7 Haziran seçimlerinin açığa çıkardığı üç olasılıktan diğer ikisi (politik-devrim ve rejim içi hükümet değişikliği) dönem toplumsallığının muhalefet(ler) tarafından son derece yanlış yorumlanması ile henüz sürecin en başında ne yazık ki iflas etmişti. Bunda –kim ne derse desin– birincil sorumluluk Ceylanpınar cinayetlerinin üstlenilmesi hasebiyle PKK kadrolarındaydı. PKK aynı zamanda bu vesile ile kendisine dönük olarak başlatılan imha siyaseti karşısında, savaşı şehirlere taşıyarak da hatasını pekiştirmişti. Burada söz konusu olan hata sadece ödenecek toplumsal/insani bedelin umursanmaması değil; tüm bir Ortadoğu siyasetinin topyekûn yanlış okunmasından kaynaklanmaktadır. Bunda gerek HDP’nin 7 Haziran’da aldığı oyun yanlış yorumlanması, gerekse Rojava’da elde edilen kazanımların uluslararası konjonktür ile olan bağının doğru bir şekilde kurulamaması belirleyici olmuştur. Dahası 1 Kasım seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı tablo, nasıl ülkenin batısında derin bir moral çöküntüsü yaratıp demokratik muhalefeti olduğu yerde bir obruk içine hapsettiyse, doğusunda da hendeklerin yaygınlaşması sonucunu doğurmuştur.
Kürt siyasetinin silahlı kanadının tercih ettiği bu politika yazının esas konusu değil, ama yine de o dönemden günümüze değin birçok yazarın gazete köşelerinde, internet sayfalarında haklı eleştirileri ve kaygılarını ilettiklerini vurgulamalıyım. Bunların içinde aklıma gelen ilk örnek Ahmet İnsel’in 17 Aralık 2015’e tarihlenen “‘Özyönetim devrimi’: Demokratik siyasetle mi, silahla mı?” başlıklı Cumhuriyet’te yer alan değinisinden:
“Bugün devletle bütünleşmiş AKP iktidarı da, siyasal mücadele yollarını kriminalize ederek, devlet terörü politikası uygulayarak, (...) PKK’nin HDP çizgisine doğru evrilmesini değil, Kürt siyasal hareketinin bütünüyle silahlı mücadele yörüngesine oturmasını arzuluyor. Bu etnik kamplaşma ve ondan türeyecek kanlı hesaplaşmanın AKP ve Reis’i etrafında bir kenetlenme sağlamasını bekliyor. Sınır ötesi politikalarının hepsi iflas eden AKP iktidarının, ülke içinde orduya, polise ve oluşturduğu yargı şebekesine dayanarak, kendini en güçlü olarak gördüğü alana PKK’yi çağırıyor. Suriye’deki gelişmelerle bir özgüven patlaması yaşayan PKK, buna el yükselterek cevap veriyor.”
Burada karşılıklı bir inatmış gibi görünen şeyin, aslında düşünülmüş politik hamleler olduğunu ayrıca vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum. Aynı şekilde HDP’nin meşru ve yasal siyaset zeminini seçimlerde destekleyen, Kürt halkının tüm haklı demokratik taleplerini sahiplenen biri olarak üzülerek dile getirmem gerekiyor ki kanımca PKK bu politik hamlelerinde yanlış üstüne yanlış yaptı, yapıyor. Her şeyden önce özyönetim ilanları, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin bir karşılığı olarak yorumlanamayacak denli fevriydi, çünkü sırtını uluslararası konjonktürün sadece bir görünümüne yaslamıştı ve Kürt halkında beklenen karşılığı –şu dönem için– doğurmayacağı da aşikârdı. O halde hoş olmayan şu gerçeği dile getirmem gerek: Devletin örgütlenme ve sürekliliğini sağlama kapasitesi ile bir savaşın –ne kadar kanlı olursa olsun– maliyetini üstlenebilme becerisini küçük gören bu anlayışın kimseye bir şey kazandırdığı yoktu, bugün için hiç yok.
Konumuza dönelim: Mevcut iktidar kliğinin kendini toplumsal olarak muktedir kılabilmesi için politik-karşıdevrimi sürdürmesi gerekli. Bunun için “kendini ve kendi-değilini” her daim yeniden ve yeniden örgütlemek durumunda. İki taraf için de berdevam bir konsolidasyonun sağlanması bu örgütlenme sürecinin ilk adımı. Konsolidasyonun ise üç ayağı var: Liderlik/Öndelik, Program/Süreç, Örgüt/Kurum.
İktidar nazarında liderlik üzerinden sağlanan konsolidasyonun nasıl gerçekleştiği açık: Reis’çilik. İktidar olmayanların liderliğinin/önderliğinin, mevcut klik eliyle nasıl zoraki şekillendirildiği ise biraz daha karmaşık bir husus. Zira burada sadece Abdullah Öcalan'ın tecridi değil mesele; genelde HDP içinde Selahattin Demirtaş'ın, Figen Yüksekdağ'ın ve partinin diğer öne çıkan isimlerinin; özelde Demokratik Bölgeler Partisi temsilcilerinin ve Kandil'deki önderliğin ayrı ayrı ve dönüşümlü bir şekilde politik olarak tecrit edilmesi ama aynı zamanda da kimi durumlarda öne çıkarılmasını hedefleyen; hukuk ve medya aracılığı ile yürütülen taktik manevralar ağı söz konusu. Yakın dönemde Meclis'teki vekillerin durumunun ne olacağına ilişkin tartışmaların dahi ciddi bir bilgi kirliliği yarattığına, temsil üzerindeki muallak durumun doğudaki gündemi dahi çaldığına ve bu belirsizliğin Kürt halkının iradesinin meşruiyet zeminini nasıl da bulandırdığına dikkat etmek lazım.
Program/Süreç üzerinden sağlanan konsolidasyonda ise amacın iktidar/devlet tarafında milliyetçi/muhafazakâr bir retorik ile kontrol edilen, meşru kılınan bir çeşit arınma olduğunu anlamamız gerekiyor: Arınma, nasıl polis teşkilatında paralel yapı bahanesiyle gerçekleşti ise, istihbaratta hâlâ daha sürüyor ise, askeriyede bir kısmi-uzlaşı görünümüne büründü ise aynı şekilde medyada, akademide ve nihayet kültür-sanat camiasında da gerçekleşmek durumunda. Nitekim ortaya çıkan herhangi bir vesile, bu arınma ihtiyacının yalın istemleri tarafından pekâlâ kullanılabiliyor. Bu yalınlık muhatabına tek bir şey dile getirmekte: Ya bulunduğun yeri/konumu terk et ya da her şeye gözünü yum, sus! Aksi halde, sürgün, cadı avı, “mobbing”, soruşturma, kültürel linç, hapis vb. Beyazıt Öztürk hadisesi ya da çok daha vahim olan Barış İçin Akademisyenler girişiminin durumunu da açıklayan bir görünüm bu.
Arınmanın doğudaki karşılığı ise yukarıdaki durumla birlikte (örneğin seçilmiş temsilcilerin makamlarından alıkonulması) ayrıca topyekûn imha olarak kendini gösteriyor: Bu imhanın bölgenin demografik yapısı üzerinde de bir basınç oluşturduğunu akılda tutmalıyız. Göçe zorlanan kitleler, yıkılan mahalleler bu basıncın bir tezahürü. Bugün üzerinde henüz çok düşünmediğimiz bir yeniden inşa hamlesi bu arınmanın (bölgenin baskın Kürt kimliğinin yumuşatılması) bir yansıması olarak açığa çıkabilir: Sadece toplumsallığı atomize eden büyük ölçekli mimarlık girişimleri ve kent planlamaları değil; bunlarla birlikte iki buçuk milyonun üzerindeki mülteci nüfusu da bu yeniden inşa hamlesinin bir parçası olarak (sözgelimi zorunlu iskân politikaları vs.) yakın gelecekte “makbul” Kürtler ile birlikte kullanılabilir.
Örgüt/Kurum üzerinden sağlanan konsolidasyon ise bu sürecin son adımı: Başkanlık rejimi olarak adlandırılan ve “(seçilmiş) iktidar eşittir devlet” denklemi içinde yapılan varsayımların genel adı olarak bu girişimin her şeyden önce iktidar için muhafaza edilecek bir konumu imlediğini bir kez daha vurgulamalıyım. Daha önce (bir yazıda) dile getirdiğim gibi “burada söz konusu olan dar bir toplumsal katman olarak Erdoğan ve çevresinin ve onların etrafındaki görece geniş kümenin ekonomik ve siyasi imtiyazlarının güvence altına alınmasıdır.” Bu güvence, geçiş sürecinde “zor ve ideolojik aygıtları ve tüm bir denetim ve yargı gücünü elinde bulunduran bir bonapartist yapı halinde kendini ve rejimi yeniden örgütlemek durumundaki AKP”nin tüm yönetsel imtiyazını bir makama ve o makamı elinde bulunduran şahsa havale etmesi ile sağlanırken; sürecin sonunda “hukuk” ile sağlanmak durumunda. Mevcut durumumun bu hukukun inşasına imkân sağladığı ise aşikâr. Hatta devlet içindeki birçok birimde, halkın önemli bir kısmında illallah etmiş, yeter ki –şu ya da bu şekilde– yeni bir hukuki düzen inşa edilsin diyen insanlar ziyadesiyle mevcut.
Ne var ki burada ciddi bir çelişki söz konusu; kendini Nikita Kruşçev’e duyulan ihtiyaçta gösterecek bir çeşit “destalinizasyon” gerçeği/zorunluluğu… AKP ve devlet kadroları içinde, elde ettiği toplumsal imtiyazı sürekli kılma isteminde, halk içinde ise şu ya da bu toplumsal kazanımlarını muhafaza etme gayretinde olan aklıselim herkesin farkına varabileceği gibi, mevcut durum sürerse, her şey topyekûn yıkıma uğrayacak ve ülke bir çöküşe doğu yol alacak; yok eğer hukuk zeminine bir an önce geçilirse de bu durumda mevcut önderliğin tasfiyesi kendiliğinden gündeme gelecek; zira mevcut yapı totaliter bir rejim görünümü olarak esneme kabiliyetini yitirmiş durumda. Oysa her rejim kendi devamı için esnemeyi bilmek zorunda.
Sözgelimi İsrail ile kurulan ilişkilerin sağaltımına yönelen adımlar (ki kuşkusuz bu adımlar iki ülke için önemli ve yerindedir) bu esneme gereğinin bir parçasını oluşturuyor. Oysa ülke içinde bu esneme kapasitesi neredeyse yok denecek kadar az. Dahası toplumda biriken içsel öfke, tek bir hedefe yönelmiş durumda. Herkesin çıkarına olacak olası bir normalleşme hamlesi dahi bu öfkenin taleplerini göğüslemek durumda kalacaktır. Bu normalleşmeden mümkün olduğunca kaçmak da mümkün ama bu durumda ortada hiç kimse için elde edilebilecek bir “çıkar” kalmayacak. Yine de şimdiki durumun bir süre daha süreceğini/sürdürülebileceğini öngörebiliriz.
Peki, bu durumda demokratik toplumsal muhalefet için neler söylenebilir? Kabullenmesi zor ama kendi toplumsal konumunu korumak için savunma mücadelesi vermek, olduğu yerde silkinmek, politik-karşıdevrimin ve akabindeki yeni rejimin işleyiş mekanizmalarını çözmek, ulusal ve uluslararası meşruiyet ağını ve bağlantılarını diri tutmak ve genişletmek. Süpürülmemek için ricat etmek.
O halde bu süre zarfında toplumsal emek hareketinin geriliği ve demokratik toplumsal muhalefetin üzerindeki baskı düşünüldüğünde, “normalleşmenin” niteliği ve ritmine karar vermesi gereken belli ki (eski ve yeni) muktedirler olacak; kolaylık onların olsun! İşleri hiç bu kadar zor olmamıştı. Beri yandan ellerini çabuk tutsalar iyi; zira bu gidiş, gidiş değil.