Zil Çaldığında: Abluka’nın Anlattıkları
 

Diğer pek çok şeyin yanında, insanların davranışları karşısında aklı karışan, korkuya kapılan, hatta hasta olan ilk kişinin sen olmadığını anlayacaksın o zaman. Bu konuda hiç de yalnız değilsin.

J. D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar

 

İzlediğiniz bazı filmler, okuduğunuz bazı kitaplar sizi kendi gömleğiniz gibi öylesine sarar, öylesine içine alır ki, yeni bir tanesine geçerken zorlanırsınız, bir daha aynı duygu yoğunluğunu yaşar mıyım diye tereddüt edersiniz. Abluka işte o filmlerden...

Abluka bir aile hikâyesi, dağılmış bir aileden iki (üç!) erkek kardeşin hikâyesi. Hapisten çıksa da şartlı tahliyesi nedeniyle çöp toplayarak polise muhbirlik yapmak zorunda kalan Kadir Tuğsuz ve belediyenin köpek itlaf timinde çalışan Ahmet Tuğsuz... Annesiz-babasızlar, kardeşlerini kaybetmişler, birbirlerini kaybetmişler, Ahmet daha yedi yaşındayken Kadir hapse girmiş, en son da karısı terk etmiş Ahmet’i. Kimsesizler... ve etrafları kuşatma altında. Devlet, yaşadıkları yerleri mahalle mahalle ablukaya almaya başlamış. Upuzun gökdelenlerle çevrelenmiş yoksul bir mahallede kısılıp kalmışlar. Abluka bu kısılıp kalmada yaşanan kimsesizliğin, tekinsizliğin ve nihayetinde cinnetin hikâyesi.

Filmin atmosferi, belediye görevlileri, Kadir’i işe alan polislerle devlet yapılanması ve mahalleye girip çıkarken geçtikleri polis kontrol noktaları her ne kadar çoğumuza 90’ları ve hatta günümüz Türkiye’sini hatırlatsa da, bu evrensel bir anlatı. Aslında ne belli bir zamanda ne Türkiye’de ne de belli bir mekânda geçiyor. Film gücünü de buradan alıyor. Bütün bu yaşananlar Filistin’in, Suriye’nin, Mısır’ın veya Latin Amerika’nın herhangi bir mahallesinde geçiyor olabilirdi. Etrafta patlayan bombalar ve “terör”le, daha sonra da polis ablukasıyla insan hayatı minicik bir mahalleye sıkışıp kalıyor, ama hayatları bir şekilde devam ediyor. Çünkü bu hayatlar evvelden koca koca gökdelenler ve onları ötekilerden ayıran uzun uzun otobanlarla, fakirlikle, yoklukla, yoksunlukla kendi içlerine hapsolmuş. Abluka’da bunları izleyicisine aktaran bir anlatıcı var mı veya buna ihtiyaç var mı? Hayır. İşte bu nedenle de evrensel ve güçlü bir anlatı. Emin Alper, hikâyesiyle de karakterleriyle arasındaki mesafeyi öyle doğru konumlandırıyor ki, iki (üç!) kardeşin zamandan ve mekândan azade macerasında herkes kendi yoksunluğundan, tekinsizliğinden ve ablukalar içinde kısıtlanmışlığından parçalar bulabilir. Filmin arkasında bunu destekleyen, güçlü metaforlarla, ustalıkla kurgulanmış bir metin var. Bu nedenle de izlediğiniz -ve bence gönül rahatlığıyla denilebilir ki- okuduğunuz film, yapaylıktan çok uzak ve gerçekliği bir o kadar kuvvetli. Bu anlamıyla da yönetmeninin izleyicisiyle filmi arasından çekildiği bir özgürlükler okuması. Emin Alper, dünyanın pek çok yerinde yaşanan bir kuşatmayı anlatıyor, politik bir yoksunluğu, fakirliği anlatıyor ve bunu yaparken bir yandan da izleyicisine sınırsız okuma özgürlüğü ve olanağı veriyor. İzinden gidilebilecek ve kat kat açılabilecek kırıntılar bırakıyor.

Yönetmenin bizi davet ettiği ve kendi okumamızda bizi özgür bıraktığı bu dünyada, Abluka’yı zenginleştiren ve güçlendiren yönlerden biri de siyasi anlatı üzerinden kurduğu temsiliyet başarısıdır. Kadir ve Ahmet “Tuğsuz”, annesiz-babasız, sonrasında kardeşsiz, terk edilmiş iki kardeştir. Kadir’i de Ahmet’i de devlete ait teşkilatlar işe almıştır. “Tuğ” Türk devletlerinde devletin sembolü, iktidarın ve hükümranlığın alametidir. Bu iki kardeş de hayatlarına devam edebilmek için devletin kendilerine verdiği işe muhtaçlar, oysa Kadir’in polis muhbirliği yapması ve Ahmet’in de belediye için köpekleri öldürmesi ruhlarını yaralar. Daha sonra her ikisinin de devlete iş yapmak için kullandığı eli, yaptıkları iş ile bağlantılı olarak yaralanır. Bir gece Kadir’in araştırdığı çöp konteynerleri ateşe verilir ve ateşi söndürmek için çöpün kapağını kapatmaya çalışırken elini yakar. Ahmet ise öldürmek için vurduğu köpeklerden birini kaldırmaya çalışınca, köpek elini ısırır. İşleri, işlevleri yaralanmıştır. Devletle olan bağları yaralanmıştır. “Tuğ”suz kalırlar. Polis istihbaratında Kadir’le dalga geçerler, gülerler, onu hakir görürler. Belediyenin idarecileri, kendi çalışanları Ahmet’in kim olduğunu bile bilmez. Aslında eli yaralı olduğu için doktora gönderecekleri yerde, onu başkasıyla karıştırıp bağırır çağırırlar. Devlet’in karşısında, “onlar”ın gözünde Kadir ve Ahmet defterdeki bir satır, bir istatistiktir yalnızca. İhtiyaç duydukları baba, onları yaralar, döver, mahallelerini ablukaya alır, hayatlarını kıskıvrak kuşatır.

Yalnız kalırlar. Kadir hapisten çıktıktan sonra ne kadar çabalasa da birbirlerine de yaklaşamazlar, yapayalnız kalırlar. Aralarında sürekli duvarlar ve Ahmet’in evinin kapısı vardır. Ziller çalar, çalınan kapılar bir türlü açılmaz. Önce mahalle sonra Ahmet’in evinin kapısı barikat olur hayatlarına ve ikisinin arasına. Birbirlerini kaybettikçe Ahmet daha çok kendi tutsaklığında ve cinnetinde kapalı kalır. Evinin bir duvarında yeni bir kapı açar, ama onun yerine eski kapıyı örer ve kapatır. Gittikçe daralır, sıkışır dünyasında. Kadir ve Ahmet’in birbirinin içine geçmiş, asla biri diğerine baskın olmayan cinnetin eşiğinde hikâyesi ve bu ikisinin etrafında ustalıkla örülmüş; her zaman tekinsizliğini, varlığını ve olanca ağırlığını hem karakterlerin hem de izleyicinin üzerinde tutan politik bir atmosfer. Abluka’nın arkasındaki başarılı senaryo, her anlamda kendisini hissettiriyor ve yalnızca izleyiciye değil, okur gözünüze de başarıyla hitap ediyor.