Sol Peronistlerin Arjantin’de başkanlık seçimlerini, eski başkan Hugo Chávez yanlısı Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin ise Venezuela’da parlamento çoğunluğunu art arda kaybetmesi, Latin Amerika solunda ciddi bir gerilemeyi işaret ediyor. Chávez’in Venezuela’da başkan seçildiği 1998 yılından bu yana Latin Amerika’nın (Meksika, Guatemala ve Kolombiya gibi önemli istisnalar hariç) neredeyse her ülkesinde kendisini sosyalist, sol ya da merkez sol olarak tanımlayan partiler iktidara gelmişti. 1970’lerdeki askerî rejimlerden ve 1980’lerin neoliberal dönüşümünden sonra toparlanamayacağı zannedilen Latin Amerika solu, bir anda dünyada örnek gösterilen bir başarı öyküsüne dönüşmüşken, ne oldu da kıtanın kilit iki ülkesinde sol partiler ağır yenilgilere uğradı?
Latin Amerika’da 2000’lerin sol siyaseti, dört temel ilkeye dayanıyor: devlet kaynaklarının yoksul kitlelere dağıtılması, sosyoekonomik hakların anayasal statü kazanması, başta ABD olmak üzere küresel güç odaklarına ve IMF gibi uluslararası finans kurumlarına olan askerî ve iktisadi bağımlılığın ortadan kaldırılması ve sosyal hareketlerin siyasette daha etkin bir rol oynamaları. Elbette ülkeler arası farklılıklar yadsınamaz: Örneğin Venezuela, diğer rejimlerin sahip olmadığı bir ayrıcalığa, muazzam bir petrol gelirini dağıtma şansına sahip. Anti-emperyalist retorik Venezuela, Orta Amerika ve Karayip ülkelerinde daha güçlü iken, Brezilya gibi küresel iktidar ilişkilerinde daha merkezî bir rol almak isteyen bir ülkede İşçi Partisi, ABD karşıtlığını çok yüksek sesle dile getirmiyor. Bolivya’da solu iktidara taşıyan Evo Morales, başarısını yerli halkların başını çektiği sosyal hareketlere borçlu iken, yerlilerin azınlıkta kaldığı ülkelerde benzer bir koalisyona rastlanmıyor.
Bir yönüyle bu yeni sol siyaset, Latin Amerika’da köklü bir dönüşüm yaşanacağını öngörüyordu: İstisnai aralıklar dışında küresel kapitalizmin dalgalanmalarından doğrudan etkilenen, tarihsel olarak dünyada gelirin en eşitsiz dağıldığı bu bölgede, 2000’lerin solu, yoksul kitlelerde büyük bir umut yarattı ve tabii küçük bir zümreyi de ciddi şekilde rahatsız etti. Ancak sol partilerin iktidardaki uygulamaları, aslında tarihsel olarak sol, hatta popülist merkez partilerin vaatlerinden radikal bir kopuşu işaret etmiyor. Venezuela ve Arjantin’de petrol şirketlerinin ve bazı bankaların devletleştirilmesi dışında genel olarak kapitalist üretim ilişkilerine dokunulmadı –ki değerli kaynakların devletleştirilmesi, 1930’lardan beri kıtadaki solcu veya milliyetçi birçok partinin bir numaralı siyasi gündemi olmuştur. Aynı şekilde, üretimi canlandırmak ve bölüştürücü adaleti sağlamak amacıyla kullanılan Keynesyen iktisat politikası da, başta Arjantin eski devlet başkanı Perón olmak üzere 1940’lardan beri birçok siyasetçinin başvurduğu bir yöntemdir.
Ancak 2000’leri farklı kılan yapısal ve konjonktürel koşullar, daha önce başarısızlıkla sonuçlanan deneyimlerin bu kez başarıyla uygulanması sonucunu doğurdu. Darbelerden çok çekmiş olan sol hareketler bu sefer daha uyanıktı (Chávez’i devirmeye çalışan muhalefetin 2002’de gerçekleştirdiği darbenin kırk sekiz saat sonunda başarısızlığa uğradığını hatırlayalım); Arjantin gibi bazı ülkelerde sağ gruplar askerden medet ummayı çoktan bırakmıştı; son olarak ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik siyaseti 1970’lerdeki doğrudan müdahaleci yöntemin çok uzağındaydı. 1950’lerden 1980’lere kadar sürekli önleri kesilen sol hareketler, 1990’ların ikinci yarısından itibaren uzun süre iktidarda kalabildiler ve bu durum, sol siyasetin bazı dönüşümler gerçekleştirmesinin önünü açtı.
Peki neler başarıldı? Venezuela örneğinden gidilecek olursa: Petrol gelirlerinin gıda, eğitim, sağlık gibi yoksul halkın karşılamakta zorlandığı ihtiyaçlar üzerinden dağıtılması, yoksulluktan doğan yoksunlukların azalmasına yol açtı. Arjantin’den Bolivya’ya, Ekvador’dan Venezuela’ya yoksul kitlelerin sol hareketlere en az iki, üç, hatta daha fazla seçimde büyük oranlarda oy vermesinin en önemli nedeni, temel ihtiyaçların karşılanması. Bunun oy karşılığında hizmet dağıtma, yani popülizm olduğu düşünülebilir, ama daha önceki hükümetlerin neoliberal dogmalardan ayrılmadığı bir ortamda sol partilerin bölüştürücü iktisat politikalarına ağırlık vermesi, küçümsenmemesi gereken bir tercih. Buna bağlı olarak bir başka önemli başarı ise, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin bir ayrıcalık olmaktan çıkarılarak, Bolivya, Ekvador ve Venezuela gibi ülkelerde anayasal bir hak olarak tanınması.
Ancak tüm başarılarına karşın Latin Amerika’daki sol hareketlerin de kendi sınırlarını aşmakta zorlandığını görüyoruz. En önemli sorun, dağıtılacak rantın bir noktada bitmesi. Petrol fiyatlarının düştüğü (Venezuela) veya ekonomik büyümenin yavaşladığı (Arjantin) dönemlerde genişletici maliyet politikası izlemenin imkânı olmuyor. Elbette bu, sadece sol rejimlerin karşılaştığı bir sorun değil; bir iktisat modelinin on-on beş yıldan daha uzun süre kriz yaşamadan sürmesi zaten modern toplumlarda sık görülen bir olgu değil. Ancak meşruiyetini büyük ölçüde rantın halka dağıtılması üzerine kuran rejimlerin, daralma dönemlerinde sadece iktisadi değil siyasi krizle de yüz yüze kalmaları kaçınılmaz.
Bugünkü solun en büyük çelişkilerinden biri de, toplumsal hareketler odaklı siyaset anlayışının öncü parti anlayışıyla sık sık çatışması. Devrim yapmak için güçlü parti ve güçlü lider gerektiği düşüncesi, başta Venezuela olmak üzere birçok ülkede tabandan gelen hareketlerin başını okşayan ama sonunda bildiğini okuyan bir siyaset elitinin ortaya çıkmasına yol açtı. Chávez yanlılarının kendilerine Bolivarcı demesinden esinlenen sağ muhalefet, bu kesimin adını Boligarşi koydu. Ancak sorun sadece sağ propaganda değil: Venezuela’daki iktidar bloğunun, toplumsal hareketlerin bağımsız yapısını ortadan kaldırarak bunları partiye tabi kılmaya çalıştığı, Chávez’in kişisel karizmasıyla bir arada tuttuğu hareketin onun ölümünden sonra iç çekişmeler ve yolsuzluk sonucunda ciddi mevzi kaybettiği, Chávez’in halefi Nicolás Maduro’nun Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi içinde güçlü destek bulamadığı, iktidar klikleri arasındaki çekişmelerin partiyi ve ülkeyi yönetilemez hale getirdiği herkes tarafından biliniyor.
İktidarı halk için kullanma iddiası, iktidarı ne pahasına olursa olsun elde tutmanın bahanesine dönüşünce, kaybeden, önce demokratik usuller daha sonra da halk oluyor. Sol hareketlerin anti-demokratik yöntemleri kullanmadığı veya görece az kullandığı yerleri tenzih etmeli, ama Latin Amerika’da ve özellikle Venezuela’da solun bir kısımının yarı-otoriter rejim inşasına hevesli olduğu görülüyor. Bu ülkede oyların adil sayıldığı doğru; sağ muhalefetin önemli bir bölümünün darbeci bir geçmişten geldiği de doğru. Ama muhalif liderlerin gülünç bahanelerle tutuklandığı, muhalif basının ciddi baskı altında olduğu, başta yargı olmak üzere iktidardan hesap sorması beklenen mekanizmaların ortadan kaldırıldığı, kısacası ülkenin yarı-otoriter bir rejime dönüşmüş olduğu da doğru. Burada kaybeden sadece demokratik usuller değil. İki yıla yakın süredir temel tüketim ihtiyaçları için kuyruklarda beklemeyi kanıksayan ve üç haneli enflasyon karşısında son on yedi yılın bütün kazanımlarını yitirmekten korkan, muhalefet liderinin tutuklanmasına neden olan delillerin düzmece olduğunu davanın savcısı ülkeden kaçıp her şeyi itiraf edince öğrenen, dünyanın en yüksek suç oranlarından birine sahip bir ülkede kriminal şiddete ve polise rağmen yaşamaya çalışan kitleler iktisadi ve siyasi gerilemenin en büyük mağduru. Bu krizleri karşıdevrimci güçlerin sabotajına bağlayan Maduro, belli ki artık kitleleri ikna edemiyor.
2000’ler solunun en büyük çelişkisi de bu aslında: demokratik kapitalizmin kurumlarıyla devrimci dönüşümün gerçekleşmeyeceğine inanmak, ama bu kurumları aşan alternatif bir siyaseti devreye sokamamak. Mantık şöyle işliyor: Büyük dönüşümler için toplumsal hareketler yetmiyor, iktidarı merkeze taşıyan bir öncü parti lazım. Dahası yargı, medya gibi iktidardan hesap sorması beklenen kurumları sağ oligarşinin elinden almak gerekiyor. Ancak sorunlar tam da burada başlıyor: Kurumlar bir kez fethedilince, öncü partinin yolsuz bürokratlarla dolu bir sol oligarşiye dönüşmesinin önünde hiçbir engel kalmıyor. Güçlü ve popüler bir lider öldüğünde (örneğin Chávez’in 2013’te ölmesi) veya dönem kısıtlaması dolayısıyla devre dışı kaldığında (örneğin Arjantin’deki 2015 seçimlerinde Cristina Fernández’in durumu), sol iktidarların iç rekabeti düzenleyen kurumlara ne kadar muhtaç olduğu daha iyi anlaşılıyor. Tüm bu çelişkileri rantı halka dağıtarak ve bölüştürücü mali politikaları halkçı ve anti-emperyalist söylemlerle destekleyerek gizlemek mümkün olabiliyor ama er ya da geç deniz bittiğinde, bu politika iflas ediyor ve bıkkın kitleler, sağı iktidara taşıyor.
Bu döngüden çıkış var mı? Latin Amerika solu, bölgesel bir gerilemeyi ilk defa darbeler değil, demokratik seçimler aracılığıyla yaşıyor. Dolayısıyla halka dönme fırsatı olacak. Dahası, sağın başarısının en büyük nedeni, halkı ikna eden bir planı olması değil, solun tükenmişliği. Burada son on-on beş yılda güçlenen toplumsal hareketlerin öncü parti gerilediğinde ne kadar etkin bir direniş ortaya koyacağı, bu ülkelerdeki sol muhalefetin başarısını belirleyecek. Seçim hezimetlerinden sonra Latin Amerika’daki sol hareketlere düşen, Bolivarcı ve Peronist solun çelişkilerini aşarken kazanımlarını sahiplenen bir başka siyaseti tahayyül etmek. Elbette ki böyle bir alternatifi devreye sokmak kolay değil ama 1990’larda ve 2000’lerde darbeleri ve neoliberalizmi yenilgiye uğratan bir geleneğin kendisini yenilemeyi bir kez daha başarabileceğini beklemek, hayalcilik sayılmaz.