakta. Ve bu, giderek, merkezin asli unsurlarıyla Hıristiyan milletler arasında, toplumsal/siyasal anlamda (eğitim, sağlık, kamusal hizmetler, bilimsellik, liberalizm anlayışı) ciddi bir makas açıklığını da getiriyor. Kieser, gelinen noktayı şöyle tanımlıyor:
“Her halükârda, misyonerlerin kişiliğinde, uluslararası alanda belli bir ağırlığı olan, büyük güçlerin himayesine yönelik bölgesel talepleri gerektiğinde (önde gelen) diplomatik mercilere iletebilen aracılar ortaya çıkmıştı. Sünni Kürtler toplu olarak Tanzimat’ın kaybedenleri, misyonlar ve Milletler ise eğilim olarak kazananları konumundaydılar. Misyonların ve Milletlerin dikkat çekici yükselişi, Hıristiyanlar ile Kürtler arasındaki rekabeti güçlendirmiş ve devletin geleneksel Kürt özerkliklerini (Emirlikleri) yok etmesiyle ortaya çıkan Kürt hoşnutsuzluğunu [da] körüklemişti.” [7]
İlerleyelim: Sultan V. Murad’ın akıl hastalığı sebebiyle 93 günlük saltanatı son buluyor ve II. Abdülhamit tahta çıktıktan birkaç ay sonra ilk Osmanlı anayasası olan ‘Kanûn-î Esasî’nin kabulü ile birlikte I. Meşrutiyet süreci (meşruti/ parlamentarist monarşi) başlıyor. Tanzimat’ın reform ilkeleri ve imparatorluğun bölünmezliğini gözeten bu Anayasa, büyük dış güçlerin Hıristiyan topluluklara olası müdahalesini bertaraf etmeye yönelik aslında. Ancak, 1877-78 (Hicri 1293) Rus-Osmanlı savaşı (‘93 Harbi’), Erzurum ve Van bölgelerinin işgali, Batı’da Rus birliklerinin İstanbul’a tehlikeli bir biçimde yaklaşmaları ve ‘utanç’ ile sonlanıyor. Büyük kırılma da orada yaşanıyor ve Tanzimat’la ite kaka reformlara itibar eden monarşi, 23 Aralık 1876’da alelacele kabul edilmiş olan Anayasa’yı, 13 Şubat 1878’de kaldırarak Meclis’i belirsiz bir tarihe kadar (tarih onu 1908 olarak belirleyecektir) kapatıyor. Kieser, vaziyeti şöyle betimliyor:
“Abdülhamit, o andan itibaren, Avrupalılaştırıcı reformların imparatorluğu uçurumun eşiğine getirdiği iddiasıyla liberal muhalefete karşı tavır aldı. Siyasi seçkinlerin büyük bir kısmı da onun bu görüşünü destekledi. Sultan, artık Tanzimat’ın hayal kırıklığına uğrattığı çok sayıdaki çevrenin üzerine oynamaya başlamıştı: Ulema sınıfı, idarenin ve askeriyenin tutucu kesimleri, Sünni Kürtler, Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan gelen muhacirler.” [8]
’93 Harbi, sonuçları ile birlikte, Doğu’da Kürt-Ermeni yerleşim alanının büyükçe bölümünde bir tür ‘ara rejim’e yol açacak ve bölgeye yönelik düzenlemeler ‘Berlin Konferansı’nda (1878) ele alınacaktır:
“Konferans Türkiye’yi [Osmanlıyı] idari reformlar yapmakla ve Kürtlerle Çerkezlerin olası şiddet eylemlerine karşı önleyici tedbirler almakla yükümlü kılar (Madde 61). Abdülhamit, Tanzimat nedeniyle güvensizleşen Kürtler gibi iktidarını yitirme kaygısına kapılır. Abdühamit de, Kürtler de uluslararası reform taleplerini Ermeni özerkliğine yol açacak bir müdahale olarak algılar ve gayrimüslimleri güçlendirecek bir sürece karşı direnişe geçerler.” [9]
Direniş, daha sonra ‘ulus devlet’ tarafından da esas alınacak ‘Sünni-Türk’ hattının Doğu Vilayetleri ile merkez arasında kurulmasını koşullayacak; ‘Aydınlanmacı’ Tanzimat rejiminden, –imparatorluğun beka kaygısı ile– ‘Savunmacı İslamcı’ rejime geçilecek; 1890’ların başında ‘Kürt Süvari Birlikleri’ (‘Hamidiye Alayları’) kurulup özel imtiyazlarla donatılmak suretiyle Tanzimat’la ihmal edildiği düşünülen aşiretler-merkezî devlet ittifakı yeniden tahkim edilecektir. Abdülhamit, Balkanlar’ın kaybının kaçınılmaz olduğunu teslim etmiş, “Anadolu [onun için] hem imparatorluğun merkezine, hem de Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan gelen muhacir akınının toplandığı bir hazneye dönüşmüştü[r].” [10] Sonuç olarak, “[b]u politika ister Ermeni, ister Kürt olsun, Doğu Vilayetleri’nde herhangi bir federasyon ve özerkliği kesin olarak reddediyor, ancak Tanzimat’ın modern merkezîleşmesini başka bir ideoloji temelinde devam ettiriyordu.” [11]
Şunu da vurgulama ihtiyacı duyar Keiser:
“Hamidiye Alayları, bölgesel muhalif güçlere ve etnik yönelimli taleplere haddini bildirecek merkezî bir İslâmlaştırma politikasının önemli bir parçasıydı. Sultan, Kürtleri Kürt oldukları için değil, imparatorluğun dayandığı ve Tanzimat karşıtı hamlesinde özellikle Sünni olarak nitelendirdiği unsurlardan biri olduğu için tercih etmişti. Bu amaç dışında Kürtlüğü –dil, bilinç ve eylem yeteneği anlamında– güçlendirme çabaları, en az Ermenilerde olduğu kadar istenmeyen bir davranıştı.” [12]
Ermeniler Berlin Konferansı’nın vaat ettiklerinin hayata geçmesini beklerken, Kürtler söz konusu reformları kendi yaşamları için tehdit olarak görür: “Bu güvensizleşme, özellikle Ermeni çiftçilere yönelik saldırılara neden oluyordu. İşte yaşanan bu ihtilaflar ve Ermeni tarafının reform beklentilerinin gerçekleşmediği gerçeği, bir Ermeni gerilla hareketinin doğmasına yol açtı.” [13]
Evet; ‘hesap görme’ vakti gelmiştir. ‘Gâvur asiler’in katli vaciptir. 1895, tarihe, ‘partial genocide’ (kısmi soykırım) olarak geçecek, yaklaşık 100 bin Ermeni ‘örgütlü’ bir şekilde katledilecektir. Böylelikle, karşılığı katliam olan reform meselesi de önemini yitirecek, bölgenin demografik yapısı Kürtlerin lehine değişmeye başlayacaktır. Keiser, ilk büyük kırılmaya dair şu tespiti yapar:
“Devletin, misyonerlerin ve uluslararası çabaların bir araya gelmesi [‘modernleşme ve reformlar’ın Doğu Vilayetleri’ndeki ortak yaşamın ifadesi olması], Devrimci Ermeni Hareketi’ni gereksiz kılabilirdi. Abdülhamit bunun tam tersini yaptı. Ermenilerin emperyalist büyük devletlerin maşasından başka bir şey olmadığı ve Ermeni reformlarının imparatorluğun sonu anlamına geleceği söylemini yıllar boyunca sansür altındaki kamuoyunun beynine kazımıştı.” [14]
Ermeni Sorunu da dahil, Batılıların ‘Şark Sorunu’ olarak adlandırdıkları, –imparatorluğun geleceğinin tasavvuru açısından ‘Osmanlı Sorunu’ diye de adlandırılabilecek– sorun nasıl hâle yola konabilirdi? İki yol vardı: Ya modern ve –ortaklaştırıcı– Osmanlı kimliğini tesis etmek (Tanzimat benzer sorunlara öyle karşılık vermeye çalışmıştı –ama gördük, işler yolunda gitmedi) ya da, İslamcı/ulusalcı bir yolu zorlamak. Abdülhamit’le birlikte Osmanlı Devleti ikinci yola koyulmuştu: Ermeni Sorunu, ‘tamamen’ ve ‘esastan’ halledilecekti. [15]
Bilindiği üzere, Jön Türk partisi ‘İttihat ve Terakki’ 1908’de iktidara geldi ve II. Meşrutiyet dönemi başladı: “1908-1914 arası Jön Türk iktidarının en önemli toplumsal sonucu, derneklere, militan grup ve kadrolara sahip, çok sayıda toplantı, basın organı ve kitap aracılığıyla sesini duyuran örgütlü bir Türk milliyetçiliğinin şekillenmesi oldu.” [16] Makedonya’daki askerî ayaklanma ile başa çıkamayan Abdülhamit’in anayasaya ve parlamento seçimine yeniden işlerlik kazandıracağı vaadi ile –kansız– gerçekleşen 1908 Devrimi (‘vatansever askerlerin darbesi’ de denebilir) başta özgürlükçü Osmanlıcı ideali canlandırır gibi oldu. Ancak; Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Girit’in elden çıkışları, ‘İttihad-ı Muhammedî’nin etkisi ile yaşanan parlamento baskını (Nisan 1909), Makedonya’dan İstanbul’a gelen birliklerin II. Abdülhamit’i tahttan indirip sürgüne göndermeleri, sultan ve sadrazamın yetkilerinin kısıtlanması, askerliğin gayrimüslimler için zorunlu hale getirilişi, Türkçenin zorunlu eğitim ve hukuk dili olarak kabul edilişi, Talat’ın (1909 Temmuz’unda) Dahiliye Nâzırı oluşu, ordunun ‘Devrimin Halaskârı’ sıfatını alışı, parlamento baskınının hemen ardından 1909 Adana katliamı ve 20.000 Ermeni’nin katledilişi, 1911-13 Trablusgarp ve Balkan Savaşları, 1913 (23 Ocak) İttahatçı ‘şahinler’in (Enver, Talat ve Cemal) hükümet darbesi ile İttihatçı diktatörlük tam anlamıyla yerleşerek ‘reform talepleri ile başa bela olan Ermenilerin ve sorunlarının tamamen ve esastan halledilmesi’ne (de) vesile addedilen 1914 Dünya Savaşı’na girilmesi ile nihayetinde ‘1915 Ermeni Soykırımı’na dek uzandı:
“1914 başlarında 1878 Berlin Kongresi kararları çerçevesinde uygulamaya konulan Ermeni reformları, –kendi deyimleriyle– bu ateşli vatanseverler için ancak soykırım anlamına gelen ‘nihai çözüm’ yöntemiyle yürütülecek bir savaşla baştan savılacak bir rahatsızlık unsuruydu: Böylece Anadolu’daki binlerce yıl süren Ermeni varlığına son verdiler.” [17]
Büyük Savaş’ın son perdesi Osmanlı Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan ‘Sevr Antlaşması’dır (10 Ağustos 1920). Antlaşma’da, Doğu Vilayetleri bölgesinde, bağımsız Ermenistan ve Kürdistan ‘öngörüsü’ var [18]. Kemalistler, eski Rusya Ermenistan’ının batı bölgesini aralık ayına kadar işgal ederek (doğusunu da Bolşevikler işgal edecektir) başlarlar ulusal mücadeleye.
Hemen ikinci saldırı ise, genç Ankara rejimine karşı ayaklanan ‘Koçgiri Dersim Alevileri’ üzerinedir (Ocak-Haziran 1921). Daha öncesine gidersek, Mustafa Kemal, Koçgiri itirazının önderi konumunda olan Alişan’ı Sivas Kongresi’ne davet etmiş, Alişan da, isteklerinin, Sultan’ın yönetimindeki bir Osmanlı Federasyonu’nda Kürt özerkliği olduğunu ifade etmiştir. Vaziyet müsait değildir. Bir kere, Sivas Kongresi’nin hakim tavrı, Müslüman olmayan tüm unsurları ulusal hareketin dışında bırakmak şeklindedir. Keiser’in bu noktadaki tespiti (Kemalist rejimin iç müttefiklerinin kimler [dolayısıyla, ne kadar ‘halk’ hareketi] olduğunu aydınlatması) önemli:
Nihayetinde, gelişmeler, 13 Mart’ta (1921) Hareket Ordusu komutanı Nurettin Paşa’nın ‘veciz’ ifadesinde yansıdığı şekilde seyredecektir: “Biz Türkiye’de ‘zo’ diyenleri [Ermenileri] yok ettik, aynı şekilde ‘lo’ diyenlerin [çoğunluğu Zazaca konuşan Koçgirili Dersimliler] de işini bitereceğiz.” [20] Öyle de oldu; resmî bilgilere göre 500 ‘asi’ ve halktan pek çok insan öldürüldü, köyler yakılıp yıkıldı.“[Koçgirililer] Kemalist ulusal hareketin Alişan’ın ortaya koyduğu şekliyle kendi çıkarlarını temsil etmediğini, en geç Sivas Kongresi’nden sonra anlamışlardı. Bunun nedeni esasen sözlü olarak dile getirilen tutarsızlıklara –Kemal, hararetle, başarılı bir ulusal kurtuluş mücadelesi sonrasında özerklik sözü veriyordu– değil, kongrede ortaya konulan dayanışma ağına dayanıyordu: Bu ağ büyük toprak sahiplerini, Şafiî aşiret liderlerini, şehirdeki Sünni ileri gelenlerini, Dünya Savaşı sırasında Kürt Aleviliğine büyük ölçüde yabancılaşmış Jön Türk memur ve subaylarını kapsıyordu.” [19]
Kemalist iktidara karşı ilk Sünni-Kürt başkaldırısı, 1923’te Erzurum’da ‘Azadi’ cemiyetinin kurulması ile başladı. Kürt subaylar ve Hamidiye liderlerinin de destek verdiği direniş (Hilafet’in ilga edilmişliği koşullarında) Sünni aşiret liderleri ve şeyhler tarafından da sahiplenildi. Nakşibendi şeyhi Sait’in önderliğindeki isyan 1925’te tüm Kürdüstan’ı tuttu. Ama birçok zaafı ile birlikte isyan tutmadı; bastırıldı. Üstelik, isyan ve bastırma, Kemalist iktidara ‘özel mahkemeler’de (‘İstiklâl Mahkemeleri’) muhalifleri ile hesaplaşma imkânı (hızlı duruşma ve idam cezaları!) da verdi.
1930’lu yılların güç kazanmış ulusal devletine karşı direnişe önderlik eden son Kürt şeyhi Seyit Rıza’dır. Biraz başına buyruk yaşamakta olan Dersim ahalisi ile ilgili niyetler ve niyete dönük hazırlıklar 30’ların başında Kemalist iktidarın gündemindedir: Aşiretlerin silahsızlandırılması, zorunlu göç uygulaması, İskân Kanunu [21], yeni yolların yapılması, Elazığ’a demiryolu bağlantısının sağlanması gibi. Aralık 1935’te, ‘Tunceli Kanunu’ Meclis’te hiç tartışmasız kabul edildi. Yeni bir il (Tunceli) kurulacak ve sürece nezaret etmek üzere de bir ‘Genel Müfettiş’ atanacaktı. Yöre halkının hafızasına ‘Koçgiri Kürt Kasabı’ olarak kazınmış olan Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan oldu o müfettiş. Astığı astık kestiği kestik yetkilerle donatılmıştı damat. Giderek sertleşen askerî ve idari tedbirlere Dersim aşiretleri şiddetle tepki verdi (1937 ilkbaharı). Devletin planlanan karşı saldırısı başladı. Seyit Rıza, Milletler Cemiyeti’ne, İngiltere, Fransa ve ABD dışişleri bakanlıklarına yıllardır gördükleri baskıyı anlatıp, son üç aydır yaşadıkları zulmü aktararak yardım istese de kimse oralı olmadı, kimse yanıt vermedi. 1937 yazının sonlarına doğru direniş tümden ezildi. Seyit Rıza 10 Eylül’de teslim oldu. On arkadaşı ile birlikte kasım ortasında asıldı. 1938 başlarında bölge halkı işgalci gördüğü polis-asker güçlerine karşı direniş gösterdi. Son hamle (Hava Kuvvetleri destekli 50.000 kişilik ordu!) ile birlikte –kadın, erkek, yaşlı, çocuk ayırt edilmeksizin, büyük bir zulüm ve acımasızlıkla– bir ‘soykırım’ örneği de Dersim’de yaşanmış oldu. Cumhuriyet Devleti’nin temel zaafını şöyle tespit edecektir, Keiser:
1830’larla başlayan ‘Kürdistan’ın iç fethi’ tamamlanmış olur: “Böylelikle doğuda etnik grupların birlikte yaşamına dayalı Osmanlı dönemi sona ermiş, Kürt özerklik talepleri ortadan kaldırılmış, Hıristiyan topluluklar yok edilmiş veya ülkeden kovulmuştu. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması ile büyük bir diplomatik zafer kazandı. Uluslararası etkili üniter bir etnik milliyetçilik kendisini kabul ettirmiş oldu.” [23]“1915, 1921 ve 1925 yıllarının aksine, 1937-38’de Türkiye’nin varlığı artık tehdit altında değildi [halbuki o ‘bölücü/dış tehdit’ algısı ‘kurucu ve idame ettirici’ malzemesidir, Cumhuriyet’in]. Devletin buna rağmen böyle katı bir iç şiddet uygulaması, bünyesinde barındırdığı bir zaafa bağlanabilir [en kibar ifadesiyle]. (…) Dersim’in şiddete dayalı ‘ıslahat’ını Mustafa Kemal örgütlemiş ve sonuna kadar desteklemiştir. Bu şekilde Doğu Vilayetleri için cumhuriyetin sonradan da kurtulamayacağı müphem bir miras bırakmıştır. Dersim etnik kırımı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık sayfalarından birini teşkil etmektedir.” [22]
Bir başka deyişle, 1839-1938 arası güç toplayan merkezî devlet, 1915-1938 arası uyguladığı şiddetle Doğu Vilayetleri meselesini halletmiş oldu.
Evet; geldiğimiz şu noktada fevkalade hassas bir eşikte durduğumuza işaret ediyor tarih: ‘Kürt Sorunu’ çözümlenmeden Türkiye halklarının kalıcı barış ve huzur içinde yaşaması mümkün değil. Barışın yolu, egemenin lütufkârlığından değil de, yadsınılamaz tarihsel/toplumsal/nesnel gerçekliğin idrakinden geçecekse, Cumhuriyet’in ve ‘kadim devlet zihniyeti’nin sorunsallaştırımı kaçınılmaz. Kendi şahsi hikâyesi (halden anlayıcılığı) ve samimi ihtiyaçlarından hareketle, Kürt Siyasi Hareketi, Halkların Demokratik Partisi’nin yaktığı ışık ve ‘Türkiyelileşme’ açılımı ile söz konusu sorunsallaştırmaya çağırıyor bizi: 12 Eylül (faşist) Anayasası ile taçlandırılmış, ‘Türk-İslam’ temelli hakim devlet anlayışının tasfiyesine, farklılıkların eşitliği temelinde yeni bir anayasa, yeni bir ‘toplumsal sözleşme’ oluşturmaya, velhasıl, ‘Demokratik Cumhuriyet’ kuruculuğuna. Şahsi ikbal kaygıları ve biriktirdikleri suçları örtme telaşı ile ‘milli mutabakat’ı bayraklaştıranlara, inkâr ettiklerini imha etmeye meyyal tarihsellik içinden yürüyüp gelenlere karşı; ‘yeni bir yaşam’ arzusunun, ‘Edi bese!’ feryadının, ilkesel demokratik taleplerin arkasında durmaya, sivil demokratik siyasi mücadele ve direnişe. Ve bu, kaçınılmaz, silahları demokratik siyasi mücadele açılımının önünden çekmeye, PKK’nin, devleti, ‘derin’ şiddet diliyle baş başa bırakma inisiyatifi göstermesine dair de bir çağrıdır –ötesi uçurum!
[1] Taner Akçam, İletişim Yayınları, 2008.
[2] A.g.y., s. 329.
[3] Çev. Atilla Dirim, İletişim Yayınları, 2005.
[4] Kuşkusuz kitap salt bu tezi değil, çok geniş bir açılımla, ‘misyon’lar, misyonlarla ‘etnik kimlikler’ ve ‘Batı Hıristiyan/dış güçler’ arasındaki ilişkileri, o ilişkiler içinden yükselen ‘reform’ taleplerini, devletin söz konusu taleplere tepkilerini –son derece etraflı toplanıp taranmış belgeleri ile– işlemek üzere yazılmıştır. İşin ilginci ve parmak ısırtan bir yanı da, Kieser’in, Basel’de genç bir üniversite öğrencisi iken 1960 sonrası Türkiyeli (Doğu ve Güneydoğu Anadolulu) göçmen işçilerle (giderek 1970 sonrası siyasi mültecilerle), onların oraya taşıdıkları dünya ile tanışıp ‘tarihsellik boyutunda’ sorunlarına ilgi duyması, o ilgi ile Türkçe ve Osmanlıca öğrenip bize bizim tarihimizi okuyup, anlatmayı seçmesidir. Bana imzaladığı kitaba baktığımda, bu son derece mütevazı insanın (kitap çeviri olmakla birlikte, ithafı Türkçe yazmayı ihmal etmeyecek kadar da zarif bir insan) 29 Ocak 2011’de (kitabı kapsamında bir sunum yapmak üzere) İstanbul’a geldiğini hatırlıyorum. Bu tevazu sahibi zarif insan, Önsöz’ünde şunun da altını çizmeyi ihmal etmemiş: “Tarihçinin görevi iktidarda bulunanları, bulunmuş olanları ya da herhangi bir ideolojiyi haklı göstermek değil, geçmişte susturulan kurbanları da kapsayan gerçekleri gün ışığına çıkarmaktır. Bu anlamda en önemli etik, insan haklarını [H.S] ölçü almaktır.” (s. 18)
[5] ‘Doğu Vilayetleri’, çoğunluğunu Kürtlerin ve Ermenilerin oluşturduğu ama başka etnik toplulukların da olduğu ‘doğu’ bölgesi anlamındadır.
[6] A.g.y., s. 30.
[7] A.g.y., s. 148. Tanzimat ve merkezileşme ile birlikte şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Merkez, gayrimüslim yurttaşlarından doğrudan vergi aldığı gibi, bunu ‘yerel egemenler’i susturmadan yaptığı için, ‘reaya’ (himaye altında olan ve özel vergi yükümlülüğü ile sömürülendir –daha önceleri, idari ve askerî hizmetten muaf fakat onun yerine vergi veren Müslüman ahaliyi ifade ederken, 19. yüzyılda gayrimüslimler/‘zımmiler’ için kullanılır olmuştur) ayrıca Kürt beylere de vergi ödemekte idi: ‘çifte vergilendirme’. Aynı durum, özerklikleri ihlal edilen Kürt ahalinin de iki yönlü sömürülmesini getirmekte, hoşnutsuzluk ikiye katlanmakta idi.
[8] A.g.y., s. 164.
[9] A.g.y., s. 808. Konferans, Osmanlı İmparatorluğu’nun Panslavist tehdit karşısında toprak bütünlüğünü ve devamını güvencelendiriyordu ama bu, Karadağ, Bosna, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan’ın bağımsızlığının, Kıbrıs’ın İngiltere’ye verilişinin, Kars ve civarının Rusya’ya bırakılışının kabulü ile mümkün oluyordu. Öte yandan, Kieser, yabancıların siyasi ve ekonomik çıkarları adına hareket eden misyon temsilcilerinin kalabalık bir şekilde Doğu Vilayetleri’ne yerleşmelerinin Berlin Konferansı sonrası olduğunu da söylüyor.
[10] A.g.y., s. 168.
[11] A.g.y., s. 205.
[12] A.g.y., s. 206-207. Abdülhamit’in Hatt-ı Hümayun ilkelerinden ve kendisini gayrimüslimlerle ortak yaşama açan Osmanlıcı tavırdan uzaklaştığı açıktır. Misyonerlerin dinsel özgürlüklerine de yansıyacaktır bu tutum.
[13] A.g.y., s. 160. Keiser, reform beklentileri hayal kırıklığına uğrayan Ermeni milleti içinden gençlerin, 1880’lerin ortalarından itibaren Armenak, Hınçak ve Taşnak gibi devrimci örgütlenmelere gittiklerini, ancak bunların çoğunluk üzerinde tesirli olmadığını, eylemlerinin de askerî anlamda asgari düzeyde (sembolik) olduğunu aktarır. (s. 353)
[14] A.g.y., s. 357.
[15] Bu ‘hal yolu’, –çeyrek asır sonra– Avrupa ‘Yahudi Sorunu’ kapsamında da esin kaynağı olacaktır. “Askeri otoritenin hükümet düşmanlarına karşı alacağı tedbirler hakkındaki geçici kanun”u (Meclis kapalı olduğu için, kanunu, 27 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükela çıkarmıştı), Iskalanmış Barış'ın 478-479. sayfalarında okuyabilirsiniz. (‘Genel tehcir’ önerisi, Enver Paşa’nın Talat Paşa’ya mektubunda da vardır [3 Mayıs 1915].) Öte yandan, ‘Soykrım’ın nasıl bir tasavvur ve taammüt eseri olduğunu, Taner Akçam’ın, Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgeleri üzerinden yürüttüğü Ermeni Meselesi Hallolunmuştur isimli çalışmasından yararlanarak da tetkik edebilirsiniz. Ayrıca, ‘soykırım’ kavramını ortaya koyan Rafael Lemkin’in (1948’de, bir sözleşme ile ‘insanlık suçu’ olarak kabul edilmiştir, ‘soykırım’), Talat Paşa’nın 1921’de bir Ermeni genç (Tehlerian) tarafından öldürülmesi ve yargılanması sürecinden hareketle ‘insanlığa karşı işlenmiş’ suçlara yönelişini ve kavramı ortaya koyarken 1915’e yaslanışını Akçam’ın yukarıda andığım konuşma metninden okuyabilirsiniz.
[16] Iskalanmış Barış, s. 385.
[17] A.g.y., s. 386-387. Keiser, ‘Reformlar’/‘Soykırım’ bağlantısına ilişkin –mealen– şunu da söyler: İttihatçı devletle Cumhuriyet devleti arasındaki özdeşlik görmezden gelinemez. O bağlamda, 1951’de kitabı yayımlandığında ‘Türk Tarih Kurumu’ üyesi olan Jön Türk devletinin savaş rejimi sorumlularından Esat Uras da, yine aynı kurum üyesi Hasan Reşit Tankut da (1961), uluslararası antlaşmalara dayanan ‘Ermeni Reformları’ndan kurtulmak yönünde Dünya Savaşı’nın çok isabetli bir fırsat yaratmış olduğunu söylemişlerdir. (s. 56)
[18] Keiser, Sevr’in ‘güdük bir Türkiye’ önerdiği, birikmiş sorunları çözme yeterliliği olmadığı kanaatindedir: “Sevr Antlaşması, muzaffer güçler tarafından dikte ettirildiği ve bir Osmanlı Federasyonu değil, emperyalist paylaşımla parçalanmış bir ‘güdük Türkiye’ planladığı için, bugünün bakış açısıyla hiç şüphesiz yanlış bir yoldu.” (s. 573-574). Aslında, müttefikler, öngörüleri doğrultusunda (Kürt ve Ermeni bağımsız bölgelerinin kurulması) bir tavır da almış değillerdi.
[19] A.g.y., s. 568. Koçgiri Dersim sözcülerinin, –Madde 12’den hareketle– Milletler Cemiyeti’nin, Türk hakimiyetindeki milletlere özerk gelişim imkânını güvencelendireceği kanaatinde olduklarını da anmış olalım. Moral dayanaklarından biri de, Başkan Wilson’ın, halkların kendi kaderlerini tayin hakkına dair ilkesel tutumu idi (bu tutum, “Doğu Vilayetleri’nin en ücra köylerinde yaşayan Kürtlerin ve Alevilerin bile politik umutlarını yeniden canlandırmıştı.” [s. 543]). 1918 sonlarında İstanbul’da kurulmuş olan ‘Kürt Teali Cemiyeti’ de Wilson ilkelerine dayanmaktaydı (Botan emirinin torunu Kâmuran Bedirhan da Cemiyet’in örgütleyicilerindendir). Öte yandan; BMM’nin oluşturduğu ilk anayasa olan ‘Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’, ‘İllerin hukukî niteliği ve il meclislerinin görev ve yetkileri’ni tanımlayan 11. maddesi ile il düzeyinde dikkati çekici bir ‘yerinden yönetim’ olanağı tanımıştır: “İller, yerel işlerde tüzel kişilik ve özerklik sahibidir. İç ve dış politika, şer’î, adlî ve askerî işler, uluslararası ekonomik ilişkiler ve hükümetin genel vergileri ile birden çok ilin çıkarlarını kapsayan konular istisna olmak üzere; Büyük Millet Meclisi tarafından konacak yasalar gereğince Vakıflar, Medreseler, Eğitim, Sağlık, Ekonomi, Tarım, Bayındırlık ve Sosyal Yardım işlerinin düzenlenmesi ve yönetimi, İl Meclislerinin yetkisi altındadır.” İl meclisleri üyeleri halk tarafından seçilecek, üyeler de kendi aralarından bir başkan seçeceklerdir. Ancak, 14. madde gereği, BMM, illere kendi temsilcisi/vekili olarak (‘devletin genel ve ortak görevlerinin takipçisi’ konumunda) bir ‘vali’ de atayacaktır. Kanunun 20 Ocak 1921’de kabul edildiğine (ve isyanın, 6 Mart-17 Haziran 1921 arasında yaşandığına) bakılırsa, ‘Teşkilât-ı Esasiye’nin, en azından Dersim Koçgiri ahalisi için pek bağlayıcı ve inandırıcı olmadığı söylenebilir. Kaldı ki, 1923 tarihli, ‘ilk anayasanın bazı maddelerinin açıklanarak değiştirilmesi’ yollu müdahale vesilesiyle söz konusu 11. madde külliyen buharlaşmıştır da.
[20] A.g.y., s. 570.
[21] 1934 tarihinde çıkarılan 2510 sayılı yasa ile, ‘Türk kültürüne bağlılık hassasiyetiyle nüfusun mekânsal dağılımını düzenleme yetkisi’ dahiliye vekâletine teslim edildi. Kanun uyarınca, Doğu-Güneydoğu Anadolu şehirlerinden 25.831 Kürt Batı’ya (‘kültür değişim programı dahilinde’) nakledildi (1947’de devran azıcık döndü, zorunlu ikâmet kaldırıldı ve 22.516 kişi eski yerlerine döndü!). Meseleye bir başka boyutta eğilen yazım için bkz. “Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla Göç ve Kendilik”, Birikim, Sayı: 256-257 (Ağustos-Eylül), 2010.
[22] A.g.y., s. 585. Ayıca şunu da ekler, Keiser: “Martin van Bruinessen, Türk tarihine dair standart Batı kaynaklarında bu etnik kırımın bulunmadığını tespit etmiştir.” Ayrıca, bu faslı kapatırken şunu da vurgulamış olalım: ‘Heteredoks Kızılbaşlar (Aleviler)’, Kürt siyasi tarihi içinde, –hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet sürecinde– Sünni Kürtlerden farklı bir konumlanışa sahip oldu. Farklı konumlanışın 16. yüzyıla (II. Selim zamanına) uzanan kökleri var. O tarihten başlayarak, Sünni omurgalı devletin baskısına/dışlamasına maruz kaldı Aleviler. Gerek inançları, gerek yaşayışları ile Doğu Vilayetleri bölgesindeki misyonerlerin (özellikle Protestanların) dikkatini çektiler –sivil toplumsal aydınlanmaya yakın oldular. Sünnilerin uzak durduğu misyonerlere onlar ilgi gösterdi (Ezidiler, Dürziler ve Arap Alevileri olan Nusayriler de Protestanlara –görece– yakındı). Sünni Kürtler, Osmanlı Devleti’ne ve ‘ulusal mücadele’ye ‘halifelik’ üzerinden bağlı kalmış ve ancak halifeliğin kaldırılışı (3 Mart 1924 –aynı gün tüm Kürt dernek ve yayınları da yasaklanmıştır) ile merkezle araları açılmışken, Aleviler hep dışlanmış ve muhalifti.
[23] A.g.y., s. 32. Dersim’in (Batı kaynaklarında dahi) karanlıkta kalışında –olayı yerinde gözlemleyebilecek– misyonerlerin Cumhuriyet tarafından kovulmuşluğunun da payı büyüktür.