Özden Örnek’in günlüklerinden adım adım izlediğimiz, TSK’nın hiyerarşisinin en üstünde yer alan kişilerin, işlerinin doğal bir parçasıymışcasına yaptıkları darbe değerlendirme faaliyetlerini farklı bir kaynak teyit etti. Mustafa Balbay’a ait olduğu iddia edilen ve bir kısmı basında yer alan notlarda, zaman zaman aynı cümlelerle, bazı kuvvet komutanlarının, bazı gazetecilerin “rejim yakın bir tehlike altında, acilen duruma el konmalı, bu gidişat durdurulmalı” türünden aktif arayış içinde olduklarını görüyoruz.
1961’de yürürlüğe giren TSK İç Hizmet Kanunu’nun 43. maddesine göre, “Türk Silahlı Kuvvetleri her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü Silahlı Kuvvetler mensuplarının siyasi parti veya derneklere girmeleri bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır”. Bütün bunları, Ergenekon davasında savcılığın sunduğu ikinci iddianamenin önümüzdeki günlerde mahkeme tarafından değerlendirmesinden sonra tartışacağız.
Görevli mahkemenin yetki alanına giren, varsa suçu tespit etmek ve suçluyu cezalandırma işinin yanında, bütün yurttaşların hakkı olan siyasal ve etik gerekçelerle bu tür görüşleri eleştirmek, teşhir etmek, etkisiz kılma girişimleri de doğal olarak devam edecek. Bir kısım gazetecinin, “Türkiye Gazeteciler Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi”nde yer alan, “ gazeteci, devlet başkanından milletvekiline, iş adamından bürokratına kadar haber kaynağı olarak da kabul edilen kişi ve kurumlarla iletişimini meslek ilkelerini gözeterek yürütür” ilkesini fütursuzca çiğnemelerini de önümüzdeki dönemde tartışacağız.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli davalarından biri olan Ergenekon davası, suç olan eylemlerin cezalandırılmasının yanında, yasal anlamda suç olmayan ama asgari demokratik ilkeleri ayaklar altına alma yetkisini kendilerinde gören kişileri ve beslendikleri zihniyetin sorgulanmasını, teşhir edilmesini de sağlıyor. Ergenekon davasının bu ikinci boyutu, birincisi kadar önemli. Bu ikinci boyut elbette savcıların ve hakimlerin değil, yurttaşların işidir. Ergenekon davasında adil yargılama sınırını çizen hassas konulardan biri de bu ayırımdır.
Zaman zaman askeri darbeye odaklanan, bazen iktidarı yıpratmak için toplumda güç odaklarını harekete geçirmeyi ön plana alan ve çoğu zaman bu ikisini aşamalı olarak birlikte tasarlayan bir Atatürkçü cumhuriyet ve devlet ideolojisi bu belgelerden yansıyor. “Rejim tehlikede” sloganlı yeni olmayan bir zihniyet dünyasının ifadeleri söz konusu günlüklerde görüşleri aktarılan asker, sivil herkesin ortak paydasını oluşturuyor. Bu güruhu “tehlikenin farkında olanlar” topluluğu olarak tanımlayabiliriz. Oya Baydar’ın “darbeder” olarak nitelediği kişiler bu topluluk içinde bir alt bölümü oluşturuyor. Alt ama başat bir bölümü.
Ceza yasaları açısından suç teşkil etmeyen, ama darbeseverler cemaatinin ideolojik gıdasını aldığı bir dizi değerlendirme sadece gazetecilerin yazılarında, gazetelerin manşetlerinde, bazı komutanların ritüel konuşmalarında değil, devletin en sorumlu mevkiinde olan kişilerin sözlerinde de yer alıyor.
İşte bir konuşmadan parçalar: “Türkiye'de siyasal rejim, cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir. Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin ‘laik cumhuriyet’ten, ‘demokratik cumhuriyet’ adı altında, ‘ılımlı islam cumhuriyeti’ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. (...) Ilımlı islam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle, ‘irticai’ bir modeldir.”
“Ülkelerin yönetim sistemlerinin değiştirilmesine direnen en önemli ögeler, ulus devletlerdir. Bu nedenle, ulus-devletlerin parçalanıp yok edilmesi ya da bölünüp siyasal denetime alınması küresel sistemin başarısı için gerekli görülmektedir. Bunun için de, ulusal ülkü, ulusal bilinç ve ulusal dilin zayıflatılması, bu yolla ulusal benliğin yok edilmesine çalışılmaktadır. Kimi ülkelerin düşün önderlerinin son yıllarda Atatürk'e ve Atatürkçü düşünce sistemine yönelttikleri yoğun eleştirilerin anlamı ve amacı açıktır.”
“Ulus-devletin, ulus birliği ve ülke bütünlüğünün, tekil devlet ve laik Cumhuriyet'in koruyucusu ve güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, ilk kez iç ve dış odakların hedefi durumuna gelmiştir. Bu odaklar niyetlerini açıkça sergileyerek işi ‘hesap sorma’ söylemine kadar vardırmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri, anayasal rejimin korunması yönünden, tüm anayasal organ ve kurumlar gibi görevli ve taraftır. Ordu’yu yıpratarak etkisizleştirmek için, zamanlaması ayarlanmış bir oyun oynanmaktadır.”
Türkiye’de siyasal rejimin cumhuriyet kurulduğundan beri, günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamış olduğunun iddia edildiği bu konuşma, Ahmet Necdet Sezer tarafından 13 Nisan 2007’de Harp Akademisinde yapıldı. Cumhurbaşkanı olarak bir tür veda konuşması niteliğindeydi. Yedi yıl boyunca yaptığı en sert konuşmaydı. Bunu neden o tarihte ve özellikle Harp Akademisinde yaptığı o zaman da sorulmuş, tatmin edici bir yanıt alınmamıştı.
Bu konuşmadan bir gün sonra, Şener Eruygur başkanlığındaki Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği Cumhuriyet mitinglerinin ilki Ankara’da yapıldı. Sezer, Harp Akademisinde ne vesileyle olduğunu bilemediğimiz bu konuşmayı yaparken, günlerdir büyük hazırlıkların yapıldığı Cumhuriyet mitinginin bir gün sonra Ankara’da yapılacağını elbette biliyordu. Bundan öteye, bu iki olgu arasında doğrudan bir ilişki kurmak gereksiz. Yukarıda belirttiğimiz etkileme faaliyeti işte tam da budur. Organik bir ilişki aramak gerekmez.
Bu tür konuşmalar, değerlendirmeler, bir adım daha ileri gidildiğinde, Türkiye tarihsel birikiminin de özel katkılarıyla, elinde bunu yapacak potansiyel güç olan kişilerin zihin dünyasında, “görev başına” komutunun yanıp sönmesine yol açar. Darbe yapanlar veya darbe tasarlayanlar, bunun siyasal ve etik sorumluluğunu paylaşan geniş bir çevre olmaksızın bu yönde davranamazlar. “Canı darbe isteyenler”, bunu açıkça dile getirenler bu çevre içinde belki azınlıktadır ama komutanların zamanlarını darbe gerekli mi değil mi tartışmalarına harcamalarını, her fırsatta günlük siyasal değerlendirmelerde bulunmalarını, Türkiye’nin tarihsel ve doğal bir gerçeği olarak kabul edenler çoğunluktadır.
Ergenekon davası cinayetler ve benzeri suçları işleyenlerin yargılanmasının yanında, bu “tarihsel ve doğal” gerçeğimizle yüzleşmemize olanak veriyor. Güvendikleri dağlara kar yağanlar işte bu yüzden üşüyorlar.
Radikal İki, 22.3.2009