G. Agamben, Kutsal İnsan adlı çalışmasında, 1789 Bildirgesi’nde hakların kaynağı ve taşıyıcısı olarak beliren, hukuksal anlatıya eklemlenen “insan” kavramının, “elinden alınamaz ve iptal edilemez haklarla doğan”, “özgür ve haklar itibariyle eşit olarak doğan ve yaşayan” insanın, bildirgenin üçüncü maddesindeki “egemenlik ilkesi esas itibariyle ulusa aittir” ifadesini gerçekleştirebilmesi için her şeyden önce “doğmuş” olması gerekmektedir yönünde bir açıklamada bulunur. Egemen iktidarın hukuksal yapısındaki hâkimiyet erişimi artık rahme –cinsellik ve nüfus politikaları bu müphem noktada yuvalanmıştır- değin uzanmıştır. Haklar ve onun üzerinden gerçekleşen “vatandaşlık” kavramını, eşit ve özgür olarak doğması arzulanan, ulusun parçası olarak birey taşıyacaktır artık. Burada dikkat edilmesi gereken husus, egemen iktidar yapılanmasında, söylemde ısrarla vurgulanan “doğum” sözcüğüdür. İktidar doğuma kadar uzanmış, hukuksal istemini oradan çekip çıkararak yeniden kurgulamıştır. Agamben, ulus (nation) teriminin etimolojik kökünün nascere (doğmak) olduğuna işaret eder. Modernliğin biyosiyaset paradigması, Agamben’e göre “doğum unsurunu siyasal toplumun tam kalbine kazımıştır.” (Kutsal İnsan, s. 168, Ayrıntı yay.). Tebaadan hakların taşıyıcısı olan, ulusal egemenliğin kurucu ilkeleri arasında yer alan vatandaşa geçiş için bir ara halka olarak “doğum/doğmak” son derece önemli bir durumdur.Egemenliği kayıtsız şartsız millete devrettiğini belirten bir söylem açısından da mevzu bahis doğum meselesi bir hayli yakıcı bir durumdur. Anayasal vatandaşlık statüsünün tanımlanması, işlerlik kazanması için sınırları belirginleştirilmiş bir Türk bireyine katiyen gereksinim duyulmaktadır. Doğuşundan itibaren yasalar karşısında eşit olan, elinden alınamaz birtakım haklara sahip olan vatandaş şahsında, egemen iktidar kendisini devindirmekte, toplumsal-siyasal bünyede kendisini yaygınlaştırıp sürgit kılmaya çalışmaktadır. Hazindir ki, Kemalist devlet ve siyaset paradigması, egemenliğin istikrarlı bir inşasını hâkimiyeti dâhilinde olan Türk olarak doğmamış kesimlerin varlığı nedeniyle pürüzsüz bir biçimde kuramamıştır. İşte yine bir kimlik olarak Kürt “insanının” varlığı, doğum ve ulus arasındaki, insan ve vatandaş arasındaki gecikmiş modernliğin egemenlik kurgusunu krize sokmakta, devinimine kısa devre yaptırıp kimi durumlarda onu askıya almaktadır. Egemen iktidar paradigmasının siyasal toplumun kalbine kazıdığı doğum unsuru, kendi içinde Kürt insanı karşısında yılları bulan bir krize sürüklenmiştir. Kürt olarak doğmak, Türk olarak doğma üzerinden gerçekleşen vatandaşlık, hukuk, kültür, eğitim vb. gibi çok sayıda modern kurumsallaşmayı ve iktidar tekniğini rahatsız etmekte, egemenliğin kayıtsızlık ve şartsızlık üzerine yükseltilen söylemini bozunuma uğratmaktadır.Kemalist devletin bu krizin üstesinden gelme stratejisi, “Ne mutlu Türküm diyene” ifadesindeki davetkâr tutumdan hareketle yaratılmıştır. Türk olarak doğulmamış olunsa da Türküm diyerek bu kriz çözülebilecektir diye umulmuştur. Bu çözüm stratejisi kendi içinde ikili bir yapıya sahiptir. Türk olarak doğmamış olanlar kendilerini Türküm diyerek tanımlayıp egemen iktidar tarafından içlendiklerinde, ulusal gövdeye eklemlendiklerinde kendilerini bekleyen bir “mutluluk” ile ödüllendirilirlerken; öte yandan Türküm demeyen kesimler ise doğası gereği “mutsuz” olacaklardır. Kürt sorunu da bu bağlamda uzun süren bir mutsuzluk haleti ruhiyesinin kendi içinde bir tür patlaması, dışavurumudur.Ulus ve egemenlik arasındaki ilişkileri krize sürükleyen, Türküm dememekte direten Kürt insanı, egemenliği ulusallaştırmış bir devlet söylemince, anayasal statüsü bulunmayan, bir Kürt olarak devredilemez haklara sahip olmayan, hukukun dışında değil ama içi ile dışının birbirine karıştığı bir tür belirsizlikler mıntıkasında (zone of indistinction), varoluşunu orijinal bir vatandaş olarak değil “sözde vatandaş olarak” yaşamaktadır. Hukukun içine çekilmemiş –doğarken hakları olmadan doğan- fakat mutlak anlamda dışına da sürülmemiş, -yaptırımlarla Türküm diyerek mutlu olabilme ihtimali olan- henüz var olmayan insan; öyle ki Kürt insanı bu anlamda, modern ulus-devletin kendi içindeki kanayan yarasıdır.Sözde vatandaşlıktaki hukuksal vurgu tam da bu ara konuma işaret etmektedir. Egemen ulus-devletin otoriter iktidar paradigması, Kürt insanını daha başlangıçtan itibaren bilmiş (asimilasyon politikaları bunun en açık göstergesidir.) fakat hukuksal olarak tanımamış, tanımlamamıştır. Uluslaşma pratikleri içinde Kürt insanı, egemen iktidar tarafından periferiye ötelenip yeraltına kapatılmıştır. Aydınlanmacı söylemin yaratmayı arzuladığı, sağlam kafasını sağlam bedeninde taşıyan makul vatandaşın inşasındaki katiyet ve katılık nedeniyle Kürt insanı, uzunca bir süre yeraltına zalimane bir biçimde kapatılmıştır.Kürt insanı, egemen iktidarın yılları bulan saplantı nevrozudur. Makul vatandaşın bilinçdışısı, bastırıp ötelediği, varlığına tahammül edemediği kendi “ötekisidir”. Modernleşmenin kendi içindeki diyalektik gerilimleriyle 80’li yıllara girildiğinde –Askeri Darbe ile- kapatıldığı mahzenlerden çıkıp gelen Kürt insanı, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’nda olduğu gibi karaciğerlerinden hasta ve içi hınçla doludur. Hıncıyla kamusal-kültürel yaşama yeniden dönen bu geniş kesim, mevcut inşası arzulanan kimliğin hakiki krizine sebep olup tanımların yeniden tanımlanmasına içindeki şiddet tohumlarıyla gıdasını verecektir. Modernleşmenin biyosiyaset pratikleriyle çeperlere sürülmüş olan bu beyaz olmayan, bir başka dil konuşan insan –hayvan ile insan arasında asılı bırakılmış- insan; kentli, özgür ve çağdaş kimliğin taşrası, kendi “karanlığının kalbidir”. Darbe sonrası kapatıldığı yeraltından hıncıyla seslenen insanı fark etme girişimi, esasında karanlığın kalbine yapılan bir yolculuktur; bu yolculukta kendi siyahını, kendi taşrasını gören ilerlemiş ve uygar kimliğin ilk tepkisi “dehşet!” duygusu olmuştur.Arendt, Emperyalizm adlı kitabında Dünya Savaşları ile vatandaşlıktan atılan kesimleri, bir başka ifadeyle mültecileri Avrupa’nın ulus-devlet pratiklerinin etkisiyle ortaya çıkan “yeryüzünün posaları” olarak tanımlar. Totaliter rejimlerin baskıcı politikaları ile hakları ellerinden alınmış, eşit ve özgür olarak doğmamış olan, hukukun dışına kusulmuş geniş kesimlerin posa haline getirilişleri, egemen iktidarlarca kriz yarattıkları vakit kolayca toplama veya çalışma kamplarında imhalarıyla sonuçlanmıştır. Kemalist söylemin baskı ve şiddeti eksen yönetim paradigması da Kürt insanın yersiz yurtsuzlaşmasına neden olup, onları kitlesel bir biçimde giderek modernleşme sürecinin posası haline getirmiştir. Trajiktir ki, egemen iktidarın posalaştırdığı bu insan, mutsuzluğundaki süreğinlikle posalıktan “yeryüzünün lanetlileri” arasına geçiş yaparak iktidarla kafa kafaya giriştiği yılları bulan bir çatışma ve şiddeti, -kuşkusuz iktidarla birlikte- toplumsal-siyasal yaşamın yalnızca kalbine değil, böbreklerinden ciğerlerine değin tüm gövdesine yıkımlar, katliamlar, infazlar ve binlerce ölüm olarak yeniden kazımıştır. Modernleşme bizatihi kendi uygulamalarıyla kendi canavarını yaratmıştır. Ürkütücü dehlizlere zincirlenmiş canavarın zincirini koparan ise kuşkusuz 80 Askeri Darbesi olmuştur. Darbenin mezalimlikleri neticesinden hareketle bir süre sonra karanlık kendi kalbini kemirmeye başlamıştır. Tarafların birbirlerini acımasızca boğazladıkları mevcut yılları bulan bu savaş, modernleşmenin kaçınılmaz olarak yaratıp beslediği bir barbarlıktır.Sonuç olarak bugünlerde tartışılan Kürt Sorunu’nun çözüm politikaları, anayasal hakların verilmesi, Kürt kimliğinin yasal olarak güvence altına alınması, dil serbestliği vb. hukuksal olarak süren biyosiyaset düzlemindeki belirsizliğin belirgin hale getirilmesi çabasıdır. Bu çaba kanayan yaranın durdurulması, karşılıklı olarak kayıpların giderilmesi için kuşkusuz son derece anlamlıdır; fakat çözüm artık iyice köhneleşmiş ulus-devletin yönetim zihniyetinin (governmentality) varlığı söz konusu oldukça; aynı zamanda da Kürt siyasi hareketindeki mağduriyet ve eziklik söylemi terk edilmedikçe mümkün görünmemektedir.