Birikim’in Mayıs 2009 sayısında Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 29 Nisan’da düzenlediği basın toplantısında Ergenekon soruşturmasına ilk kez cepheden karşı çıktığına dikat çekmiş ve soruşturma ile ilgili olarak oluşan şüpheleri hatırlatarak şu ifadeyi kullanmıştım: “Genelkurmay, toplumda soruşturmayla ilgili artan şüphelerin doğurduğu atmosferi kullanmaya karar vermiş olabilir mi, göreceğiz..” ([1])
Taraf gazetesinin 12 Haziran günü yayınladığı “İrtica ile Mücadele Planı” sonrasında yaşanan gelişmeler, biraz bu minvalde gittiğimizi gösterir gibi oldu. CHP ve laik elit ile “establishment”ın büyük gayretleriyle, olay, Genelkurmay’a ve laik cepheye yeni mevziler kazandırma rotasına girdi. Haziran ayı sonu itibariyle bu gayretler bir miktar başarı kazanmış gibi görünmekte ise de bu sathi bir başarı ve Genelkurmay’ın artık aslına bakılırsa pek de inandırıcı olamadığını söylemek de mümkün. Olayı ve belli başlı dönemeçlerini hatırlayarak başlayalım.
12 Haziran günü Taraf gazetesi tüm birinci sayfayı kaplayan bir haber yayımladı. Bu habere göre Kıdemli Albay Dursun Çiçek tarafından Genelkurmay Harekat Başkanlığı 3’üncü Destek Şube Müdürlüğü’nde bir plan hazırlanmıştı. Plan AKP ve Gülen cemaatine darbe vurmayı amaçlıyordu. Plandaki bazı ifadeleri aktaralım:
“Laik düzeni yıkıp İslam devleti kurma hayalindeki AKP hükümeti ve Gülen grubu başta, dinî oluşumların faaliyetlerine son vermek için çalışılması”, “Gülen cemaatinin, Işık Evleri baskınlarında bulunması sağlanacak silah ve mühimmat sayesinde, Fethullahçı Silahlı Terör Örgütü olarak yargılanması”, “Işık evlerinde silah ve ve mühimmat bulunması sağlanarak Gülen cemaati’nin ‘silahlı terör örgütü’ ilân edilmesi”, “Gülen cemaatinin PKK ile işbirliği yaptığı; CIA, MOSSAD gibi kuruluşlarla ilişkide olduğu ve Ergenekon Davası'nı yönettiği izlenimini yaratma amaçlı eylemler”, “AKP mensubu kilit haberleşmecilere kamuoyuna çelişkili açıklamalar yaptırılarak, parti-hükümet içerisinde ciddi bölünmeler yaşanıyormuş şeklinde algılanması”, “Ermenistan ve Yunanistan ile ilgili kamuoyunda tepki uyandırılacak haberlere yazılı ve görsel medyada sürekli yer verilmesi, milliyetçi partilerin bu şekilde tabanının genişletilmesi, AKP’nin kamuoyunda zora düşmesi”, “Kurtlar Vadisi, Kollama ve Tek Türkiye benzeri dizilerin kamuoyunu yanlış yönlendirdiği, bu diziler hakkında olumsuz haberler yaptırılarak her üçünün de kamuoyundaki etkinliğini yitirilmesi”, “(Ergenekon davası ile ilgili olarak) sözkonusu TSK personelinin masum olduğu, irticayla etkin şekilde mücadele ettikleri için üzerlerine iftira atıldığı şeklinde haberler yaptırılarak gerekli hassasiyetin sağlanması”..
Kabaca planın anahatları böyle. Haber yayımlandıktan sonra olup bitenler hayli “öğretici”ydi.. Önce Başbakan Erdoğan bir çıkış yaptı. Özetle, “Araştırıyoruz, gerekirse dava açacağız. Bu hukuksuz sürece seyirci kalamayız” dedi. Genel kamuoyu aslına bakılırsa haberden hemen sonra Genelkurmay’dan bir açıklama ile her zamanki yalanlamalardan birinin yapılmasını beklemekteydi. Ancak yine ilginç bir gelişme yaşandı. Genelkurmay Askeri Savcılığı 15 Haziran Pazartesi günü yaptığı yazılı açıklamada “İrtica ile Mücadele Eylem Planı belgesinin Genelkurmay birimleri tarafından hazırlanmadığı kanaatine varıldığını” bildirdi. Buradaki dikkat çekici kelime hiç şüphesiz “kanaati” idi. Her zaman alışılagelen net ton yoktu. Keza aynı açıklamada “Belgenin gerçek olup olmadığı, gerçekse kim veya kimlerin emriyle ne zaman nerede ve kim tarafından hazırlandığı, belgenin şüpheliye kim veya kimler tarafından verildiği hususları incelenmektedir” deniyordu. Aynı gün, daha doğrusu Askeri Savcılığın açıklamasından bir süre sonra Genelkurmay Başkanlığı da bir açıklama yaparak, yine çok özetle “Belge doğruysa sorumlular cezalandırılacak” dedi. Zaten “kanaati” kelimesine takılan tüm kamuoyu, yani hem laik elit, hem AKP cephesi hem de geriye kalan tüm kesimler “Ne oluyor” demişken; Genelkurmay’dan gelen “doğruysa…” açıklaması yepyeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu. Yani, daha ne olsun? Gerçi Genelkurmay aynı açıklamasında “Genelkurmay Başkanlığı’nın Askeri Savcılığa hemen soruşturma emri vererek konuyu yargıya taşımasının öneminin ve nedenlerinin pek anlaşılamdığı gözlenmiştir. Bazıları tarafından olayın yargıya taşınmasının olayın kabul edildiği şeklinde yorumlanması (…) hukukun temel ilkelerine saygısızlıktır. Aksine bu tutum TSK’nın kendine güvenin göstergesidir” dense de, ok yaydan çıkmıştı, Genelkurmay benzer haberlerde izlediği yolu izlememiş, konuyu araştırmaya karar vermişti.([2]) Yoksa TSK, kendini mi soruşturuyordu? O meşhur ifadeyle soracak olursak: Neler oluyordu allahaşkına kuzum?
“NEDEN ‘SAHTEDİR’ DEMİYORSUNUZ?”
En çok laik elitler şoktaydı. Bu şokun etkisiyle olacak, Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u telefonla aradı. (Bu arada Özkök, olaya el koyması gerektiğini daha önce hissetmiş olacak ki, bir iki gün önce “Acaba Bülent Arınç haklı mı” temalı bir yazı yazmıştı, “Bu komutanlarla iyi ki savaşa girmemişiz” diyen Arınç’ın sözlerini hatırlatıyordu Özkök, belli ki amacı TSK’ya “kendine gel” demekti) Başbuğ herhalde bu kışkırtıcı yazının da etkisiyle olacak Özkök’ü “geri aradı”. Özkök’ün “Neden kesin ifadelerle ‘Yok böyle bir şey, belge dedikleri sahtedir’ demiyorsunuz?” sorusuna “On binde bir ihtimali bile dikkate alıp çok temkinli konuşmamız doğru değil mi?” yanıtını verdi Başbuğ. Burada sorudaki ifadeye dikkat çekmek mecburiyetindeyiz. Olay başladığından beri laik elit cephe, belgenin henüz gerçek olup olmadığı kesinleşmemişken nasıl olup da belgeye gerçek muamelesi yapıldığını bir argüman olarak kullandılar ve bu havayı eleştirdiler. Fakat aslına bakılırsa belgenin gerçek olup olmadığı henüz belli değilken belgeye “sahte” muamelesi yapan çok açık ki, aslında laik elitlerdi. Ve öncülüğü her zamanki gibi Özkök yapmıştı. Her neyse, bu konuşmada Başbuğ o meşhur “Belge sahte çıkarsa ne yapacağımızı hep birlikte göreceğiz. Bütün Türkiye görecek” açıklamasını da yaptı. Devam edelim.
Aynı 16 Haziran’da Başbakan ve Genelkurmay Başkanı perşembe günü yapmaları gereken olağan görüşmelerini öne çektiler ve baş başa 1 saat 20 dakika süren bir görüşme yaptılar. Neler konuşulduğu yine gizli kaldı. Köşe yazarları ve yorumcular hemen bu görüşmenin ardından Meclis’teki AKP grubuna seslenen Erdoğan’ın konuşmasının satır aralarında mesaj aradılar. Kimilerine göre Erdoğan ilk güne oranla yumuşamıştı, kimilerine göre ise aynı dirençli tavrını korumaktaydı. Özetle şunu dedi Erdoğan:
“Eğer bu iddialar gerçekdışıysa devletin kurumlarını karşı karşıya getirmek, devletin kimi kurumlarını yıpratmak, bir tahrik ortamı oluşturmak gibi niyetler taşıyorsa, evet bu vahimdir. Eğer iddialar doğruysa mesele daha vahimdir (…) Hiç kimse bu olayı ve işleyen süreci istismar ederek kurumları birbirine düşürme, yıpratma fitne çıkarma gayreti içine girmemelidir. Kurumlarımızın birbirine güveni tamdır.”
Mesajı alan aldı. Erdoğan bir kez daha “TSK ile aramızı bozmayın” pozisyonuna çekileceğinin işaretlerini verirken yine de ilk günkü sert çıkışından da geri adım atmış gibi görünmek istemiyordu. Her yöne gidebileceği bir yerde durmayı tercih etmişti belli ki, her zamanki gibi. Zaten konuşmasında “Doğrusu Genelkurmay başkanlığımız haberin çıktığı ilk andan itibaren sorumlu ve duyarlı bir tavır sergilemiştir” demişti.
CHP ise hem her zamanki pozisyonunu koruma, hem de yeni açılımlar yapma peşindeydi. Hem, “eğer varsa”, Ordu ile AKP arasındaki bir ortak anlayışı bozmak, hem TSK yanlısı gibi görünmemek, hem de Ergenekon’u AKP’den kurtarmak gibi olmadık bir hesabın peşine düştüler. Baykal grup toplantısı sonrasında Hürriyet’e yaptığı açıklamada “İmza gerçekse ‘Bizim birimlerimiz içindeki adamlar üretmiş ne yapalım’ gibi bir yaklaşım seni kurtarmaz. (Orduya sen diyor mesela. “Sert” çıkış. Ve belli ki belgenin ne olması gerektiğine tam karar verilmemiş. YD) En azından bir özür dilenmesi gerekir. Belgenin sahte çıkması da söz konusu. Böyle bir durumda Ergenekon çöker..” deyiverdi. Baykal belli ki bir yandan da “Belge sahte çıksın, Ergenekon çöksün” duasına yatmıştı. Anlaşılıyor ki Baykal’ın en büyük kabusu “Ergenekon” davasından sonuç alınması. Ne demeli?
Yine de o günlerde durum “ortada”ydı. Ama yine de laik elitler belgenin sahte çıkması ihtimalini iyice işler hale geldiler. Belge sahte çıkmalıydı. Bu yöndeki her türlü ihtimal, ipucu, teori büyütüldü, genişçe işlendi. 19 Haziran Cuma günkü Radikal’in manşeti de ilginçti bu açıdan. “Bir belge üç senaryo” manşetiyle çıkan gazetede ilk senaryoda “Belgeyi Fethullah Gülen’e bağlı cemaat hazırladı” ihtimaline yer verilmekteydi. Belgenin gerçek çıkma ihtimali ikinci senaryo olarak işlenmişti. İlginç olan şu ki, haberin ayrıntılı biçimde işlendiği iç sayfalarda “Belge gerçek, çünkü” ihtimali ilk senaryo, “Belgeyi Gülen cemaati hazırladı, çünkü” ihtimali ikinci senaryo olarak işlenmişti. Neyse, detektifliğe gerek yok, basit bir yazı işleri dalgınlığı da olabilir. Ya da Radikal kendince gerçeğe ulaşmıştı da, bu yolla söylüyordu. Radikal’e göre Belge’yi Gülen cemaati hazırlamış olabilirdi çünkü “TSK’ya sızan Fethullah Gülen cemaati kendine yönelik başlayan Işık evleri operasyonunu engellemek için sahte belgeyi hazırlamıştı..” Yine Radikal’e göre Belge gerçekti çünkü “Belgenin Genelkurmay’da hazırlanmadığı açıklamaları tatmin edici değil. Bunun birinci nedeni TSK’nın ‘darbe ve darbe girişimi’ geçmişi. Belgede imzası olan albayın çalıştığı bölümün görev alanında sahte belge üretmek’ var.”
Aynı günlerde yeni gelişmeler yaşandı. Belge, Ergenekon soruşturmasında sanık konumunda olan emekli yüzbaşı (Devlet Üstün Hizmet Madalyası sahibi) Serdar Öztürk’ün ofisinde bulunmuştu. Öztürk’ün avukatları ise belgeyi görmediklerini öne sürüyorlardı. Ancak Taraf gazetesinin haberine göre belgede Öztürk’ün avukatı Özge Evcil’in ‘gördüm’ parafı vardı. Ve bir başka önemli gelişme: Jandarma Kriminal Laboratuarı’nda hazırlanan ve Askeri Savcılığa gönderilen ön raporda “Karşılaştırılan imzalar benzerlik arz ediyor ve araştırmaya konu imzanın Dursun Çiçek eli ürünü olduğu değerlendiriyor” denmişti. Ancak Jandarma “belge fotokopi olduğu için kesin sonuç alınamamıştır” diyordu.
HaberTürk gazetesine göre Askeri Savcılık belgenin yüzde 90 olasılıkla montaj olduğu sonucuna varmıştı. Bütün bu süreçte Sabah gazetesinin biraz geride gibi durması ise bir başka ilginç not. Hatta ve hatta gazetenin Ankara temsilcisi Okan Müderrisoğlu 20 Haziran tarihli yazısında Genelkurmay Karargahı’nda gerçekleştirdiği görüşmeleri yazdı. Müderrisoğlu’na göre komutanlar belgenin düzmece olduğundan “emin gibi görünüyor”lardı. Aynı yazıya göre Dursun Çiçek de komuta katına çağrılmış ve sorgulanmıştı. Çiçek “Kendimden eminim. Böyle bir belge hazırlamadım.Soruşturma talimatı vermekle çok iyi yaptınız, beni de rahatlattınız” demişti. Müderrisoğlu şöyle yazdı: “Soğukkanlı profil çizen albay Çiçek halen görevinin başında. Öyle anlaşılıyor ki komutanlar ‘komplo teorisine’ yoğunlaşıyor. Zira belgedeki ifadelerin TSK yazışma tekniğine uygun olmadığı belirtiliyor.”
Aynı yazıdan bir kısa bölüm daha: “Askerler terörle mücadele konusunda devletin zirvesinde oluşan uyumun bozulmasının hedeflendiğini, sahte belgelerle TSK ve sivil siyasi aktörler arasındaki güven düzeyinin test edilebileceğini de gözardı etmiyorlar..”
Biraz yukarıda Erdoğan’ın “TSK ile aramızı bozmaya çalışıyorlar” yoluna da sapabileceği bir pozisyon aldığına dikkat çekmiştik. Belki de o günlerde bu “senaryo”yu pek boş bırakmıyordu bir kesim. Ancak Erdoğan diğer senaryoyu da boş bırakmıyordu. Aynı gün partisinin İzmir kongresinde “Kirli senaryoların nasıl deşifre edildiğine şahit oluyoruz” dedi ve şöyle devam etti.” Bizden önceki birçok siyasetçi müdahaleler karşısında dik duruş sergilemedi. Biz bu yanlışa düşmedik. Bu ülkede artık hiç kimse arkasına çeteleri alarak, mafyayı alarak siyaset üretemez, siyaseti yönetemez. Sivil toplum örgütleri ve medya bu hassasiyeti savunmalı.”
Devam edelim. Aynı günlerde şu ortaya çıktı. Planda imzası bulunan Albay Çiçek savcılıktaki ifadesinin sonuna daha önce hiç kullanmadığı bir imza atmıştı. Haber, Taraf gazetesinde yayımlandı. Habere göre İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Çiçek’in Askeri Savcılık ifadesinin altına şaşırtma amacıyla kasten farklı imza atmış olabileceğini hesaba katıp albayın 21 ayrı imza örneğini toplattı. Çiçek’in Belge’deki imzasıyla ifadesine attığı imza farklıydı ama daha önce 21 yerde attığı imza belgedekiyle benzerdi. Habere göre İstanbul Bölge Polis Kriminal Laboratuarı Çiçek’in 21 imzasını tek tek incelemiş ve sadece Askeri Savcılık’taki ifadesinde farklı imza kullanmasını ‘kasıtlı değişiklik’ diye yorumlamıştı. Polis Kriminal Laboratuarı’nın raporuna göre belgedeki imza Çiçek’in elinin mahsulü idi.
Bütün bu gelişmelerle laik elit cephede yeni bir sıkıntı havası sezildi. TSK, beklenen performansı gösterememişti, onlara göre. Bu imza raporlarından canı sıkılan Ertuğrul Özkök yeniden Genelkurmay’a ulaşmaya “çalıştı”. 23 Haziran tarihli yazısından bir kısım şöyle: “”Albay Çiçek verdiği son ifadede niye farklı bir imza kullandı?. Bu tavır, insanın kafasında ‘Acaba korktuğu bir şey mi var?’ sorusunu ister istemez uyandırıyor. Dün bu soruların cevabını almak için epey uğraştık. Genelkurmay’ın kapıları duvardı ve hiçbir ses gelmedi. (…) Bana gelen bilgilere göre Başbuğ işi gerçekten sıkı tutuyormuş. Yani iş nereye kadar giderse havası hakimmiş. (…) Böyle de yapılmalı. Çünkü ordu içinde böylesine pespaye ve vahim bir plan hazırlayacak zihniyette ve tıynette adamlar varsa, mutlaka temizlenmeli…”
İlk günden itibaren belgenin sahte olduğuna hayli emin gözüken laik elit cephede sanki bir kuşku havası doğmuştu. Yeniden Genelkurmay aranmıştı ama bu kez cevap alınamamıştı. Yeniden: Ne oluyordu allahaşkına? Aynı sıkıntıyı aynı cephenin siyasi partisi CHP’de de gördük. Aynı günkü grup toplantısında Baykal Genelkurmay’ı aynı Özkök gibi dolambaçlı yoldan hızla daha sert tavır almaya itiyordu.
Şunları söyledi Baykal:
“TSK içinde birileri Genelkurmayın bilgisi dışında bir örgütlenme, çalışma içindeyseler, TSK içinde cuntalar cirit atar hale gelmişse bu çok vahim. ‘Olabilir’ diyemeyiz. Bu durum TSK’nın kurumsal bütünlüğünü koruyamadığını gösterir.(…) ‘Bu belge doğru da olsa, doğru olmasa da önemli değil’ dememizi, bunu hazmetmezi, içimize sindirmemizi isteyenler var. Teslimiyet noktasına gelmemiz isteniyor.
Hazmetmek istemiyoruz, içimize sindirmek istemiyoruz. Gerçeğin bir an önce, derhal ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Eğer bu konu bir tertip ise, Genelkurmay Başkanının ‘Doğru değilse ne olacağını görürsünüz’ sözünün gereğini bir an önce görmek istiyoruz.(…) Başbakan bu iş ortaya çıkınca önce kıyamet kopardı, sonra da AB büyükelçilerine biz kurumlar olarak biriz diye olumlu değerlendirmeler yaptı. Bu 12 gün içinde Başbakan’ın teşhisini ikidara yönelik komplodan ‘hep beraber bu olayı götürüyoruz’ noktasına getiren hangi süreçtir. Yukarıda bir uyum var ama o uyumun nedenini milletle paylaşsalar da biz de millet olarak kaygılanacak bir hiçbir şeyin olmadığını görüversek. Bu belgenin altında imzası olan Dursun Çiçek görev yerinde oturmaya devam ediyor.”
Laik elitlerin tahammülü kalmamıştı, görüldüğü gibi. Belge sahte idiyse neden Genelkurmay Başkanı yeri göğü inletmiyordu. Neden 12 gündür susuluyordu? Yoksa belgenin gerçek olma ihtimali mi vardı? Bu katlanılır bir durum değildi.. Eğer Genelkurmay belgenin hala gerçek “olabileceği” noktasında idi ise, çok belliydi ki laik elit cephe Genelkurmay’ı sıkıştırmaya devam edecekti. Görünen manzara buydu. CHP ve Özkök’ün “cuntalar içeride cirit mi atıyor?” diye TSK’yı deyim yerindeyse “doldurması”, tabii bir yandan da bu durumu fırsat bilip komuta kademesinin artık “hayli sert” bir açıkmalama yapması ve AKP’nin geri adım atmasını sağlamaya yönelikti. Şu da var. Laik elit cephenin belgenin gerçek “çıkması” durumunda ise Genelkurmay’da bir yönetim değişikliğini zorlayacağını da düşünebiliriz aslında, biraz serbest bir yorumla. Muhtemelen AKP’ye koz vermeyecek yeni ve sert bir komuta kademesinin de hesabı yapılmaktaydı bu günlerde, kimbilir? Hürriyet ve CHP’nin tavrından bu tutumun izlerini bulmak mümkün. Belli ki o günlerde her mahfilde bir hesap yapılıyordu.
Neyse, laik elit cephenin korkusu ya da bekleyişi uzun sürmedi. 24 Haziran günü Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı yazılı bir açıklama yaptı. Özetle, savcılık belgenin Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde hazırlanmadığı kanaatine vardı ve belgenin aslının olmaması nedeniyle fotokopi belgedeki imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğunun ispatlanamadığı sonucuna vardı. Askeri Savcılık bu yüzden soruşturmayla ilgili takipsizlik kararı vererek dosyayı belgeyi hazırlayanların ortaya çıkarılması için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. CHP ve laik elit cephe derin bir nefes aldı sonunda. Ancak Savcılığın açıklaması pek de tatmin edici değildi. Savcılığın; Jandarma ve Adli Tıp raporlarındaki belgenin altındaki imzanın Çiçek’in imzasına benzediği, keza Emniyet Kriminal raporunda yer alan ‘imzanın Çiçek’in elinin mahsulu olduğu’ yolundaki tespitlere rağmen Çiçek hakkında dava açmaması tuhaftı. Keza savcılık, Çiçek’in farkı imzalar kullanmasındaki tuhaflığı da ‘soruşturmanın sonucunu etkilemeyeceği’ gerekçesiyle incelemeye değer bulmamıştı.
TÜBİTAK raporunda ise “belgeye sonradan ek yapıldığına ilişkin olağan dışı bir görüntüye rastlanmadığı” ifade edilmişti, bu da ilginç bir bulguydu. Ancak Savcılık aynı rapordaki ‘belgenin çok sayıda fotokopi işlemine tabi tutulması sonucu yazı gövdesinin ve imza bloğunun korozyona uğradığı’ görüşünü dikkate almıştı. CHP “Haydi şimdi sıra Genelkurmay’da” turları atmaya başlamıştı bile. Oysa merak edilen konuların başında zaten belgenin Genelkurmay Karargahı’nda hazırlanmış olma ihtimali kadar; aynı belgenin pekala söz konusu kişi tarafından Genelkurmay Karargahı dışında da hazırlanmış olabileceği ihtimali de vardı. Zaten çok az kimse Başbuğ ile Çiçek’in Genelkurmay’da kafa kafaya verip böyle bir plan hazırladığından şüpheleniyordu. Asıl şüphe TSK içinde hâlâ bu tip planlar hazırlanıp hazırlanmadığı noktasında düğümleniyordu. Askeri Savcılık bu konuda tatmin edici bir cevap veremedi doğal olarak. Fakat Hükümet hâlâ iki yönde de pozisyon almayı sürdürdü. Aynı gün Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek TBMM’de muhabirlerle yaptığı bir sohbette “Fotokopi üzerinden değerlendirme yapamazsınız. Bunun delil değeri yoktur” demişti. Keza AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da kararın hukuka uygun olduğunu belirterek “İki başlı soruşturma eleştirileri ortadan kalkmıştır. Gözbebeğimiz TSK’yı yıpratmak isteyenlerin de önü kesilmiştir” deyivermişti. CHP ise “Haydi Genelkurmay” tonunu yükseltti. CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek “Olmayan bir belgenin üzerinden 15 gündür kıyameti koparanlar, TSK’yı suçlayanlar şimdi ne diyecek? Genelkurmay Başkanı ‘sahteyse ne olacağını görürsünüz’, demişti. Şimdi o aşamadayız. Acaba neler olacak, neler yapılacak?”
Genelkurmay davetleri karşılıksız bırakmadı. Askeri Savcılığın yaptığı yazılı açıklamadan iki gün sonra 26 Haziran Cuma günü Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 20 televizyon kanalının canlı yayımladığı bir basın toplantısı gerçekleştirdi. Neler söylediğini uzun uzadıya tekrarlamıyorum.. Belgeye kağıt parçası dedi, savcılardan bunu hazırlayanları bulmalarını istedi, TSK’ya karşı medya üzerinden asimetrik bir psikolojik harekat yürütüldüğünü ortaya attı, TSK’da demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine aykırı düşüncede olanları barındırmayacaklarını –üzerine basa basa, “teminatı benim” diyerekten- söyledi. Şurası ilginç. Dedi ki “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan istiyoruz, diyoruz ki, gerçek olmadığı noktasından hareketle bu kağıt parçası kimler tarafından ne amaçla hazırlandı? Bunu bulun.” Aynı konuşmada “bu belgenin doğru olduğuna ilişkin yeni delil, bilgi, emare çıkarsa elbette bu soruşturma tekrar açılabilir. Hukuka saygılıyız..” diyen Genelkurmay Başkanı, tuhaf bir çelişki içindeydi. Belgenin sahte olduğuna zaten hükmedilmişti, Başbuğ basın toplantısında bu “gerçek olmadığından hareketle” kısmını üzerine basa basa iki kez söylemişti, yani “Bu saatten sonra oturup bu belge gerçek mi değil mi diye uğraşmayın, bu sahte belgeyi kim hazırladı onu bulun” demişti. Ama hukuka saygılıydı Genelkurmay, belgenin gerçek olduğu konusunda bir emare çıkarsa elbette dikkate alacaklardı. İyi de bu mantığa göre bunu kim yapacaktı?
TAM BİTTİ DERKEN..
Projektörler Erdoğan’a çevrildi doğal olarak. O da birkaç saat sonra Brüksel’den seslendi. “Her söylenene saygı duymak durumundayım. Askeri yargı konuya farklı yaklaşmış olabilir. Bundan sonraki süreç sivil yargıyla ilgilidir. Aslına ulaştığımız anda, bulduğumuz anda tabii ki bunu yargıya taşıyacağız. Gereken neyse bunu yapacağız, yaparız..” Erdoğan’da ilk günlerdeki kendine güvenen ses tonu pek yoktu. Ancak Türkiye’ye geldikten sonra katıldığı ilk kongrelerinde karşısında kalabalıkları bulunca biraz daha sesini yükseltti, ama o hep bahsettiğimiz “diğer” güzergahta. İstanbul İl Kongresi’nde “Hiç kimse ülkede kurumlar arasında bir gerilim varmış gibi suyu bulandırmaya nifak tohumları ekmeye yönelik girişimler içine girmesin. Kurumlarımızın birbirine güveni tamdır. Kurumlar arasında güven bunalımı oluşturma sadece taraflara değil tüm Türkiye’ye zarar verir..”
AKP tansiyon her yükseldiğinde yaptığı klasik pozisyonunu almıştı özetle. Peki laik elitler? Onlar daha tam tatmin olamamışlardı diyebiliriz. Zira Başbuğ, basın toplantısında konuyu 30 Haziran tarihli MGK’ya getireceğini söylemişti. Dolayısıyla laik cephe şimdi TSK’nın tavrının MGK bildirisine de yansımasını bekliyor. Eğer bu olursa kendini tatmin olmuş sayacak anlaşılan. Zaten bütün bu maceradan çıkan sonuçlardan en ilginci herhalde şu oldu: laik elit cephe kendi içinde huzursuzdur. Öncülüğün kimde olacağı belirsizdir. TSK komuta kademesinin laik elit cepheyi tatmin etmediği bellidir ancak liderliği üstlenecek başka bir kurum kişi ya da odak da yoktur.([3]) Fakat bu TSK’nın bu siciliyle işlerin kolay kolay yürümeyeceği de açık.([4])
Umutlar artık Gülen cemaatinin eskisi gibi TSK’dan yana cephe almasına bağlanmış görünüyor. Peki ama bu belge ile ilgili laik cephede kopartılan fırtına ne olacak? Evet belgenin aslı ortada yok ve bu belge pekala sahte de olabilir. Ancak kilit kelime şu: olabilir.. Yani olmayabilir de.. Yani gerçek de olabilir. Şuna tanık olduk: belge eğer zırva bir belge olsa, bu kadar kıyamet kopmaz, laik cephe belgenin sahte olduğunun bir an önce ilan edilmesi için yeri göğü inletmezdi. Neden böyle oldu? Belli ki laik elit cephe bu belgenin gerçek olabileceğine de ihtimal verdi. Ancak TSK’dan beklediği sertliği göremedi. Veyahut belgenin sahte olduğuna ilk günden iman edilmişti, ancak boş durmamalı, bu kriz fırsata çevrilmeli ve AKP’ye TSK tarafından sert bir muhtıra verilmeliydi. Laik elitler belki de bunun peşindeydi.
Pekala, ihtimaller sonsuz, burada keselim, ancak önemli bir nokta var: Bu belgenin gerçek olabileceği ihtimalinin böyle neredeyse döve döve ortadan kaldırılması geri kalan kesimde neden gayet normalmiş gibi kabul gördü? TSK’nın böyle şeyler yapmayacağına duyulan kesin inançtan dolayı mı? Yoksa “Gülen cemaati” açıklamasının kolaycılığından dolayı mı? Evet bu belge pekala bu senaryoya uygun şekilde üretilmiş de olabilir ama tekrar edelim: olmayabilir de? Genelkurmay Başkanı’nın televizyona çıkıp “kağıt parçası” diye bağırması yeterli bir güvence midir? Belli ki kimileri için yeterli bir güvencedir. Burada sanki temel bir meseleye yeniden girmemiz gerekecek. Laik elit cephe de dahil olmak üzere bu ülkedeki herkes biliyor ki, bu belgenin Gülen cemaati tarafından ya da başka birileri tarafından üretilme ihtimali ne kadar gerçekse, TSK içinde birileri tarafından üretilme ihtimali de o kadar gerçektir. Hatta daha gerçektir. Her kesimdeki huzursuzluğun temel nedenlerinden biri de bu. Peki, bunu biliyoruz.Hatta tüm kesimler de dahil olmak üzere şunu da biliyor olmalıyız: 1977’de ve 1978’de TSK içinde ya da kıyısında kenarlarında ya da derinlerinde buna benzer planlar yapılıyordu, muhtemelen. Muhtemelen değil, neredeyse kesin. 12 Eylül’e pek çok nedenle geldik, ama bu gidişatta işte bu tür planların hayata geçirilmesinin de payı vardı, herhalde bunu kimse inkar edemez. Müthiş bir kitleselleşme yakalayan sol, başka bazı dinamiklerin yanısıra işte bu tür planlarla da çıkmaza sürüklendi. Bunu laik elitler de biliyor, sol demokrat kamuoyu da, muhafazakarlar da, milliyetçiler de. O gün onlara olan, yarın herkese olabilir. İşte bunu da gördük, son yıllarda. Peki neden böyle bir şey “olamazmış” gibi davranıyoruz?
O gün sol “belasından” kurtulmak için –diyelim ki- buna benzer bir belge o vakitler çıktığında sesini çıkarmayacak olanlar, bugün iktidarda. O gün bu tip belgeler ortaya çıktığında “sahtedir, TSK böyle şey yapmaz” diyecek olan merkez medya ve kamuoyu, bugün yine “sahtedir”diyor. O günün acısını çekmiş olması gereken merkez sol, şimdi TSK’yı, Ergenekon’u savunma peşinde, belge sahte çıksa da Ergenekon çökse diyor. TSK ise her zamanki gibi, her kabaran siyasi akımı, kendi metodlarıyla saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ve rakip “sınıf”a vurulan her darbe görmezden geliniyor. Şu soruyu soralım madem: Bu halimizle hesaplaşmayacaksak, 12 Eylül ile nasıl hesaplaşacağız?
[1] Ergenekon’da yeni aşama: kırılma noktası mı, Yetvart Danzikyan, Birikim, Mayıs 2009, sayı 242, s. 18)
[2] Aslına bakılırsa Genelkurmay, 20 Haziran 2008’de de benzer bir açıklama yaptı. O zaman Taraf gazetesi’nde Genelkurmay’da bir plan hazırlandığı duyurulmuş, bu planda medya, yargı mensupları sivil toplum örgütleri ve dizilerin TSK tarafından nasıl kullanılacağı öngörülmüştü. Habere göre Eylül 2007’de yürürlüğe konan “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” uyarınca kamuoyunu; irticacı hareketlerin sorumlusu olarak görülen hükümete, milli devlete karşı olarak nitelenen yeni anayasa paketine ve terörist olarak adlandırılan DTP’ye karşı TSK’nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek ve “topluma öncü olma” rolünü sürdürmek için bir dizi karar alınmıştı. Genelkurmay bu haberin ardından “Komuta katında onaylanmış böyle bir resmi evrak bulunmamaktadır” demişti. Yine o vakit “E, o zaman komuta katı dışında mı böyle bir plan hazırlanmış oluyor yani?” yorumları gelmiş, bu sefer ikinci bir açıklama yapılarak “Böyle bir plan kesinlikle yok” denmişti. Şimdi ise durum farklıydı. “Böyle bir plan kesinlikle yok!” denmiyordu.
[3] Başbuğ’un basın toplantısını Hürriyet gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi’nin nasıl karşıladığına bakar mısınız: “Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ iki haftadır çıkartmadığı sesini dün nihayet yükseltti. ‘Fethullah Gülen’i ve AKP’yi bitirme Planı’ diye bilinen metnin –eldeki soruşturma sonucuna göre- Genelkurmay’da hazırlanmadığının ortaya çıkması üzerine Ertuğrul Özkök’e verdiği sözü tuttu.” Bu, bildiğimiz bir “TSK’ya yakın olma” özentiliği değil. Bu, yukarıda da değindiğim gibi laik elit cephenin kendi içinde yaşadığı huzursuzluğun bir tezahürü sanki. TSK, böyle durumlarda Hürriyet’e verdiği sözü yerine getirmelidir, söylenen bu.
[4] Aynı Dursun Çiçek’in ismi 2006 yılında STK’lar ve önde gelen işadamları ile yazarların fişlendiği bir “andıç” nedeniyle de gündeme gelmişti. Üstelik listede Oktay Ekşi’nin de ismi vardı ! İlgili haber için bkz: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/442063.asp
[5] İşte tam da bu günlerde AKP özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin kapsamındaki suçları işleyen askerlerin sivil mahkemede yargılanmasını öngören tasarıyı yasalaştırdı. Yeni bir fırtına daha koptu ama belli oldu ki, yasa öyle CHP’nin iddia ettiği gibi yangından mal kaçırır gibi çıkmamış, herkesin gözü önünde yasalaşmış..