Boşa kürek çekmek dahi olsa, en baştan söyleyeyim: Bu savaşın kazananı olmayacak. Hükümet, karşı taraftaki muhataplarını ciddiye almadığı, düzgün kurgulanmış, şeffaf ve katılımcı bir çözüm sürecine dönmediği sürece şehirlerde PKK ile çatışarak büyük askerî veya siyasal kazanımlar elde edemeyecek. Bu noktaya nasıl gelindiğini analiz etmenin barışa bir katkı sunabilmesi umuduyla, AK Parti hükümetlerinin Kürt sorununa bakışını genel hatlarıyla ele almaya çalışacağım.
AK Parti iktidarlarının Kürtlerin tarihsel mağduriyetleri etrafında bir siyasi söylem kurguladığı, hatta zaman zaman tabulaşmış yaklaşımları sorguladığı söylenebilir. Ama bu siyaset biçiminin kitlelerde umut yarattığı dönemlerde bile oldukça sorunlu bir tahayyüle dayandığını hatırlamakta yarar var. AK Parti liderleri, Kürt halkını, Kemalist seçkinlerin elinde zulüm görmüş, eski devletin kurumlarında kendine yer bulamayan, dolayısıyla kurtarılmaya muhtaç bir kitle olarak algılıyordu. Bu mantığa göre, sırtlarını dayayacak alternatif bir iktidar odağı olmadığı için Kürtler, AK Parti’yle eşitsiz koşullarda iletişim kurmak, kendilerine tedrici olarak ihsan edilen kültürel haklar karşılığında partiye doğrudan veya dolaylı olarak destek vermek durumundaydılar. Partinin iskeletini oluşturan Türk milliyetçisi-muhafazakâr tabanı ürkütmeden Kürtleri hoş tutmanın yolu, gizli-kapaklı müzakereler yoluyla mümkün olan en az tavizi vermekten geçiyordu. AK Parti iktidarlarının Kürt sorununa uygun bulduğu çözüme arka çıktıkları ve onun dışındaki siyaset alanlarına karışmadıkları, yani uysal evlat rolünü kabul ettikleri sürece Kürtlere yönelik devlet baskısı hafifleyebilir, hatta –Abdullah Öcalan’a barış sürecinde rol verilmesi gibi– tabuları yıkan adımlar atılabilirdi. Özetlemek gerekirse, AK Parti’nin Kürt sorununa yaklaşımı şu esaslara dayanıyordu: (1) müzakereler az sayıda katılımcıyla, gizlilik koşulları içinde gerçekleştirilecek; (2) sürecin hızını ve içeriğini, AK Parti’nin o andaki stratejik öncelikleri belirleyecek; ve (3) Kürt siyaseti, AK Parti’nin iç ve dış politika tercihlerine etkin bir şekilde muhalefet etmeyecekti.
Çatışmasızlık sürecinin yarattığı olumlu hava bu yaklaşımın çelişkilerini bir süreliğine görünmez kılsa da, mızrak çuvala sığmadı. Barış sürecine yönelik somut ve hızlı adımlar atılması beklendiğinde AK Parti’nin aslında bir planı olmadığı, topyekûn bir demokratikleşmeden ziyade kozmetik sayılabilecek reformlar vaat ettiği (30 Eylül 2013’te dönemin başbakanı Erdoğan’ın büyük şaşaayla açıkladığı “demokratikleşme paketi”ni hatırlayan var mı?), barış sürecini şeffaf bir yasal altyapı olmadan sözlü mutabakatlarla yürütmeye çalıştığı anlaşıldı. Hiçbir somut adım atılmadığı gerçeği, “anneler ağlamıyor, bu yetmez mi?” gibi kısa vadeci bir söylemle gözden kaçırılırken, sabırlar da taşmaya başladı. Süreci coşkuyla destekleyenlerden ona şiddetle muhalefet edenlere kadar uzanan bir yelpazede herkes hükümet ve PKK/KCK arasında pazarlıklar yürütülmesini beklerken, hükümet sadece hapisteki Öcalan’ı muhatap alarak sorunu çözmeye çalıştı, bu plan yürümeyince de başarısızlığı PKK’nin önkoşulsuz silah bırakmamasına bağlayarak sorumluluktan sıyrılmak istedi.
Gerilen ilişkileri kopma noktasına getiren olay ise, hükümetin Kobanê’deki çarpışmalar boyunca PYD’ye soğuk yaklaşması, hatta IŞİD’in kenti ele geçirme ihtimalinden neredeyse keyif alan bir tutum sergilemesi oldu. Bu dönem boyunca hükümet ve Erdoğan, silahlı ve silahsız Kürt muhatapları dış politika tartışmalarından tamamen dışlamayı, PKK ve PYD’yi aynı anda zayıflatarak hem Türkiye’de hem Suriye’de ipleri ele geçirmeyi, IŞİD tehdidini dünya kamuoyuna Türkiye’nin Suriye tezlerini kabul ettirmek için kullanmayı planladı. Gerçekçi bir analize dayanmayan bu planlar elbette ki başarısızlığa uğradı. Dahası, hükümetin Türkiye içindeki muhalif Kürt siyasetinin dış politikaya yönelik taleplerine tamamen kulak tıkaması, zaten iyi gitmeyen çatışmasızlık sürecinin iyice kan kaybetmesine yol açtı.
Dünyanın her yerinde silah bırakma ve müzakere süreçleri, yargıya, siyasal sisteme ve onun temsilcilerine güvenin en çok gerekli olduğu dönemlerdir. İster isyancı, ister paramiliter örgüt üyesi olsun, kimse, silahını ve canını güvenemediği kurumlara teslim etmez. Türkiye ise çatışmasızlık süreci boyunca hükümetin Gezi direnişine ve 17-25 Aralık tapelerine verdiği tepkinin yarattığı kurumsal çöküntüyle uğraştı. En yakın müttefiği Gülen cemaatini neredeyse bir gece içinde silahlı terör örgütü ilan eden, yüzlerce savcı ve yargıcı oradan oraya süren, bakanlık hatta cumhurbaşkanlığı yapmış AK Partilileri bile bir günde silen bir hükümet, elbette Kürt siyasetinin de gözünü korkuttu. Bugün dönüp bakıldığında şaşırtıcı gelen, BDP/HDP yöneticilerinin AK Parti’den ümidi kesmesi değil, ta Mart 2015’e kadar masadan kalkmamış olmaları aslında –ki Dolmabahçe mutabakatını Erdoğan’ın kendisi reddetmemiş olsa bu süreç tüm aksaklıklarına rağmen devam eder miydi, bu da tartışılır. Ancak şu bir gerçek ki, HDP’nin 7 Haziran stratejisini “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi üzerine kurmasının tek nedeni yükselen Erdoğan karşıtlığından yararlanmak istemesi değil, başta Demirtaş olmak üzere partinin liderlerinin, süreci Erdoğan’ın ihtiraslarına kurban verdiklerini ve bu güvensizlik ortamında olumlu bir sonuç elde edemeyeceklerini fark etmeleriydi.
7 Haziran’da tek başına iktidarı kaybeden AK Parti, belli ki 1 Kasım’a giden süreçte “iyi Kürt”/”kötü Kürt” ayrımını kendi kafasında yapmış. Kürt siyasetinin örgütlü muhalefet yapması karşısında, bu muhalefete yakın duran herkes hedefe kondu. Amaç, Kürtleri AK Parti’den bağımsız, ona muhtaç kalmadan siyaset yapamayacak hale getirmekti. HDP’ye yüksek oranlarda oy veren ve PKK’ye destek olduğu varsayılan sivil yerleşimler yerle bir edilerek “kötü Kürt”ler temizlenecek, Ankara’daki siyasi liderleri yıldırılacak, aktivistleri işlevsiz hale getirilecek (Suruç ve Ankara katliamlarını hatırlayalım), bunun dışında kalan Kürt coğrafyası ise ya korkudan ya da kalkınma vaatlerinden etkilenerek AK Parti’ye bağlılığını sunacaktı. Bu fikrin hayata geçirilmesinin nasıl bir insani trajediye yol açtığını görüyoruz. Ancak 1990’larda denenmiş ve başarıya ulaşmamış bir planı bazı rötuşlarla tekrar yürürlüğe sokmakta ne gibi bir stratejik çıkar olabilir?
Akla en yatkın senaryo, AK Parti üst yönetiminin 1990’lardaki başarısızlığı kontra-gerilla stratejisine içkin sorunlara değil, o dönemde devletin dirayetli olmamasına bağlamış olmaları. Aynı anda yasama, yürütme, asker, polis, medya ve yargı gücünü tekelleştiren, Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle olumlu ilişkiler geliştiren AK Parti, bu gücü Kürt siyasetinin en etkin olduğu yerlerde silahlı/silahsız ayrımı yapmadan herkese karşı kullanırsa, JİTEM zihniyetinin başaramadığını başarabileceğine inanıyor olabilir. Ya da belki böyle net bir plan da yok; savaşı veya barışı kazanma kaygısı gütmeden, devlet aklının “terör tehdidi” olarak kodladığı bir olağanüstü halde ne yapılırsa o yapılıyor.
Nedeni ne olursa olsun, şehirlere yayılan bu savaşın sivil ölümlerinden başka sunabileceği bir şey yok. “Bütün teröristler ölürse terör biter” yaklaşımı, birçok güçlü devletin kendisinden çok daha küçük isyancı grupları bir türlü yenememesi sonucunu doğuran, çağdışı bir anlayış. Dahası, tam da yazının başında sözü edilen basit toplum tahayyüllerine dayandığı için bu savaşın başarılı olma şansı da yok. “Uslu durmayan” azınlıkları biraz harçlıkla, biraz da döverek ıslah etme fikri, buram buram sömürgecilik kokan ve 21. yüzyılda yeri olmayan bir fikir. Geçmiş acılara ilişkin toplumsal belleğin bir etnik ve kültürel kimlik olarak Kürtlüğün inşasında son derece belirleyici olduğunu bile bile Sur’u, Cizre’yi, Silvan’ı yıkarak başka yerlerdeki Kürtleri Türkiye’ye bağlamaya çalışmak, çıkmaz bir yol. Yarın çok geç olmadan, (pek umudum olmasa da) çözüm sürecinin yeniden gündeme gelmesini temenni ediyorum.