Özellikle Türkiye sol/sosyalist kamuoyunun Güney Amerika’ya bakış açısının uzaklarda bir yerlerde solu/sosyalizmi iktidara taşımış halklara yönelik romantik bir bakış açısı ve güzellemeden çok da öteye gidemediği tespitiyle başlamak gerek. On beş sene önce Arjantin ve Venezuela’daki ve kıtanın geri kalanındaki sol seçim zaferlerini Amerikan emperyalizmine atılmış bir tokat olarak görmek nasıl indirgemeci bir yaklaşımsa, bugün bu seçim yenilgilerini neoliberal kuşatmaya, uluslararası sistemin Venezuela ve Arjantin’i istikrarsızlaştırma çabasına bağlamak da bir o kadar indirgemeci.
Öncelikle bizim ülkemizdeki siyaset okumalarına hakim olan dünyayı ve dolayısıyla bölgeyi Amerika’nın oyun sahası ve iki ülkedeki seçmenleri Amerika’nın kolayca manipüle edebileceği vasıfsız seçmen kategorisine sokmak hem bu ülkelerdeki direniş kültürüne ve insan hakları mücadelesine büyük bir haksızlık hem de rasyonel bir reel siyaset değerlendirmesini imkânsız kıldığından sağlıklı değerlendirme yapmanın önündeki en büyük engel.
21. yüzyıla girerken Güney Amerika, askerî diktatörlüklerin fiilî etkisinin halen sürdüğü, yoğun insan hakları ihlallerinin, kayırmacı ve klientalist ekonomilerin etkisinde, mutlak yoksulluğun artık sürdürülemez boyutlara geldiği, IMF reçetelerinin işlemediği bir sosyal patlama durumuna gelmişti. Venezuela’da Chavez’in yoksulluğu önceleyen, piyasadan çok toplumsala odaklanan, kendi ifadesiyle 21. yüzyıl sosyalizmi politikası kıtanın geri kalanında da yankı buldu. Arjantin’de Kirchner, Brezilya’da Lula, Şili’de Bachelet, Uruguay’da Mujica, Ekvador’da Correa, Bolivya’da Morales birbiri ardına seçim zaferleriyle yepyeni bir sol kuşağın önünü açtı. Yukarıda sayılan ülkelerin hepsinde önceki on seneye göre mutlak yoksulluğun ve açlığın ciddi bir şekilde azaldığını, sosyal programların, eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha iyi duruma getirildiğini söylemek mümkün. Ancak bu performans artışının ve icraat başarısının bu ülkelerdeki yapısal sorunları çözmede yetersiz kaldığını da görmek gerekiyor.
Venezuela’da Chavez’in ölümünden sonra duygusal hale devam ederken kıl payı bir seçim galibiyeti kazanan, ne Chavez kadar karizmatik ne onun kadar deneyimli olan Nicolas Maduro’nun ülkeyi tamamen ikiye bölünmüş, kutuplaşmış halinden çıkarmak yerine tam tersine kutuplaştırmayı artırıcı bir dil kullanması, muhalefete ait televizyonların kapatılması, muhalif lider Leopoldo Lopez’in saçma sapan bir mahkeme kararıyla hapse atılması, yolsuzluğa bulaşmış yerel şiddet gruplarını finanse eden hükümete yakın yöneticilere ses çıkarılmaması ve seçimden on gün önce hapisteki Leopoldo Lopez’in eşinin yanında bulunan muhalif bir adayın seçim kampanyasında vurulmasına kadar bir dizi hatayla zaten bu yenilginin taşları çok önceden döşenmeye başlamıştı. Chavez döneminde sosyalist programın yoksullar üzerinde yarattığı olumlu etkiler petrol ihracatçısı olan Venezuela’nın petrol fiyatlarının düşüşüyle azaldı; orta sınıflar ise bitmeyen gıda kuyrukları, %80 i geçen enflasyon ve her gün artan suç oranı karşısında mevcut iktidara desteklerini kestiler. Venezuela dışında Arjantin’de de ekonomide kötü gidişle beraber güvenlik endişesinin Kirchnerlerin sonunu getirdiğini söyleyebiliriz.
Güvenlik talebinin öncelikli ve hayati olduğu ülkelerde sağın daha güçlü olması Güney Amerika’da da karşımıza çıkan bir siyasi realite. Yakın zamana kadar büyük bir şiddet dalgası yaşamış, 80 ve 90’ları büyük terör örgütlerinin eylemi ve adi suç örgütlerinin egemenliğinde geçirmiş Kolombiya ve Peru’nun kıtadaki sol geleneğin en zayıf olduğu iki ülke olması tesadüf değil. Terör tehlikesi olmayan, güvenlik kaygısının ikincilleştiği ve daha sakin ülkeler olan Uruguay, Şili, Bolivya ve Ekvador’da ise sol görece köklü ve güçlü olabiliyor ve kazanımlarını süreklileştirebiliyor. Burada kıtanın iki büyüğü Arjantin ve Brezilya’nın ise farklı bir statüleri var. Bu iki ülke de herhangi bir terör örgütü ya da siyasal şiddet eylemlerine yıllardır uzak olsa da vatandaşları nezdinde güvenlik kaygısının hâlâ birincil olduğu ve suç çetelerinin, adam kaçırmanın, yağmaların ve organize olmayan adi suçların çok yoğun yaşandığı ülkeler ve herhangi bir ekonomik resesyon ya da çalkantıda bu halının altına süpürülmüş sorun bir anda ortaya çıkabiliyor.
2000’li yılların başındaki market yağmalamalarını, sosyal huzursuzlukları, ekonomik krizi aşmış gözüken Arjantin’de, 2013’te Cordoba’daki polis grevi sırasında yaşananlar ekonomideki bozulmanın ve kötüye gidişin ilk işaretlerini vermişti. Bir anda geride kalmış kötü bir hatıra olarak görülen market yağmaları, güpegündüz yapılan soygunlar, insanların işyerlerinin başında silahla nöbet tuttuğu günler geri geldi. Ve bu olayların yaşandığı 2.800.000 nüfuslu Cordaba kenti Kirchnerismin en büyük yenilgiyi yaşadığı ve seçim sonuçlarının kaderinin tayin edildiği kritik yer oldu (Macri %72, Scioli %28).
Seçmen sosyal kazanımlara müteşekkir olmakla birlikte Kirchnerlerin yeterince iktidarda kaldığını ve artık ülkeyi iyi yönetemediğini düşünmeye başlamıştı. Başkan Christina Kirchner hakkında Buenos Aires’teki AMİA (Arjantin Yahudi Kültür Merkezi) bombalamasının planlayıcısı olduğu iddia edilen İran’ı birtakım ekonomik anlaşmalar sonucu aklamaya çalıştığı iddiasını parlamentoya sunacak savcı Alberto Nisman’ın sunumdan bir gün önce evinde ölü bulunması, Kirchner yönetiminin demokrasiye duyarlı orta sınıflardaki son kredisini de bitirdi. Önce savcının elinde güçlü kanıtlar olmadığı için intihar ettiği öne sürüldü, sonra bunun bir cinayet olduğu anlaşıldı. Cinayeti ilk duyuran gazeteci iktidar tarafından organize edildiğini düşündüğü tehditler sonucu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Kirchner cinayette parmağı olduğunu düşündüğü İstihbarat Servisi’ni feshetti ancak kendisinin de dahil olduğu şüphe bulutunu dağıtamadı. Arjantin’in kirli savaş dönemiyle savaşında pek çok insan hakları ihlaliyle, faili meçhul kayıp ve cinayetlerle mücadele ederken, kendi dönemindeki böyle bir olayı açıklayamadı. Zaten ekonomik gidişattan dolayı kızgın olan ama demokratik duyarlılıkları nedeniyle Kirchner’e destek veren alt-orta sınıf da bu olayla tamamen desteğini çekti. Enflasyonun yüksekliği, dolar kısıtlaması, merkezî dolar rejiminde devletin kabul ettiği dolar kuru ile piyasadaki dolar kuru (blue dollar) arasında %60 fark olması, azalan Merkez Bankası rezervleri; dış politikada Uruguay ırmağındaki bir fabrikanın nehri kirlettiği gerekçesiyle Uruguay’la, LAN havayollarının Arjantin içi operasyonlarıyla ilgili anlaşmazlık nedeniyle Şili’yle, Falkland’deki referandum nedeniyle İngiltere’yle, Repsol şirketinin devletleştirilmesi nedeniyle İspanya ile ve son olarak ABD mahkemesinin Arjantin’le borç yapılandırması konusunda anlaşma sağlamayan fonları haklı bulmasıyla ABD ile olmak üzere herkesle kavgalı olma hali (bu bize fena halde başka bir ülkeyi hatırlatıyor) politik değişimi kaçınılmaz kıldı.
Güney Amerika’da solun iktidar olması ve on sene hakim güç olarak işlev görmesi yoksulluk ve sosyal harcamalar, eğitim-sağlık hizmetleri ve askerî yönetimle hesaplaşma konusunda şüphesiz çok büyük adımlar atılmasını sağladı. Ancak kıtadaki demokratik kurumsallığın eksikliği neticesinde özellikle yolsuzlukların azaltılması ve ekonominin verimsizliği konusunda daha önceki sağ/liberal gelenekten çok da fazla ileri gidemediğini görmek lazım. Kıta genelinde Batılı tarzda hesap verebilir kurumsallığı daha iyi oturmuş olan ve kişisel karizmatik liderden ziyade daha kurumsal demokrasi kültürü oturtmayı becermiş Uruguay ve Şili’yi ayrı tutarsak, özellikle Arjantin ve Brezilya’daki yolsuzluk söylenti ve iddialarının büyük boyutta olduğunu görüyoruz. Brezilya’da İşçi Partisi arka arkaya seçim kazanmasına rağmen hem eski başkan Lula hem mevcut başkan Dilma Rousseff rüşvet ve imtiyaz sağlama suçlarıyla karşı karşıya kaldı. Rousseff için Meclis’te azledilme tehlikesi bile gündemde. Görülüyor ki herhangi bir yerde solun iktidara gelmesi otomatik olarak yolsuzluğu ya da verimsizliği kendiliğinden yok etmiyor. Sol/sosyalist geleneğin de kişisel karizmatik liderin inisiyatifiyle bir yere kadar gelebildiği ancak kurumsallaşmış bir hesap verebilirlik ve denetim sistemiyle devleti yönetemediğini görüyoruz.
Sonuçta solu 2000’lerin başında kıtada hegemonik güç haline getiren iki şey yoksulluk ve eşitsizlikten duyulan memnuniyetsizlikti. On beş yıl sonra solun momentumunu bitirip sağa talebi doğuran şey ise güvenlik ve ekonomik istikrar talebi oldu. Solun meseleyi dış güçlere, her şeyin sebebi olan mucize kavram olarak sığındığı emperyalizme mal etmeden, neden bu iki meselede daha önce kendisine sürekli destek vermiş kitleleri bu kez ikna edemediğini sorgulaması lazım.
Bu seçim sonuçları iki ülke özelinde hangi sonuçları doğurur diye düşünürsek, Venezuela’da kısa vadede sağın güç kaybetmesi bir hayli zor görünüyor. Kongredeki çoğunluğu kaybeden Maduro’yu erken seçime zorlayıp başkanlığı da ele geçirmeleri şu anki konjonktüre göre son derece olası. Arjantin’de ise bu dönem, anayasa gereği üst üste üçüncü kez aday olamayan Christina Kirchner’in sağlık sorunları yaşasa da kolay kolay pes ederek siyasi arenayı terk etmeyeceği görülüyor. Kirchner’in siyasi geleceği pek parlak gözükmese bile Arjantin siyasetinde Peronizmin egemenliğinin tek seçim yenilgisiyle bitmesi mümkün değil. Yetmiş yıldır ülkenin ana siyasi akımı haline gelmiş hareketin kendini mutlaka dönüştürerek yeni bir lider ve program etrafında 2019’da güçleneceğini öngörmek mümkün. Ancak bütün yolların Peronizme çıktığı Arjantin siyasetinde, sol popülist damarın mı sağ popülist damarın mı baskın çıkacağını kestirmek güç.
[1] Punto Fijo, 1958 seçimleri sonucu Venezuela’daki ana akım üç partinin aralarında yaptığı seçim sonuçlarını tanıyan ve demokratik sistem için çalışma sözü verdikleri sisteme verilen ad.
[2] Cordoba seçim sonuçları için bkz. http://www.resultados.gob.ar/balotage/dat99/DPR99999A.htm
[3] Güney Amerika’daki demokratik kurumsallığın eksikliği konusunda karşılaştırmalı bir çalışma için bkz. George Philip, Democracy in Latin America, Polity Press, Cambridge, 2003.
[2] Cordoba seçim sonuçları için bkz. http://www.resultados.gob.ar/balotage/dat99/DPR99999A.htm
[3] Güney Amerika’daki demokratik kurumsallığın eksikliği konusunda karşılaştırmalı bir çalışma için bkz. George Philip, Democracy in Latin America, Polity Press, Cambridge, 2003.