Ortadoğulu otoriter rejimlerin kendilerini kurma ve idame ettirmeleri, Theda Skocpol’ün Devletler ve Toplumsal Devrimler adlı çalışmasında işlevsel ve Marksist yaklaşımların devrimci kriz süreçlerinde devlete atfettikleri ikincil rolü eleştiren, buna karşın devleti toplumsal sınıflardan görece özerk bir konuma yerleştiren bakış açısını sahiplenerek incelenmektedir. Devletin sahip olduğu bu görece özerk konum sayesindedir ki otoriter rejimler kendilerini idame ettirebilmek adına egemen sınıfların hilafına da olsa belirli stratejiler benimseyebilirler.
Ortadoğu’da otoriter rejimlerin kendilerini sürdürmeleri, devrimci krizlerle baş edebilmeleri ve demokratik dönüşümün gerçekleşmemesinin nedeni çoğunlukla toplumsala atfedilen “yokluklar kümesi” ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Buna göre iktisadi geri kalmışlık, güçlü bir burjuvazinin olmaması, ekonomide devletin ağırlığı, sivil toplumun güçsüzlüğü gibi etmenler demokratik dönüşüm olasılığını tüketmektedir. Ancak 20. yüzyıl boyunca Ortadoğu toplumlarının otoriter rejimlere yönelik tekrarlanan kalkışmaları esasen bu toplumların hiç de durağan olmadığını, örgütlenebildiklerini, devrimci potansiyele sahip hareketleri vücuda getirebildiklerini göstermektedir. Bu nedenle otoriter rejimlerin kendilerini sürdürmelerini toplumsala atfedilen eksikliklerden ziyade bizatihi otoriter rejimlerin doğasında aramak gerekir. Burada otoriter rejimlerin devrimci krizlerle baş edebilmek adına iki ayırt edici özelliği ortaya çıkmaktadır. Zor kapasitesi ve zoru kullanma iradesi.
Devletin zor ve simgesel şiddet araçlarının kurumsallaşma düzeyi/dolayımı, kapasite ve iradesinin özerkliğini belirlemektedir. Buna koşut olarak da rejimler seçimleri manipüle ederek, hem iktidar ve muhalif seçkinleri hem de her bir seçkin grubunu kendi içerisinde bölerek, seçkinlerin mevcut rejim dışında özerk çıkarlarının oluşmasını engelleyerek, zor araçları üzerinde tekel kurarak ve bunları patrimonyal ağlarla kendisine içkin kılarak ve nihayetinde simgesel şiddet mekanizmaları üzerinde kurduğu tekelle toplumsal gerçekliği kendisini pekiştirecek şekilde tabi sınıfların zihnine kazıyarak kendilerini yeniden üretebilmektedirler.
Simgesel şiddet, otoriter rejimlerin kendilerini idame ettirmelerini sağlayacak zor araçlarının çarpan maliyetlerinden kaçınmak için onlara önemli katkılar sunmaktadır. Simgesel iktidar alanı, siyasal iktidara gerçekliği kurma ve yönetme gücünü vermektedir. Böylece rejimler, zora başvurmaksızın toplumsal meşruiyetlerini kurmaktadır. Ancak otoritenin tabi sınıflarca nasıl algılandığına ilişkin Weberyen anlamda meşruiyet anlayışının kendi içerisinde bazı eksiklikleri söz konusudur. Buna göre tabi sınıfların otoriteye itaat göstermesi, bilinçli bir iradenin ürünüdür. Pierre Bourdieu ise otoriteye yönelik itaatin ne dışsal bir mekanizmaya boyun eğiş ne de iradi bir rızanın sonucu olduğunu belirtir. Gramsci’nin hegemonya kavramı da meşruiyet anlayışıyla benzer olarak rızayı gönüllülük ekseninde kurmaktadır. Oysa rızanın illaki gönüllük esasına göre kurulması gerekmez.
Bourdieu, simgesel şiddet kavramını toplumsal tahakkümün kültürel mekanizmalarını açığa çıkarmak için oluşturmuştur. Faillerin eğilimlerinin oluşumunda, toplumsal gerçekliğin üretim ve yeniden üretiminde sahip olduğu araçlarla devlete özel bir önem atfeder. Weber’in devlet analizini sahiplenerek ve belirli ölçüde dönüştürerek kullanır. Buna göre devlet, “belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan halk üzerinde meşru bir şekilde fiziksel ve sembolik şiddet kullanım tekelini elinde bulunduran X”tir. Bourdieu, devlet iktidarının simgesel boyutunu Weber’in din sosyolojisinde yaptığına benzer şekilde, simgesel şiddetin üretiminde çıkarları olan kişi ve kurumlar açısından inceler. Devleti, kurumsal yapısını alan analizine başvurarak bürokratik bir alan şeklinde değerlendirir. Böylece bürokratik alanı, farklı toplumsal sermayelere ve yapılandırılmış eğilimlere (habitus) sahip aktörlerin devlet sermayesi için mücadeleye giriştikleri bir arena olarak kurgular.
Çalışmanın müellifi, otoriter rejimleri incelemek için Bourdieu’nun alan analizini kullanarak devletin görece özerk konumunu bir kez daha öne çıkarır. Bourdieu, alanları kendi iç mantıklarına tabi, diğer alanlardan görece özerk ancak ilişkisellik içerisinde çeşitli kaynakların kontrol edilmesine yönelik verilen mücadelenin mekânsal arenaları olarak değerlendirir. Bu alanları; bürokrasi, ekonomi, din, sanat, edebiyat, akademi olarak sıralamak mümkündür. Aktör/fail, toplumsal koşullarca kolektif olarak yapılandırılmış eğilimleriyle ve yanında taşıdığı sermaye türleri; ekonomik, kültürel, sosyal ve simgesel, alanın özgün kaynakları üzerinde mücadeleye girişir.
Yazar, Bourdieu’nun alan teorisine başvurarak otoriter rejimlerin sürekliliğini anlamak adına alternatif bir kuramsal çerçeve önerir. Alan teorisini daha spesifik hale getirmek için Michael Mann’ın kavramsal araçlarından faydalanır. Buna göre devlet kapasitesini ve devlet sermayesini elinde bulunduranların toplumsalla kurdukları ilişkiyi anlamak için Mann’ın yaygın iktidar, despotik iktidar ve altyapısal iktidar kavramlarına başvurur. Yaygın iktidar, merkezi olmayan, biri tarafından dikte edilmeyen, bilinçdışı uyulan bir iktidar türüyken; despotik iktidar, seçkinlerin zora ve zor kullanma tehdidine başvurarak kararlarını topluma dayatmalarını ifade eder. Altyapısal iktidar ise siyasal kararların devletin topluma nüfuz etmesi sonucu, zora başvurulmaksın uygulanabildiği iktidar türüdür.
Bourdieu’nun simgesel iktidar, Mann’in despotik ve altyapısal iktidar kavramları Ortadoğu’daki otoriter rejimleri anlamak açısından bir arada kullanıldığında, bu rejimlerin toplumsal karşısındaki konumlanışları ve devrimci krizlere karşı kendilerini sürdürülebilir kılma olasılıkları daha iyi anlaşılabilir.