Antropologlar genelde antropoloji disiplinini anthropos’un (insan türünün) incelenmesi olarak tanımlar ve bu disiplinin, hayvanlar âleminin insan dışı mensuplarıyla hemen hemen hiç ilgilenmemesini gayet doğal karşılar. Hayvanlar antropoloji çalışmalarında boy gösterir elbette, ama sadece insan eyleminin ve düşüncesinin hammaddesi olarak. Antropolojide, insan gruplarının ve kültürlerinin, başka canlı türleri de dahil olmak üzere doğal çevreleriyle kurdukları ilişkileri ve doğaya dair tasavvurlarını inceleyen uzun bir gelenek vardır. Bu çalışmalar, genellikle, hayvanlarla ilgili eylemlerde bulunma ve hayvanlar üzerine düşünme yetisine sahip bir fail ve özne olarak insanla sınırlıdır.
Bu yaklaşımın sonucu olarak, hayvanlar çoğunlukla baş edilmesi gereken, hakkında düşünülen, çeşitli duygular uyandıran edilgin nesneler olarak resmedilirler. Hayvanlar, kendi başlarına birer fail ya da özne olarak kabul edilmek şöyle dursun, bizatihi varlıkları bile antropologlar tarafından adeta göz ardı edilir. Hayvanlar ve onların insanlarla ilişkileri, antopolojik inceleme açısından kayda değer görülmez. Çoğu antropolog, hayvanların dünyayı nasıl algıladıklarıyla, etraflarındaki şeylerin görünümünü, dokunuşunu, tadını, sesini nasıl duyumsadıklarıyla ilgilenmemekte herhangi bir sorun görmez. Dolayısıyla, Batı’da olsun Üçüncü Dünya’da olsun, antrolopojik düşüncede hayvan refahı pek gündeme gelmez.
Antropologlar hayvanlara, insanların oluşturduğu ekonomik yapıların ve insan merkezli ekosistemlerin ayrılmaz parçası olarak bakarlar: Onlar, insan amaçlarına hizmet eden birer ekonomik kaynak, meta ve üretim aracıdır.
Antropologlar, hayvan kullanımına dayalı insan ekonomilerini derinlemesine incelemişlerdir. Bu çalışmalarda temel soru, insanların hayvanlarla ilgili çeşitli uygulamalarının (insan bakış açısından) ekonomik ya da ekolojik anlamda rasyonel olup olmadığıdır. Sadece yarı yaban hayvanların kendi çevrelerini hâlâ bir nebze de olsa kontrol altında tutabildikleri durumlarda, antropologlar –o da bazen– hayvanlarla insanlar arasında geçerli olan düzenlemelerin hayvanlar açısından sağladığı avantajları incelemişlerdir.
Antropoloji disiplini, insanmerkezli olduğunu saklama gereği bile duymaz. En iyi durumda, insanlar ile hayvanlar ortak bir ekosistemde etkileşim halinde olan canlılar olarak görülür ve çoğu antropolog dikkatini hayvanlardan ziyade insanları anlamaya yöneltir. Cevap aranan sorular sadece ve sadece insana odaklanır. İyi ama, hayvan popülasyonunun dinamiklerinin, beslenmesinin ve hareketliliğinin, insan kültürü üzerinde hiç mi etkisi yoktur?
Antropologlar, geçim kaynağı işlevi gören hayvanlar dışında, insanların başka amaçlar için kullandıkları hayvanlara da haklı olarak dikkat çekmişlerdir – prestij sembolü olarak, kurban ya da totem olarak kullanılan hayvanlar gibi. Bu hayvanlara dinsel anlamlar, sembolik ve metaforik güçler atfedilir. Antropologlar, hayvanların insan ritüllerinde ve dinsel yaşamda sahip olduğu role de odaklanmışlardır.
Hayvan totemlerine ya da sembollerine yönelik antrolopolojik ilgi, insanmerkezli bir bakış açısından azade olmayı garantilemez. Hatta sıklıkla bu yaklaşımlar, hayvanların kendilerine bakmak yerine, incelemeyi insanların kurgularıyla sınırlamanın bahanesi olarak kullanılır.
Bu noktaya dikkat çekildiğinde, antropologlar, kendi başlarına hayvanlarla ilgilenmek isteyenlerin biyoloji ya da etoloji gibi bilimlere yönelmeleri gerektiğini öne sürerler. Kendilerine, insan-hayvan ilişkisinin yanı sıra bir de hayvan-insan ilişkisinin olduğunu ve ikinciyi tümden göz ardı etmenin tek taraflı bir özne-nesne yaklaşımına yol açacağını söylemek boşa kürek çekmektir. Şimdilik, antropolojideki insanmerkezci yaklaşım rakipsizdir.
Antropolojinin İnsanmerkezciliğini Anlamak
Bunun sebebi, sosyal ve kültürel olanla ilgilenen bir bilimin kendi başlarına hayvanları inceleyerek edineceği hiçbir bilgi olmadığı yönündeki yaygın görüştür. Gerek antropologlar ve sosyologlar, gerekse beşerî bilim uzmanları, toplumsallığın ve kültürün insan âlemi dışında var olmadığını varsayarlar. Bu fenomenlere sadece insanlarda rastlandığı düşünülür, ki bu da, antropologları ve diğer uzmanları, insan olmadıkları için hayvanların sosyal ya da kültürel canlılar olamayacağı gibi döngüsel bir iddiaya götürür.
Sosyal bilimciler, insanları, ürettikleri ve kendilerini de biçimlendiren maddî ve sosyal düzenlemeler çerçevesinde tarif ederler: Yani, sosyal yapılar kuran ve kendileri de sosyal olarak kurulan varlıklar olarak.
İnsanların kendi tarihlerini kendilerinin yaptığı varsayılır; bir zamanlar en azından doğal tarihlerinin kendi ellerinde olmadığına inanılıyordu, ama modern insanlık bu tarihin iplerini de kendi ellerine almaya çalışıyor. Buna karşılık hayvanların, doğal tarihleri dışında bir tarihleri olmadığı düşünülür, o tarih onlar adına çoktan yapılmıştır ve zaten onun sonucu olarak evrim geçirmişlerdir.
Hayvanlara, insanlardan farklı olarak, esasen kendi türlerine özgü genetik yapılarının hâkimiyeti altında olan canlılar olarak bakılır. Ama bunun a priori bir düşünce olduğu ortaya çıkar, çünkü insan toplumunu ve kültürünü inceleyen hemen hemen hiç kimse, insanlar için sorduğu soruları hayvanlar için de sormamıştır. Hiç kimse, sosyal ve kültürel olanın izlerini, daha baştan bulamayacağını varsaydığı bir yerde –yani insan âlemi dışında– aramaz! Gelgelelim, insanları daha baştan toplum, kültür ve dil yaratma yetisine sahip yegâne canlılar olarak gördüğümüzde, hayvanların oluşturduğu toplum, kültür ve dil biçimlerini tanım gereği dışarda bırakırız. Sonuçta antropolojide hayvanlar sadece insan öznelerin onlarla ilgili eylemlerde bulunduğu nesneler olarak ele alınmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal bilimlere göre insanı insan yapan her şeyin karşı-tezi olarak görülürler. Sosyal bilimler kendilerini başat olarak insanlar ile hayvanlar arasındaki uçurumu ortaya koyan bilimler olarak sunarlar.
İnsanlar ile hayvanlar arasındaki sürekliliğin kendi alanları bağlamında ne anlama geldiğini sormaya hazır çok az sosyal bilimci vardır. Bu nedenle sosyologlar, bir hayvan sosyolojisi oluşturmakla uğraşmazlar. Çoğu sosyal bilimci, insan-hayvan ilişkileri söz konusu olduğunda yaygın olan hiyerarşik özne-nesne yaklaşımını sorgulama gereği duymaz; hele hele, hayvan öznelerin insan öznelerle hangi benzerlikleri taşıyabileceklerini hiç sormazlar. Sosyal bilimciler, hayvanlarla aramızdaki sürekliliğe, salt tarih-öncesine ait maddî bir kalıntı olarak bakarlar. En iyi ihtimalle, “hayvanlığımız” (bedenimiz), gerçek “insanlığımız”ın (zihin, sosyallik, kültür, dil) üzerinde yükseldiği maddî temel olarak kabul edilir. İnsanlığımız, kritik bir ilavenin eklendiği karmaşık bir hayvan temeli üzerine kuruludur.
Biyolojik Özselcilik: Hayvanlar Söz Konusuysa Mahzuru Yok
Sosyal bilimciler her türlü biyolojik özselciliğe karşı tetiktedirler. İnsanlar arasındaki sosyal farklılıkları ırk ya da cinsiyet gibi biyolojik özler çerçevesinde açıklamanın tehlikelerine dikkat çekerler ve bunda haklıdırlar.
Gelgelelim, bu görüşü savunan bilim insanlarının, cinsiyet ve ırk gibi biyolojik bir kategori olan türümüz söz konusu olduğunda, şiddetle eleştirdikleri bu özselci yaklaşımlara meyletmeleri manidardır. Birdenbire, antropologlar ve diğer sosyal bilimciler arasında, neyin insan neyin hayvan olduğu konusunda sınırları net kavramlar peyda olur. Biyolojik özler çerçevesinde düşünen insanlara yönelttikleri aleni eleştiriler, insan ve hayvan özleri hakkındaki varsayımları düşünülünce inandırıcılığını yitirir. Aslında antropologlar, evrensel bir insan doğasıyla ilgili örtük anlayışlara sahiptirler: Bu öz, her şeyden önce bizim “hayvan olmayış”ımızda ve hayvanların “insan olmayışı”nda kendini gösterir. Fakat, şayet insaniyet hayvan olmayışla özdeşse, o zaman hayvanlığı oluşturan nedir ve hayvanlar nedir?
Daha önce belirttiğimiz gibi, bir sosyal bilimci hayvanlara kendi başlarına ilgi göstermez – bırakın hayvanlar hakkında antropolojik ya da sosyolojik sorular sormaya tenezzül etmeyi. Hayvanların sosyal bilim alanlarından dışlandığı göz önüne alınırsa, bu sosyal bilimcilerin, hayvanlarla ilgili, özellikle hayvanların ne olmadığıyla ilgili bu kadar kendinden emin argümanlar öne sürmelerini sağlayan zemin nedir? Bu bilim insanları, hayvanlar hakkında ne gibi anlayışlara sahiptirler ve bunları nereden devşirmişlerdir?
Daha eski bir çalışmamda (Noske, Humans and other Animals, 1989), sosyal bilimlerdeki hayvan ve hayvanlık imgesinin, büyük ölçüde, indirgemeci ve nesneleştirici oldukları gerekçesiyle eleştirilen bilimlerin etkisiyle şekillenmiş olduğunu anlatmıştım. Ancak, böyle bir indirgemecilik, sadece insanlara yönelik olduğu zaman eleştirilir. Tabiat bilimleri, özellikle biyolojik-davranış bilimleri, hayvanlara dair mevcut imgenin oluşmasının müsebbidirler. Biyolojik-davranış bilimleri, hayvanları, genetik yapılarına kodlanmış olduğu düşünülen gözlemlenebilir özellikler ve mekanizmalar çerçevesinde tanımlar. İnsanlardaki kültürel aktarım, genetik aktarımdan farklı olarak, bu sürece dahil olan bireylerin katılımı olmadan gerçekleşmez. Hem aktarıcıların (öğretmenlerin), hem de alıcıların (öğrencilerin), her zaman bilinçli olmasa da aktif katılımını gerektirir. Aktarıcıların aktif, alıcıların pasif olması söz konusu değildir.
Biyoloji ve etoloji, nedense hayvan türünü konu alan bilimler haline gelmiştir. Sosyal bilimciler (yani insanı inceleyen bilimler), hayvanlara ve hayvanlığa dair imgelerini sorgulamadan ve çoğu zaman farkında olmadan bu bilimlerden devşirmişlerdir. Hayvanlar için sadece biyolojik ve genetik açıklamaların yapılması doğal görülmüştür.
Bu, beşerî bilim uzmanları arasında “hayvan karşıtı bir tepki”ye neden olmuştur. Bu uzmanlar, evrim kuramının hayvanlar ve hayvan âlemi için uygun olduğunu, ama insanlar için geçerli olmadığını açıkça ifade ederler. Biyolojik determinizmi eleştiren herhangi biri, hayvanların böylesi dar genetik ve biyolojik terimlerle kavranmasının doğru olup olmadığını bir an bile düşünmez.
Sosyal bilim alanında çalışan ya da bu yaklaşımı benimseyen pek çok insan, biyolojinin hayvanlarla ilgili imgesini hayvan özü olarak kabul etme hatasına düşer. O imgenin, gayri hayvanlaştırılmış bir biyolojik inşa olduğunu göremezler. İnsanmerkezli sosyal bilimler, konu edindikleri insanları, hayvan temeli üzerine eklenmiş kritik bir ilave olarak görürler. Bu bakış, hayvanları otomatik olarak indirgenmiş insanlara dönüştürür. Argüman şudur: Biyologlar ve etologlar indirgemeci iseler, bunun nedeni indirgenmiş canlılar olan hayvanların, onları bu şekilde düşünmeye sevk etmeleridir.
Gelgelelim, hayvanların nesneleştirilmesinin nedeni, pekâlâ, biyologların indirgemeci olmayı tercih etmeleri, sosyal bilimcilerinse insanmerkezci olmayı tercih etmeleri de olabilir.
İnsan-Hayvan Sürekliliğini Yeniden İncelemek
Hayvanlarla ilgili mevcut imgemiz gerçekten de bize hayvanlar hakkında her şeyi anlatıyor mu? İndirgemecilerin insan karikatürlerini reddettikten sonra, hayvan karikatürlerini neden olduğu gibi kabul edelim?
İnsan-hayvan sürekliliğini kabul etmek, muhakkak biyolojik indirgemeciliği benimsemek anlamına gelmez (Noske, 1989). Hayvan-insan sürekliliğini kabul etmenin önündeki bir diğer engel de, biyologların insanbiçimcilikle, yani salt insanlara özgü nitelikleri hayvanlara atfetmekle suçlanmaktan korkmalarıdır. Sosyal bilimciler de, kendi paylarına, insan dünyasına ait olduğunu düşündükleri şeyleri kendilerine saklamak istediklerinden, biyologların bu korkusunu desteklerler. Aslında bugün insanmerkezcilik diye eleştirilen şey, sosyal bilimcilerin sadece insanlara saklamak istedikleri tanımlamalardır. Sosyal bilimciler, biyolojik determinizmi eleştirirken, hayvanlara kişilik atfeden herkese kaşlarını çatarlar. Fakat, yine aynı şeyi sormak icap eder: İnsanlar için sorulan sorular hayvanlar için de sorulmadıkça, hayvanların insanlarla aralarındaki farkları ya da benzerlikleri nasıl bilebiliriz?
Bazı cesur hayvan bilimcileri, kendi bilimlerinin iddia ettiğinin aksine, hayvanların insanlara daha çok benzediğini, nesne olmaktan uzak olduklarını söylerler. Ancak, bunu alenen ifade etmezler, ettikleri zaman da yanlış bir şey yapıyormuşçasına mahçup bir tavır gösterirler. Bu anlaşılır bir şeydir, ne de olsa söyledikleri hem hayvan hem de insan bilimleri açısından küfür sayılır. Hayvanları katılımcı gözlemciler olarak, yani insan toplumlarının incelenmesindeki yaygın antropolojik yaklaşımla inceleyen bu bilim insanlarının yazdıklarına bakıldığında, kabul gören biyolojik kodlar ile hayvanların kişiliği hakkında edindikleri tecrübe arasında bir gerilim olduğu görülür. Şempanzelerle çalışan Jane Goodall, hayatının sonuna kadar dağ gorilleri arasında yaşamış olan Dian Fossey, fillerle yaşayan ve çalışan Douglas-Hamilton çifti ve Cynthia Moss, hep hayvanların kişilikleriyle ilgili etkileyici deneyimlerini yazmışlardır. Bağlı oldukları disiplin, hayvan gerçekliğinin bu yönleriyle ilgilenemez ve bunları küçümser ya da görmezden gelir. Açıkçası, hayvan bilimleri, sosyal bilimlere göre insanları insan yapan ve hayvanlarda da rastlanan özellikleri ele alacak donanımdan yoksundur.
Çalıştıkları disiplinin geleneğindeki yetersizliklerden şikâyetçi olan, Donna Haraway ve Donald Griffin gibi hayvan bilimcileri, hayvanlara yönelik olarak deneme mahiyetinde bir antrolopolojik yaklaşım çağrısında bulunmuşlardır. Onları antropolojiye, özellikle katılımcı gözlem yöntemine yönelten şey, bilgi edinmede izlenen öznelerarası, indirgemecilikten uzak yaklaşımdır – bu yöntem, hayvan bilimcilerin laboratuarlarında uyguladıkları özne-nesne yaklaşımına taban tabana karşıttır. Antropologlar Öteki’ne saygıyla bakar, etnosantrizme karşı daima tetiktedirler. Öteki’ni bütün yönleriyle bilmek ya da anlamak mümkün olmasa da, bu meçhul zemin üzerinde aşağılamayla değil saygıyla ilerleyecek şekilde eğitilmişlerdir.
Fakat bu saygı, sadece insan Ötekilere mahsustur. Etnosantrizmin tehlikelerine karşı tetikte olmayı öğrenmiş bilim insanlarının, başka bir hataya, insanmerkezciliğe bu kadar kolay teslim olmaları şaşırtıcıdır. Ne yazık ki karşımızda, görünürde birbiriyle ilgisiz olan iki imge var: Biri insan, diğeri hayvan imgesi; biri insanları sosyal özneler olarak, diğeri hayvanları biyolojik nesneler olarak kodlayan, birbirinden kesin hatlarla ayrılmış iki bilim dalının ürünü olan imgeler bunlar. Bu, insan-hayvan ilişkilerini konu alan yeni disiplinin aşması gereken en büyük engellerden biridir.
Barbara Noske Amsterdam Üniversitesi’nde kültürel antropoloji alanında yüksek lisans, felsefe alanında doktora yapmıştır. Konuyla ilgili daha detaylı değerlendirmeleri için bkz. Barbara Noske, Humans and Other Animals: Beyond the Boundaries of Anthropology, Londra: Pluto Press, 1989.