“Coğrafya ne işe yarar?” sorusu ilk çağlardan bu yana tartışılagelen kökensel bir arayışı ifade eder. Diğer yandan söz konusu arayış kimilerince pratik bulunan ve pratik olduğu için de bayağı görülen “coğrafya kime yarar?” sorusuyla beraber sorulmadığı oranda önemini ve anlamını da kaybeder. “Kime yaradığı” konusunu işlevselci bulup azımsayanlar, dün olduğu gibi bugün de bu meselenin en çok farkında olanlardır. Onlar mekânı üretildiği toplumdan uzaklaştırırken, kendisine yaklaştıranlar, tanrıya havale edenler, kendi haline bırakanlar; öncelerde gizem ve sihri, şimdilerde hiçliği ve beceriksizliği coğrafyaya reva görenler… Özetle, iktidar sahipleri ve onların kurmay bilimcileri ve dahi okul coğrafyacılarıdır. İklim, bitki örtüsü ve benzerlerinden topluma yönelik çıkarım yapan, Batı Avrupalıları seçilmiş kılan son derece etik ve evrensel(!) çevresel determinist coğrafya yaklaşımını, Ratzel’in Darwin dayanaklı organizmacı devlet anlayışını, Mackinder’in Heartland tezini, Haushofer’in meşhur “jeopolitik” kavramını anarak haklarını teslim etmeli. Buna bir de Hartshorne’un ABD tandanslı saygın(!) katkısı, halkımızca etli-sütlü, su-sabun retoriği üzerinden ifade edilen felsefi pozisyona da karşılık gelen “siyasi olmayan siyasi coğrafya” buluşunu da eklemek gerekir.
Mekâna içkin iktidar mücadelesi, Foucaultcu bir ifadeyle, güç ilişkilerine içkin bir mekân mücadelesi anlamına da gelmektedir. Mücadelenin diğer tarafına bakıldığında ise her türden sömürü düzenini reddedenlerin coğrafyası, yeraltı coğrafyası görülecektir. Bu coğrafya epistemolojik olarak özneci/iradeci –nesneci/empirisit olmayan–, ontolojik olarak başat faili Braudelci izlekte gündelik içinden seçen ve etik olarak da bayağı bir barışı değil, haklı ve meşru bir savaşı tercih ve talep eden bir coğrafyadır. Böylesi bir coğrafi düşün varlığını sömürgecilik dönemlerinde halkın coğrafyasını yapma cüretini gösteren Reclus ve Kropotkin’e borçludur. Onlar aynı zamanda Lacoste’un da öncülleridir.
Yves Lacoste 1976 yılında Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar [1] ismiyle çevrilen meşhur kitabını yazdığında, henüz David Harvey’in kendi anlamlılık kriziyle meşgul olduğu da düşünülürse, kitapta yer alan fikirleriyle geleneksel ve güncel coğrafya anlayışına çomak soktuğu, köküne kibrit suyu döktüğü söylenebilir.
Lacoste bu kitapta genel coğrafya yapma anlayışı, coğrafyanın büyük babalarının hataları, doğa-insan ilişkisinin kurgulanışı, iktidar mücadelesi gibi konularda o zamana kadar belli belirsiz söylenmiş ya da hiç söylenmemiş düşünceler geliştirmektedir. Kitabın ilk bölümünde yer alan özyaşam öyküsü, düşünsel gelişimini hem daha anlaşılır kılmakta hem de düşüncesinin somut pratik temellerini oluşturmaktadır. Lacoste bu kitapta yer alan radikal kuramsal ve kavramsal argümanlarının yanı sıra, başlıcası Vietnam Savaşı’na dair olan görüşleri ile zamana mekânı, yekpare topluma farklılıkları (sınıfsal, etnik ve dinî ayrımlar vb.) dahil etmekte, böylece de kozmosun uyumu, birliği ve düzenliliği yerine çelişkiyi koyarak başlı başına bir coğrafya (yapma) krizine yol açan devrimci bir kalkışmanın tarafı olmakla kalmayıp faili de olmaktadır. Onun “savaş” ile kastettiği tankların, füzelerin ve çeşitli silahların kullanımı ile askerî siyasal üstünlük elde etme mücadelesini çok aşan bir içeriğe sahiptir. Otorite, iktidar mücadelesi ve bunun için araçsallaşan her türlü coğrafi bilginin üretilme kabiliyeti ile denetleme becerisine sahip olma meselesidir. Tam da bu noktada Lacoste, savaş-coğrafya ilişkisine dair hafızalara kazınacak bir örnek olarak Vietnam Savaşı’nı inceler. Vietnam Savaşı sırasında, ABD uçaklarının ova seviyesi üzerinde Kızıl Nehir’i çevreleyen bentleri; gizlice, yavaşça çatlaklar açarak dağılmak üzere torpil bırakarak “doğal” bir şekilde yıktığını, yıkmaya çalıştığını göstermiştir. Bu durum o bölgenin jeomorfolojisini anlamak kadar coğrafi bilginin nasıl kullanılacağını bilmekle de ilgilidir. Bitki örtüsünün yıkılması, su yüzeyleri ve kaynaklarının değiştirilmesi, erozyonlar yaratılması konunun bir boyutudur. Diğer boyutu ise bu ortamlardan uzaklaşan halkın belli noktalara (stratejik köylere) yığılması ve zorla kentleştirme yoluyla mekânsal dağılımın radikal bir şekilde farklılaşmasıdır. Bu seçimler, farklı bir coğrafi düşüncenin ürünüdür. Meseleye muktedirlerin edimlerinden doğru bakılırsa otorite-kontrol-organize etme ya da zorun kullanımı bazen bir halkı yerinden etme demek olabileceği gibi bunun ol(a)madığı durumlarda “yeri” halktan etme, yani bizatihi halkın kendisini yok etme anlamına gelebilmektedir (Lacoste’un “enteresan bir sosyolog” dediği Lefebvre’e göre de toplum-mekân ikilisi birlikte çalışır).
“Yerinden etme” kısmına odaklanılırsa, bu durum ülkemiz kentlerinde, kırlarında zorunlu göç ettirme ile olduğu kadar ekoloji odaklı çarpıtmalarıyla ahaliye Chicagolu muamelesi yapan çok çeşitli kentsel dönüşüm pratikleri ortaya koyan merkezî ve yerel devlet üretimi itici bir gücün dolayımıdır.
Söz konusu “yerli ve milli” devlet aksamı ve siyaset geleneği, bir çeşit savaş stratejisi olarak yersizleş(tir)me geleneğini sürdüregelmektedir. Genellenirse, Lacosteçu bir bakış açısıyla, iktidarı hedefleyen her hareket yer üzerine de mücadele ettiğini bilmelidir. Böylesi bir kabul bugün ülkemizde savaşın kırda devam etmekle birlikte kente nasıl geldiğini anlamak için geçerli ve anlamlı bir çerçeve sunmaktadır: “Kent hakkı/kente hak” talebi Kürt siyasal hareketiyle anlamını oldukça farklı bir düzlemde genişletirken, hareket için de yeni bir aşama anlamına gelmektedir.
Bu yeni aşamada dört önemli nokta sayılabilir: ilki Suriye’deki süreç ve Rojava’daki kantonların oluşturulması; ikincisi 1990’larda yoğun göçler sebebiyle Kürt halkının Doğu ve Güneydoğu illerinin dışında, belli bölge ve kentlerde de olsa yaygınlaşması ve gençlerin çoğunlukla kentsel/daha kentsel ilişkiler içinde büyümesi; ikinci ile alakalı olarak HDP’nin artık bağımsızlardan grup oluşturarak değil, doğrudan barajı aşarak parlamentoya girebilmesi; son olarak da kırdaki savaşa eşlik etmeyen bir kentsel mücadelenin yokluğunda daha fazla yol alınamayacağının, alınacak yolun da bir yere kadar olduğu gerçeğinin bilince çıkarılması (muhtarlık, ilçe belediye ve il ya da büyükşehir belediyeleri aynı partiye aitken, pratikte bir karşılığı bulunmayan özyönetim ilanları bu perspektifle anlaşılabilir)
Hendek-barikatın kentteki yerini seçen dinamik nedir?
Kanımca yukarıda sayılan dört öge, savaşın Diyarbakır (Lice, Silvan, Sur, Bismil), Şırnak (Cizre, Silopi), Mardin (Nusaybin, Derik, Dargeçit) kent merkezleri ve ilçe merkezlerinde yer seçiminde etkili olmaktadır. Öyleyse bir sonraki soruya geçilebilir: Hendek-barikatın kentteki yerini seçen dinamik nedir? Bu soruyu Kürt halkının o yereldeki mevcudiyeti olarak cevaplamak hem haksız hem de indirgemeci bir tutum olur. O zaman tam da buradan başlayalım…
Çatışmaların yoğunluklu olarak sürdüğü yerlerden olan Sur İlçesine daha yakından bakılırsa, ilçenin Diyarbakır’ın tarihî kale yerleşimini de içine alarak özellikle sur içinde, kentlerimizde sıklıkla karşılaşıldığı üzere kentin en yoksul kesimlerinin yaşadığı mahalleleri içerdiği görülmektedir. Buradaki Fatihpaşa, Savaş, Cemal Yılmaz gibi mahalleler ya da Sur ilçesi bitişiğinde yer alan Benusen semti çatışmaların yaşandığı ve sık sık sokağa çıkma yasaklarına konu olan yerleşimlerdir.
Bu bölgeler 90’lardaki zorunlu göç dalgasından en çok etkilenen yerler arasındadır. Diyarbakır’ın merkez ilçeleri söz konusu olduğunda kimi aileler Aziziye ve Gürdoğan Mahalleleri gibi çeper bölgeleri seçerken, kimileri ise Sur’a gelerek merkeze yerleşmeyi tercih etmiştir. Bu durum devamında çeperdekilerin gecekondu mahallesi olmaları bakımından kırsal faaliyetlere devam edebilirliğini sağlarken merkeze gelenler açısından kentsel ilişkilere dahil olma yönüyle farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Sur ilçesi özelinde mevcut yerleşimciler evlerini satıp giderken, yeni gelenler mevcut harabe ve çöküntü durumundaki yapı stokuna sığınmak zorunda kalmıştır. Köyden gelenler kısmen tanıdıklarının ve akrabaların yanında kalmışlar, kısmen de ortaklaşa ev kiralamışlardır [2]. Dolayısıyla köyden gelenlerin akrabaları ve tanıdıkları ile olan bağlantıları kentte yeni yerleştikleri semtlerde de devam etmiştir. Bugün aynı barikatta savaşanlar, aynı mahalleli olmanın ötesinde aynı köylü ve hatta akrabadırlar. Paris Komünü’nde aynı mahallelerden gelenlerin çatışmanın dayanıklılığı ve ruhu açısından aynı barikatın arkasına yerleştirildiği düşünüldüğünde, Sur’un (ve benzer koşullardaki diğer yerleşimlerin) direnme kabiliyeti ve avantajı daha iyi anlaşılacaktır.
Diğer bir konu ise mücadelenin aktörleri ile ilgilidir. 1990’larda göç eden yoksul ailelerin mevsimlik tarım işçisi, inşaat işçisi ya da geçici kentsel-enformel çalışanları olan çocukları bugün barikatın arkasında isyankâr ama örgütlü bir savaş yürütmektedir. Ofis semti gibi kentin prestijli bölgelerine gidemeyen, kentsel yoksulluğu ve yoksunluğu ziyadesiyle tecrübe eden Kürt gençleri bu anlamda kıra gitmek yerine bugün kendilerini YDG-H ile ifade etmektedir. Söz konusu ifade doğrudan hareketin içine girmek şeklinde olabildiği gibi kenarında kalıp çatışmaya içeriden destek vermek şeklinde de olabilmektedir. Ancak Gezi’deki gibi örgütsüz ya da çok-örgütlü (birden çok örgüt anlamında) bir yapının olmadığı, yolu yordamı ve hedefi belli bir mücadelenin olduğu ortadadır. 1970’lerden bu yana ülkemiz devrimci hareketlerinde ifade edilen “kent gerillası” terimi bir bakıma Sur’da, Lice’de, Cizre’de ve diğerlerinde, belki de kendi özgül pratiği ve yönelimi içinde somutluk kazanarak olgusundan önde gitme sıkıntısından kurtulmaktadır.
Sokak savaşı mahalleyi–sokağı nasıl dönüştürüyor?
“Ev ev, mahalle mahalle” sürdürülen taraflarınca “öz savunma direnişi” ya da “hendek siyaseti” olarak tanımlanan şehrin kendisinin hem bir savaş ortamı hem bir savaş gereci hem de savaşın kendisi olduğu bu yeni mücadele biçimi, mekânın yeniden organizasyonunu da beraberinde getirmektedir. Bir çeşit karşı kentsel dönüşüm hamlesi olarak da alınabilir. Buna göre mahalleler tek giriş ve tek çıkışlı olarak düzenlenmekte (örneğin Cizre-Cudi Mah.), sokaklar ise, artık bilindiği üzere, kazılan hendeklerin yanında sökülen parke taşları ve çok çeşitli malzemeler ile oluşturulan barikatlar vasıtasıyla ve perde-battaniyelerle denetlenebilmektedir. Parke taşı ya da kaldırım taşı olmayan yerlerde büyük taşlar ve kayalar kullanılmaktadır. Bir diğer taktik ise zaten bitişik olan evlerin duvarlarının delinmesi ile geçiş koridorlarının, bir anlamda iç sokakların oluşturulmasıdır. Özellikle Sur içi mahallelerin organik-kıvrımlı dar sokak dokusu akrep, TOMA, ranger ve benzerlerinin geçişini zorlaştırmakta, savaşı, mahalleyi-yereli bilen, hareket kabiliyeti yüksek olan tarafın lehine kılmaktadır.
Buna karşın devlet tarafı da farklı ölçeklerde farklı araçlar geliştirmekte; ancak işler yine “mekânın düzenlenmesi yoluyla toplumsal yaşamın düzenlenmesi” zemininde ilerlemektedir. 2012 yılında 6306 sayılı Afet Kanunu kapsamında Sur İlçesi’nin “riskli alan” ilan edilmesi, 2013 yılında Hevsel Bahçeleri’ni de kapsayan bölgenin yine aynı kanun kapsamında “rezerv yapı alanı” ilan edilmesi, sonrasında gelen tepkiler sonucu yeşil alan kullanımlarının yapılacağı savıyla kararın revize edilmesi, Dicle Nehri üzerine HES projelerinin iliştirilmesi sürece yönelik önlemler arasında sayılabilir. Ayrıca geçtiğimiz günlerde HDP milletvekili Feleknas Uca’nın da dile getirdiği 2009’dan bu yana gündemde olan ve bugün yine ortaya çıkarılan Sur’a yapılması planlanan TOKİ konutları tartışmaya bilindik bir açıdan yeni bir boyut kazandırmıştır. Bunlara bir de doğrudan askerî araçlarla işleyen sokağa çıkma yasakları ve kentlerin etrafını çevirerek kapatma yoluyla izole etme yöntemleri de eklenmelidir. Son olarak, Sur içinde yer alan tarihî kültürel mirasın yok edilmesinin kentsel kimliğe ve hafızaya yönelik bir hamle olduğunu söylemekte de yarar var.
Dolayısıyla Sur’daki sokak savaşı yaratıcı mekânsal pratiklerle gündelik yaşamın iç içe geçtiği, karşılıklı evrildiği yeni bir ritim tutturmuştur. Savaşın stratejik ve çatışmaların taktik boyutları mahallelerin oluşumu, konumu ve içerdiği ilişkilerden bağımsız ele alınmak bir yana, bu ilişkisellikle okunmadan anlaşılamaz.
Coğrafyanın kim için olduğu tartışmasının seçik bir zeminde yapılması, coğrafi bilginin kendi ontolojisini kurmasını da kolaylaştırmaktadır. Çünkü bu arayış coğrafi düşüncenin öznesini saptamayı da gerektirmekte olup, öznenin tahlili, siyasal ve toplumsal konum almayı da beraberinde getirmektedir. Söz konusu konum alma, mekân ve zamanda eşsüremli tutunmayı gerektirir. İlhan Tekeli’nin de dediği gibi birini diğerine öncelemenin -ki bu genellikle tarihi coğrafya önüne koyma şeklindedir- epistemolojik bir dayanağı yoktur.
Lacoste’a göre, iktidar yapıları ile mekân örgütlenmesi arasındaki ilişki iktidarda olmayanlardan saklanmaktadır ve coğrafi söylemin en aldatıcı hali onun faydasız göründüğü zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Bugün Diyarbakır özelinde Sur bölgesinde (özellikle dış kale içerisinde) sürdürülen “sokak savaşı”nı anlamanın yolu, durumu, en basit ifadeyle Sayer’in “mekânda fark eder” sözüyle okumaktan geçmektedir. Tarafların mücadeleye yönelik geliştirdiği mekânsal temsiller aynı zamanda savaşın özüne dair fikir vermekte, öz de temsilleri ifade etmektedir.
[1] Lacoste, Y. (2014). Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar. (Çev. S. Sezer). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[2] Kalkınma Merkezi. (2010). Zorunlu Göç ve Diyarbakır. (Yayın No:3). Diyarbakır: Gün Matbaacılık.