Guillaume Bigot, Paris saldırılarının olduğu hafta yayımladığı, zorunlu askerliğin geri getirilmesini savunan yazısında, küresel cihat ile Fransa arasındaki savaşın bir “uygarlıklar çarpışması” değil de “yoklukçuluk”(neantisme) ile totalitarizm arasında bir mücadele olduğunu savunuyor.
Bu “yoklukçuluk” terimi, günümüz Fransa’sında, sinizmin ve kötümserliğin egemen olduğuna dair olan inancı belirtiyor. Türkiye’de “Batı bitiyor” söylemine tekabül ediyor gibi gözüken bu olgu aslında daha karmaşık. Avrupa’nın dünyayı yüzyıllarca yönettikten sonra çöküşte olması ile alakalı, jeopolitik bir ifade değil. Genel ahlâksızlığın ve yozlaşmanın sebebiyet verdiği manevi bir çöküş de değil. Fransa’da aşırı sağdan, cumhuriyetçi sola kadar pek çok kanaat önderinin dile getirdiği bu “yoklukçuluk”, toplumu bir arada tutan kurumların yok olması anlamına geliyor. Tamamen bireye odaklı bir topluma geçildiğinden söz ediliyor. 68 sonrası liberter sol ve küresel kapitalizm arasında bir ittifak gerçekleştiğini iddia eden bu kanaat önderleri, günümüzde “devlet”, “aile”, “vatan”, “toplum”, “ordu” gibi olguların yok olduğundan bahsediyor. “Harap ettiğimiz bu ülke” (Natacha Polony) veya “Fransız intiharı” (Eric Zemmour), bu fenomeni özetleyen kitap başlıklarından ikisi. Fransa’da ve daha geniş anlamda Batı’da gerçekleşmekte olan bu dönüşüm, belli bir uygarlıkla bağdaştırılan bir mesele değil. Fransa bu etaplardan Fransa olduğu için değil, günümüz dünya düzeninin yüksek derecede nüfuz ettiği ülkelerden bir tanesi olduğu için geçiyor. Teorik olarak, “post endüstriyel” kapitalist topluma geçiş yapan her millet bu etapları yaşayacaktır. Hatta bu “yoklukçuluğa” doğru olan gidişatı kuramlaştıran entelektüellere göre, yolculuğun sonu, “atomlaşmış” bireyler dışında bir toplumsal kurumun olmadığı küreselleşmiş bir dünya olacaktır. Şu anda devletlerin gücü azalırken şirketlerin mutlak bir güce ulaşıyor gibi gözükmesi ve teknokratlaşan politikaya olan ilginin azalması (Fransa’da son parlamento seçimlerinde 18-24 yaş arası seçmenlerin sadece yüzde 36’sı oy verdi) bunu gösteriyor. Söz edilen “yoklukçuluk”, bireyci topluma travmatik bir geçiş olarak tanımlanabilir.
Diğer yanda ise, daha kadim bir korku, 20. yüzyıldan gelen bir hortlak söz konusu: totalitarizm. Totalitarizm günümüzde radikal İslâm suretiyle kendini gösteriyor. İntihar bombacıları, vücut bulmuş halleri. Yokluğa karşı mutlaklık fikri var. Dinî bir mutlaklıkla, İslâmın müzakereye açık olmayan bir yorumlanış şekli ile karşılaşıyor Batı toplumu. Guillaume Bigot, bu iki fikir arasındaki çelişkinin bir “uygarlıklar çarpışması” olmadığını belirtmişti. İşin aslı, söz edilen “yoklukçuluk”-totalitarizm ayrımı radikal İslâm-Batı ayrımına indirgenemez. Fransa’dan IŞİD’e katılmaya giden insanların yüzde 20’si sonradan Müslüman olan “beyaz Fransızlar”. Aynı şekilde Fransa kolluk kuvvetlerinin yüzde 20’si, dindar olmasa bile en azından kâğıt üstünde Müslüman. Bigot’nun açıkça söylediği, ondan bağımsız olarak da popüler kültürde önemli yer edinmiş bu söylem totalitarizmin aslında sadece radikal İslâmı aracı olarak kullandığını dile getiriyor. Günümüzdeki “yoklukçu” toplumlar, totalitarizme karşı oldukça savunmasızlar. Sadece bireylerin var olduğu, insanların topluma yabancılaştığı ve içine kapanmaya zorlandığı sosyolojik bir durum söz konusu. Daha önce söz edildiği gibi, pek çok kanaat önderi toplumu bir arada tutan kurumların yok olmasını bundan sorumlu tutuyor. Şu an Avrupa çapında best-seller olan İtaat isimli roman (Michel Houellebecq), İslâmcı bir partinin 2022’de seçimleri kazanıp Fransa’yı İslâmlaştırdığını anlatıyor. Mesela bir anekdot, Sorbonne’un bir medreseye dönüştürülmesi. Dekadans akımı üzerine çalışan ve zamanla kendisi de Fransa ile birlikte Müslüman olan bir edebiyat öğretmeninin bakış açısından anlatılan bu olay örgüsünün temel ekseni politik inisiyatif eksikliği (seçimin ikinci turundan kalan adaylar aşırı sağ parti Front National ve yeni kurulmuş İslâmcı parti. Merkez partiler İslâmcıları desteklemekte karar kılıyor) ve bireylerin bir topluluğun parçası olma isteği olarak tanımlanıyor. İslâm, Fransız toplumunu daha önce bir arada tutmuş olan kurumların yerini dolduruyor. Daha radikal bir senaryo ise 2084 (Boualem Sansal). George Orwell’in 1984’üne atıfta bulunan bu örnekte ise radikal İslâm, küresel bir totaliter devlet kuruyor. Bu iki senaryo birbiriyle bağlantılı. 25 Ağustos’ta, “On n’est pas couches” isimli programa konuk olan Michel Houellebecq, Boualem Sansal’in kitabının kendisininkinin devamı olabileceğini söyledi nitekim. Ortaya atılan totalitarizm tezi kabaca bu anlamı taşıyor: kendini bir arada tutan bütün kurumların yok olmasını izleyen toplum, kendini radikal İslâmın ve şeriatın kollarına atıyor. Böyle bir korku gerçekten mevcut gibi gözüküyor. Eric Zemmour radikal İslâmın Avrupa’daki etkisinin büyüklüğüne işaret etmek için yarı şaka olarak “Fransa Suriye’yi değil, Molenbeek’i (Brüksel’in, göçmen ağırlıklı, IŞİD’in büyük destek bulduğu iddia edilen bir mahallesi) bombalamalı” şeklinde bir açıklamada bulundu. Aynı Zemmour’un Fransız İntiharı (Suicide français) kitabında dikkat çeken cümlelerden bir tanesi, “Artık İslâm, Fransa’ya uyum sağlamak durumunda değil, Fransa İslâma uyum sağlamak durumunda.” Fransa nüfusunun aşağı yukarı yüzde 10’unu Müslümanlar oluşturuyor ve bu Müslümanların önemli bir kısmı aslında dindar bile değil. Zemmour, Alain Finkelkraut ve daha pek çoğu, bir iç savaşın yaklaştığından bahsediyor. Batılıların hakikaten de İslâmın, hatta radikal İslâmın Avrupa’yı ele geçireceğine dönük korkuları henüz toplumun tamamına nüfuz etmemiş olsa da siyasi ajandada geniş yer kaplıyor. Bu mevzu üzerine yazılmış kitapların satışları ve söylemi üstü açık veya kapalı şekilde İslâm karşıtı olan partilerin seçim sonuçlarını işaret ediyor belki de. Bigot’nun alıntıladığım yazısı dahi zorunlu askerliğe dönüşü bu totaliter radikal İslâm tehdidinden çıkmak adına öneriyor. Arapça kelime anlamıyla “İslâmın” Fransızcaya tercümesi olan "Teslimiyet" başlıklı kitap bu totaliter tehlikeye dikkat çekiyor. Şu anda gündemi IŞİD meşgul ettiğinden IŞİD bu totalitarizmin örneği olarak gösteriliyor. Kendi propagandaları da “dünyayı fethetmek” teması etrafında döndüğünden, “altermondialist” bir proje olarak tanıtılıyorlar. Bizim dünyamızın bir alternatifi gibi. Sanki Batı toplumunun “ortadan kaybolması” (çöküşten daha doğru bir ifade olur) ile insanlar yeni bir topluma ihtiyaç duyacak ve IŞİD bu gereksinime cevap verecek. Fransa başta olmak üzere, Avrupa’da böyle bir algı söz konusu ve bu sebeple reaksiyoner hareketler “toplumu bir arada tutan kurumları” geri getirmekten söz ediyor. Front National’in seçim programında durmadan rastlanılan cümlelerden bir tanesi “bencil toplumdan çıkış”. Pek çoğuna göre, Aile, Guillaume Bigot’nun yazısında olduğu gibi Ordu, Devlet, Vatan gibi kavramlar IŞİD’e alan yaratan bu “yoklukçuluğu” ortadan kaldırabilir.
Fakat, bu tarif edilen totalitarizm-yoklukçuluk ikilemi gerçeklikten bir hayli uzak. Günümüzün dünya düzeni “yokluk” denilerek küçümseniyor. IŞİD ise totaliter bir proje olarak tanıtılarak büyütülüyor.
Medyada IŞİD alternatif bir dünya düzeni kurmak doğrultusunda hareket eden, uzlaşılamaz ve bütün dünyada hilafet ilan edene kadar durmayacak bir örgüt olarak tanıtılıyor. Bu sözde totalitarizm/yoklukçuluk ikilemi de bu söylemin bir parçası. Aslında “İslâm Devleti” günümüz sistemine bir alternatif değil, mevcut dünya düzeninin bir parçası. “Yoklukçuluk” diye tanımladıkları tüketime ve konfora dayalı toplum modelinin bazı ülkelerde var olabilmesi için, dünyanın geri kalanının da sömürülerek ve marjinalleştirilerek bu sisteme dahil olması gerekiyor. Bitmek bilmeden yükselen petrol talebinden, dünya silah endüstrilerine, IŞİD’in pek çok finansörünün bir ayağı bu sözde “yoklukçu” toplumlarda. Paris saldırıları 100 küsur insanın yaşamını yitirmesine sebep oldu fakat dünya düzeni bu saldırılardan pek etkilenmedi. Borsa’da yine aynı spekülasyonlar yapıldı, Suriye’ye müdahale olacağı tahmin edildiği için silah üreticilerinin hisseleri önemli ölçüde yükseldi. G20 zirvesinde dünya liderleri Suriye ve Irak’ın kaderi üzerine zaten yapmayı planlamış oldukları gibi pazarlık ettiler. Aşırı sağ hareketler siyasi rant elde etmeye çalıştılar.
Uzun lafın kısası, şu anki dünya düzeni ideoloji yokluğu ve kayıtsızlık üzerine kurulu değil. Tam tersine Suriye’deki savaştan, Batı’daki tüketim toplumlarına kadar hayatın her alanını kapsayan ve dünyada kendi egemenliği dışında bir yer bırakmayan bir düzen. Ve hiç de hassas veya yıkıldı yıkılacak gibi değil. Fransız gençlerin IŞİD’e katılması, dünya düzenine kafa tutmaları değil, aynı dünya düzenine farklı bir şekilde katılmaları anlamına geliyor.