“Soyutlama”, günlük kullanımımızda yüklenebildiği olumsuz çağrışımların aksine, insan aklının, mesafe alarak ve mesafe yaratarak, bir şeyleri düşünme yeteneğidir. Bu yeteneğin en parıltılı eylemi eleştiridir. Eleştiri, düşüncenin eylem halidir ve pek çok zaman ve yerde, pratik-politikadan daha etkili, dönüştürücü ve risklidir. Düşüncenin eyleme geçmiş hali olan eleştiri ile toplumsal alana adım atmış olan peygamber ve filozofların maruz kaldıkları muamele ve karşılaştıkları akıbet, bu iddianın dramatik kanıtlarıdır.
Eleştirinin parıltısının sürekliliği, eleştirilen şeyle mesafenin hep korunması, eleştirilen şeyle eleştiride kendini dışa vuran bilgi ve yöntemin de yine eleştiri ile daima yenilenmesine bağlıdır. Adalet, hakikat, eşitlik, özgürlük ve merhamet aradığımızda, öngördüğümüzde veya önerdiğimizde, yöntem ve teorik önermelerimizin ve ilişki biçimimizin de adil, hakkaniyetli, eşitlikçi, özgürlükçü ve merhametli olması gerekir. Kant’ın felsefe üzerinden hayatımıza kattığı bir diğer “güncellik” de, aracı amaç kadar etik zorunluluğa bağlamış olmasıdır. Amaçlarımıza araçlarla gideriz, aslında bir yerde amaç araçların toplamı gibi bir şeye de tekabül eder. Kant, araçların etik zorunluluğu üzerinden, felsefenin soyutluğu ile güncellik arasında “iyiliği” merkeze alan, güncel-pratik bir somutluğu yine eleştiri üzerinden yaratır. Böylece ufuk çizgisine değin uzanan, bir başka güncellik alanı doğmuş olur.
Marksistlerin ağırlıklı bölümü, Kant ve Marx arasındaki “ortaklıklar”dan pek haz almazlar, bunun standart nedeni Kant’ın bir “burjuva filozofu olması”dır! Başta Fransız Devrimi olmak üzere, modern zamanların tüm devrimlerini, tarihin bildiği ve gördüğü en korkak (ve tabii en zalim), en kurnaz, en silik sınıf olan burjuvaziye altın tepside sunan ve bu devrimlere “Burjuva Devrimi” diyen cömert Marksistlerin, Kant’a cimrilik etmelerini gerektirecek özel bir neden yok tabii ki.
Kant’ın temel eserleri Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi, Yargı Yetisinin Eleştirisi iken, Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Klasik Alman Felsefesinin Eleştirisi diye başlayıp Ekonomi Politiğin Eleştirisi (Marx’ın son eseri Kapital’in alt başlığıdır) ile sona erer. Marx Feuerbach’ı eleştirdiği tezlerinin 11.’sinde her ne kadar filozofları sadece eleştirmekle yetindikleri için eleştirse de, bir filozof olarak, 11. Tez’den sekiz yıl sonra yeniden eleştirel yönteme döner. Çünkü eleştiri, düşüncenin eylem halidir ve dönüştürme gücü ve etkinliği, tahmin edilenin ve hesaplananın çok ötesindedir.
Tarihin dramatik cilvelerinden biridir, felsefenin (ve onun eylem hali olarak eleştirinin) büyük oranda ve geniş yığınlar tarafından “boş gevezelik”, “elit münazara”, “hakikat oyunları” olarak algılanması. Oysa felsefe, tam da sofistlerin bu düşünce biçimi ve davranışlarına, yani “boş gevezeliğe”, “elit münazaraya”, “hakikat polemiklerine” karşı, filozofların etkinliği olarak belirmiştir.
Sofist için kelimelerin etkinliği yeterliydi ve totoloji bir cephanelik işlevi görüyordu. Etkinlik yoğunlaştıkça polemik (savaş) kızışıyor ve en etkin totolojiyi kullanan, galip geliyordu. Hakikati belirleme hakkı polemiği kazanandaydı, haklı olanda değil. Sofistlerin icadı olan polemiğin savaşmak manası taşımasından daha iyi bir kanıt yok gibi. Felsefe, polemiğe/sofiste karşı tarihin bu düzleminde ortaya çıktı. Doğanın temelinin, su, ateş, hava, boşluk... ile izahı, toplumsal olanın “Nasıl Yaşamalı?” (Sokrates), “Nasıl Yönetmeli?” (Platon), “Nasıl Düşünmeli?” (Aristo) üzerinden sorgulanması, sofiste karşı filozofun, boş gevezelik ve polemiğe karşı felsefenin zaferiydi. Tüm zaferlerde olduğu gibi bu zaferde de yanılgılar, haksızlıklar, hırsızlıklar, saptırmalar kısacası trajediler ve komediler vardır. Sokrates ile birlikte Sofokles’i hatırlamamız da bu yüzdendir, zaten.
Felsefenin ve filozofun bu çıkış ânı neden önemlidir? Çünkü felsefe doğrudan dine karşı değil, devlet iktidarını temsil eden ve bilgiyi yönetimle sınırlayan sofiste ve sofizme karşı çıkmıştır. Sofistin konumu ve görevi, Mısır ve Sümer devlet iktidarı sistemindeki ideoloji üretici olarak rahip (şeyh) ile benzerlikler taşır.
İdama mahkûm edilen Sokrates’in birincil derecedeki “suçu” ateizm iken, canlarını son anda yaptıkları manevralarla kurtaran Platon ve Aristo için hazırlanan “suç” yine ateizmdir. Ki bu üç düşünürde, Sokrates tanrısallığın bir vasfı olarak erdemi yönteminin merkezine yerleştirirken, Platon tanrı olarak mutlak ideali, Aristo ise ilk neden olarak tanrıyı felsefesinin merkezine yerleştirmiştir. Dinin merkezi olan tanrıyı, tanrısallığı reddetmeseler de dinsiz addedilmişlerdir. Bu paradoksun nedeni şudur: Filozof, tanrıya değil, tanrıcılığın ideolojisi olarak teolojiye karşı çıkar; bu teoloji, iktidar ve onun tüm düzeneklerinin varoluş imkânıdır. Sokrates’in dramını, hem İsa hem Bruno hem de Spinoza’da tekrar tekrar izlememizin nedeni de budur. Din ile dinin ideolojisi olarak teoloji arasındaki, bu teolojinin ilk seküler biçimi olarak sofizm ile felsefe arasındaki, filozof ile sofist arasındaki, peygamber ile şeyh-rahip-kral(lık) arasındaki çatışma, ilk çıktığı andan günümüze devam eden bir çatışmadır. Tüm itirazları göze alarak şunu söylemekte beis görmüyorum: Bu tarihsel çatışmada peygamberler, filozoflar, felsefe, din ve ateistler aynı cephedeyken, karşılarında da kral, rahip, şeyh, teolog, ilahiyatçı aynı cephededirler. (Her iki cephenin kendi içlerindeki tüm çatışma, çelişki, gerilim ve zıtlıklar baki olmak üzere.)
Teoloji veya ilahiyat, din bilgisi-disiplini değil din ideolojisidir ve teolog/ilahiyatçı, Türkçenin takı ekinin ifade ettiği gibi, dindar değil din-cidir.
Peygamber, tanrı-kral-rahip-şeyh ilahiyatına karşı çıkarken, filozof, sofistin ideolojisi olarak teolojiye karşı çıkmıştır. Hem filozof hem de peygamberler dinsizlikle itham edilmişlerdir. Bu “Suç ve Ceza” ortaklığının anlatısı, tek başına yaman bir hakikat senfonisidir... (Tarihte neler olup bittiğini ve nasıl bir seyirler izlediğini, antropoloji, etnoloji, sosyoloji, biyoloji kadar hatta kimi zaman bu disiplinlerden bile daha iyi açıklayan kitap, Suç ve Ceza’dır. E. A. Poe, Dostoyevski ve Kafka’ya hiç bitmeyen bir minnet borcumuzun var.)
Dolayısıyla, Birikim dergisinin birkaç yıldır gündemleştirmeye çalıştığı Sol İlahiyat tartışması, felsefenin en acil güncel sorununa temas ediyor. Bu başlık altında başlatılan tartışma: Doğu-Batı; emperyalizm-sömürgecilik; kadın-erkek; Hıristiyan-İslâm/İslâmiyet-Yahudilik; fundamentalizm-medeniyetler çatışması; IŞİD-Ortadoğu-Batı; din-şiddet-medeniyet gibi temel sorunları birinci derecede etkilediği için, Marksistlerin sık kullandıkları terimle baş çelişkiyi ifade eden bir tartışmadır.
Bugünün dünü: Peygamberlerin teoloji ile kapışması
Sümer, Mısır, Roma devletleri teolojik devletlerdi. Bu üç teolojik devlet tipinin ortaklıkları, farklılıklarından fazlaydı. Mısır ilahiyatına göre, Mısır krallarından önce yeryüzü ve gökyüzü bizzat tanrı tarafından yönetiliyordu; ancak Mısır Krallığı’nın kurtuluşundan sonra bu görevi Mısır Kralları devralmıştır. Bu örnek, mitin basit temsilinden teolojinin sistemli vekâlet sistemine geçişin ilk örneklerindendir. Teoloji daha ilk anda vekâlet kurumunu inşa eder. Kral bu vekâletle tanrının “yerine” ve “adına”, yeryüzü ve gökyüzünün düzeni “için”, hükmettiği devlet ve toplum “uğruna” egemenlik icra edecektir. Kral tanrıyı kendi bedeninde eritir, Kral-Devlet, tanrının tezahürünü bir derece aşan tanrının bizzat kendisi olur. (Bu düşünme biçiminin modernitede Hobbes, Hegel, Schmitt tarafından felsefi olarak savunulduğunu göreceğiz.) Tanrının tezahürüyle bizzat kendisi arasındaki çizgi ince, nüans düzeyindedir. “Tanrı” ve “tanrının oğlu” sıfatlarının, ilkin Mısır teolojisinde ortaya çıktığını ileri sürmekte bir beis yok. Bu ilahiyatın üç temel özelliğini tekrardan vurgulamakta fayda vardır. Birincisi, devletin başı olarak kral ya tanrıdır ya da tanrının oğlu. İkincisi, vekâlet ve temsil sistemine dayanır. Üçüncüsü, vekâlet ve temsil sistemi, “yerine”/“adına”/“için”/“uğruna” düzeneklerini, durmadan geliştirir. Bu gelişim hem yasa hem de normu ortaya çıkarır.
Kralın tanrısal düzenin yeryüzündeki gerçekleştiricisi ve koruyucusu olma misyonu, ona yaşamın üzerinde her türlü yetkiyi kullanma hakkı tanır. Bu sorgulanamaz, sınırlandırılamaz, bölünmez bir yetkidir. Devlet de, ülke de, yasa da, tıpkı kralda tezahür eden tanrı gibi, tektir.
Mısır’da devletin sabit bir başkenti yoktur, Kral nerede bulunursa başkent o zaman dilimi içinde orasıdır. Devletin merkezî idari yapısı ve bu yapının askerî-dinî-ekonomik-siyasi bürokrasisi kral tarafından atanır, kralın bürokratların gelirleri üzerinde mutlak bir hakimiyeti vardır. Zamanla kralların zayıflaması ile rahiplerin Mısır tarihinde rolleri artmış olmakla birlikte, rahipler Mısır sisteminde “yüksek devlet memuru” sıfatından ileri bir konum elde edememişlerdir. Mısır teokrasisi, Sümer teokrasisi gibi rahiplere değil, bizzat krala dayanır. Tam da bu nedenle, sistemin zaman içinde aşılması daha kolay olmuştur. Çünkü Mısır teolojisinde devlet kralın ölümsüzlüğüne göre şekillenmiştir, kral devletin ölümsüzlüğüne göre değil. Haliyle ölümü mutlaka tadacak olan kral, yavaş ancak kaçınılmaz bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğu doldurmak için, saraylardan bile görkemli mezarlar olarak piramitler inşa edilmiş, bu inşa ile ölümsüzlüğün, yüz binlerce kölenin emeğiyle taş ve toprağı anıtlaştırarak sürdürülmesi amaçlanmıştır.
Sümer sisteminde başat rol kralda değil, rahiplerdedir. Sümer teolojisi, merkezileşme itkisine sahip olmakla beraber, politik-ekonomik örgütlenmesi imparatorluk değil site-devletleri biçiminde gelişim göstermiştir. Her sitenin bir tanrısı vardır. Tanrı olmayan ancak tanrının devletini tanrı adına yöneten kral, sitedeki herkesin ve her şeyin efendisidir. Sümer siteleri tapınak şehirleridir. Tapınak merkezinde yer aldığı şehri temsil ederken, burayı Bentham’ın Panopticon’u gibi kontrol altında tutarak gözetler. Tapınak bugün modern hallerini gördüğümüz üretim, maliye, güvenlik, banka, finans, seks, ilahiyat, sosyal yardım vb. kurumları barındırır. Sümer tabletlerinde, kayıt altına alınmamış herhangi bir şey yok gibidir. Yazı ve kozmolojinin icadı bu organizasyonun ihtiyaçlarına göre geliştirilmiştir.
Sümer ilahiyatında insanın yaratılma amacı, tanrılara kurban edilme, tanrılar için çalışma, kısacası mutlak anlamda tanrılara köleliktir. Kimi tabletlerde insan için “tanrının dışkısı” benzetmelerine rastlanır. Krallar, tanrının amacı için “gökten yere indirilmiş” varlıklardır. Tanrısal görevleri vardır ancak kesinlikle Mısır’daki gibi tanrı olmadıkları gibi tanrının oğlu falan da değillerdir. Rahiplerin kalıcı ve tanrısal kıldıkları şey kral değil devlettir. Devletin ideolojik kimliğinin inşacısı rahip kastıdır. Mısır’da bizzat tanrı-krallara ait kabartma, fresk, heykel, tapınak ve mezarlıklar varken, Sümer kentlerinde tanrı panteonlarında tanrılara ait heykel, kabartma ve anıtlar yer alır. Sümer, devlet sistemi olarak çok daha etkili olmuş olmasına rağmen bugün ezberimizde herhangi bir kralının adı yokken, Mısır krallarından en az bir ikisinin adını duyanımız çoktur.
Bu iki teolojide dikkat çekici noktalardan birincisi, Mısır’da daha geri planda olmak kaydı ile, rahip yani hahamlık/şeyhlik kurumunun varlığıdır. Teolog olarak rahip-şeyh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin çıkışlarından önce, devlet iktidarının ideolojik inşacıları olarak vardırlar.
İkinci nokta, teolojinin-ilahiyatın, devlet ideolojisi olarak, beş semavi dinden önce oluştuğudur.
Üçüncü nokta, İbrahim’in önce Nemrut’a ardından Mısır firavununa, Musa’nın firavuna, İsa’nın Roma-Haham sentezine karşı peygamberlik kurumunu geliştirmiş olmalarıdır. Bu peygamberlerin Muhammed’e kadar uzanan silsilesindeki praksis: ilahiyata-teolojiye karşı din, rahipliğe karşı peygamberlik, devlete karşı toplumdur. Ve bu peygamberlerin hiçbirisinin mesajından “devlet teorisi” çıkarmaya imkân yoktur.
Dördüncü nokta, peygamberler öncesi teoloji-ilahiyat dinlerine mensup olabilmek için, kimi zaman yıllar alan, şart, sınav ve ritüellerinden geçmenin gerekmesiydi.
Beşinci nokta: Peygamberler, egemenliğin her türlüsünü mümkün kılan dini, kral ve saraydan yani devletten alıp toplumsal alana taşımak gibi büyük bir zihinsel ve moral devrime yol açtılar. Bu daha sonra filozofun bilgiyi sofistlerden alıp agora ve akademi gibi toplumsallık düzlemine çekmesinden daha az görkemli değildi. Bir kez daha vurgulamakta fayda var: peygamber ve filozofların, şeyh-rahipler eliyle hazırlanmış “iddianameler”le devlet iktidarları tarafından en vahşiyane yöntemlerle, katledilmeleri, tek başına yaman bir hakikat anlatısıdır.
Kafa karıştırıcı bir parantez: Yahudi Krallığı
Peygamber Musa, peygamberlik kurumunu “eleştirel” tutumdan bir adım öteye götürür. Bu adım hem entelektüel (kitap-Tevrat) hem de pratik bir eylemi (tekvin-çıkış) içerir.
Bir duvar ustası olarak Musa, tüm ötekileri, bu dünyada var olduğuna iman ettiği bir cennete doğru yola çıkarır. Her gün ve her biçimde bin yıllardır aşağılanmış olan ötekilerin kendisine inanması için, teoloji-ilahiyatın kral övgüsü ve üstünlük epistemolojisinin yerine, ötekilerin üstünlüğüne ve övgüsüne dair bir anlatı inşa eder. Üstün olan, yeryüzünü yönetmek için özel görevlendirilmiş Tanrı-Kral’ın yerini, Mısır’ın en alt tabakaları almıştır.
Mısır’dan çıkış sadece coğrafi değil, zihinsel bir çıkıştır. Peygamber, insanlığı, teolojinin Tanrı-Kral düzleminden ve sadece Tanrı-Krala ait cennetinden, yeryüzünde ötekilerin varlığı ile mümkün olacak olan materyalist bir cennet düzlemine çekiyor. Peygamber burada din yoluyla seküler bir hamle yaparken, etrafında toplanmış topluluğun, Tanrı-Kral sistemine benzer bir sisteme kaymaması için son derece seküler bir yasa ilan eder: On Emir (Öldürmeyeceksin, Çalmayacaksın, Tecavüz Etmeyeceksin, Yalan Söylemeyeceksin, Komşunu Kendin Gibi Seveceksin...).
Peygamberlik kurumu, tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi tamam tersyüz ederek, sözleşmeye bağlar ve peygamberi bu sözleşmenin (Ahdin) şahidi kılar. Bu Ahdin hiçbir yerinde, ne Tanrı, ne peygambere, krallık sıfatı verilmiştir. Burada tanrı varlığını korkunç gücü kadar engin merhameti, sevgisi, adaleti ile tarif ederken, peygamber politik-ahlâki bir misyonla konumlanır.
Eski Ahit’in (ilk Ahit) tanrısı Yehova, kendi toplumunun başka tanrılara tapmasına izin vermediği gibi, kendisiyle toplumu arasında gelişecek farklı bir otoriteye de izin vermez. Peygamber monark değil, resuldür ve işlevi politik-ahlâkidir. İslâm dünyasında haricilerin çıkışında rastlayacağımız “La hukmu illa lillah” (Tanrı’dan başka egemen yoktur, egemenlik kayıtsız şartsız ancak Allah’a aittir) Eski Ahit ve Musa’nın mottosudur.
Bu hakikate rağmen, rahiplerin teolojisiyle krallık kurumu Yahudiliğe sızar ve Davud ve Süleyman önderliğinde Yahudi Krallığı kurulur. Ancak peygamberlik kurumu bu Yahudi Krallığı’na karşı savaşmaya devam eder. Samuel, İlya, İşaya gibi etkili Yahudi peygamberleri, İsrail krallarının ve krallık kurumunun dinin ruhuna tamamen yabancı ve aykırı olduğunu söylemekten çekinmezler.
Eski Ahit’in Birinci Samuel kitabında İsrail halkı arasında krallığın ilk ortaya çıkış sürecini anlatan ünlü bir bölüm vardır:
“Samuel yaşlandığında oğullarını İsrail’in hâkimleri olarak tayin etti. Ancak oğulları onun izinden yürümediler. Kazanç peşinden koştular, hediyeler kabul ettiler ve yasadan saptılar. Bunun üzerine İsrail’in bütün ileri gelenleri Roma’da toplandılar ve Samuel’e şöyle dediler: ‘Sen yaşlandın, oğullarında senin izinden yürümüyorlar. Kötü kazancın peşinden koşuyorlar ve rüşvet alıp eğri hüküm veriyorlar. O halde diğer bütün milletler gibi bize hükmetmesi için bir kral ver.’ Bu sözler peygamber Samuel’in hoşuna gitmedi ve Samuel Tanrı’ya yalvardı. Fakat Tanrı Yehova Samuel’e şunları söyledi: ‘Sonra söyledikleri her şeyde halkının sözünü dinle. Çünkü onlar seni değil beni reddediyorlar, Mısır’dan çıkardığım günden bugüne kadar yaptıkları şeylere uygun olarak benim artık kendileri üzerine hüküm sürmemi istemiyorlar. Onlar beni terk ettiler. Bugün sana karşı da aynı şeyi yapıyorlar. Git şimdi onların sesini dinle. Ama onları açıkça uyar ve kendilerine krallık yapacak kişinin onları nasıl yöneteceğini söyle” (Eski Ahit: 1. Samuel 8. Bab. s. 292).
Samuel, Yehova’nın söylediklerini İsrail halkına bildirir:
“Size krallık yapacak kişinin yönetimi şöyle olacak: Oğullarınızı alıp savaş arabalarında ve atlı birliklerinde görevlendirecek. Onun savaş arabalarının önünde koşacaklar... Kızlarınızı ıtriyatçı, aşçı, fırıncı olmak üzere alacak. Seçkin tarlalarınızı, bağlarınızı, zeytinliklerinizi alıp hizmetkârlarına dağıtacak. Tahıllarınızın, üzümlerinizin ondalığını alıp saray görevlileriyle öbür hizmetkarlarına dağıtacak... Sizler ise onun köleleri olacaksınız. Bunlar gerçekleştiğinde, seçtiğiniz kral yüzünden feryat edeceksiniz. Ama Rab o gün size karşılık vermeyecek” (Eski Ahit: Bab 8. s. 292).
Tanrı, Yahudi halkını peygamberlerin resulluğünde, Mısır’ın esaretinden kurtarmış; sonra Yahudi halkı tıpkı Mısır’daki gibi, bir kral istemiştir. Tanrı bu kralın/krallığın hangi felaketleri doğuracağını öfke ve sitemle sıraladıktan sonra “... işte seçtiğiniz, dilediğiniz kral! Evet Rab size bir kral verdi,” (Eski Ahit: 1. Samuel Bab 12 s. 296) diyecektir.
Yahudi tarihinde krallıkla peygamberliğin son çatışması İsa’nın gelişinin arifesinde, Peygamber Yahya ile Yehuda kralı Hirodes arasında meydana gelir. Hirodes, ahlâksız bir yaşam ve yönetimin sahibidir. Yahya, peygamberlik kurumunun gücüyle Hirodes’e karşı çıkarken, bir yandan yeni bir peygamberin geleceğini müjdeler. Yahudi kralı Hirodes, Yahya’nın kafasını kestirir ve firavunun yolundan ilerleyerek yeni doğmuş tüm erkek çocukların öldürülmesi emrini verir (Yeni Ahit: Matta 1-2).
Gelen Peygamber İsa, Yahudi Krallığı, Yahudi şeyhleri, Roma Valisi üçlüsünün işbirliğiyle çarmıha gerilecektir. Sonra Paulus, Peygamber İsa’dan, tanrının temsilcisi sayılan krallara dayalı bir devlet ideolojisi icat edecektir. Bu kez Eski Ahit’i Yahudi Krallığı’na yoran hahamların yerini rahipler alacaktır.
Tarihin her aşamasında, rahip ve onun ideolojisi olarak teoloji devreye girdiğinde, ortaya krallığın tanrısal vasıflarla donatıldığı devlet iktidarı ortaya çıkmıştır. Hz. İbrahim’den Musa’ya, Zerdüşt’e, İsa’ya dek peygamberlerin, tanrı-krallığa karşı çıkmış politik-ahlâki önderliği temsil ettikleri, hep es geçilmiştir. Rahip ideolojisi olarak teoloji, peygamberliğin toplumsallığına karşı direnemeyince, peygamberlik kurumunun kendisini, yeni tanrı-kral-devlet iktidarının ideolojik kimliği olarak yeniden tanımlayarak inşa etmiştir. İslâm dini ve Peygamber Muhammed’in maruz kaldığı süreç de bundan farklı olmamıştır. Bu nedenledir ki, bu peygamberlerin çıkışından sonra Fransız Devrimi’ne kadar kurulan tüm devletler de, teolojiktir.
Rahip ve şeyhin devlet kuruculuğu, bu kuruculuk için gerekli ideolojik kimliğin inşası, orta ve yeni çağın başlangıcında da devam etmiştir. Şeyh Edebali’nin Osmanlı, Safevi şeyhlerinin Şia İran Devleti örneği kadar; dinin devlet-papa tekelinden çıkmasını talep eden Protestanlık hareketinin, rahip-teologlar Luther-Kalvin marifetiyle modern ulus-devlet iktidarının inşa ideolojisine dönüştürülmesi, devlet iktidarı ideolojisi olarak teolojinin-ilahiyatın -peygamberlere rağmen- sürdürülmesinin duraklarıdır.
Bir ideoloji olarak ilahiyat nedir? Ya da ilahiyat olarak ideoloji nedir? En toparlanmış ve sade haliyle cevap şudur: “Yerine ve adına”, “için” ve “uğruna” zihniyetidir ve bunun düzenekleridir.
“Yahudi Krallığı” parantezini niçin açtık? Birincisi, peygamberlik kurumu ve onun politik-ahlâki işlevi, rahip-şeyh-haham teolojisinin ilk operasyonuna bu tarihsel düzlemde maruz kalıyor. Hangi din ya da peygamber söz konusu olursa olsun, bu düzlemin yeniden tartışılması, âdeta bir zorunluluktur. Tevrat, bu operasyonu detaylı bir şekilde belgelediği gibi, peygamberlik kurumunun Samuel’den İsa’ya kadar bu operasyona karşı direndiğini aktarır.
İkincisi, modernizmin başlangıcında iki kip belirir; bu kiplerden biri Hobbes’un temsil ettiği kiptir, diğeri Spinoza’nın temsil ettiği. İki ayrı yaşamı, sekülerizmi, toplumu, bireyi, dini öngörüyorlardır ancak her ikisi de Ahit’i merkeze alır. Hobbes peygamberlerin din kitabından, “adına ve yerine”, “için” ve “uğruna” mekanizmalarıyla tahkim edilmiş, üçgenin iç açılarının toplamının kesin sonuçlarını bile istiyorsa değiştirebilecek kadar kudretli bir Leviathan çıkarırken; Spinoza özgürlüğü amaç edinmiş demokratik bir yönetim çıkarır.
Sümer ve Mısır rahipleri, insanı köle-kurban ve dışkı olarak tarif etmişlerdi, Hobbes ise her an herkese saldırmaya hazır aç bir kurt. Tanrı, kral ve devlete değil, bizzat insana içkindir, diyen Spinoza için, hiçbirimiz hiçbir vasfımızdan dolayı, özgür ve eşit olma hakkından mahrum bırakılamayız. Hobbes, tüm hakların egemen olarak monarka devrinden bahsederken, Spinoza için hakkın devri asla söz konusu olamaz. Hobbes devleti savunur, Spinoza tüm sorunların kaynağı gördüğü teologlara karşı peygamberleri, insanı ve toplumu doğayla birlikte savunur. Hobbes, yasama, yürütme, yargı, felsefe, din, ne varsa birleştirir, birbirinin yedeği kılar. Spinoza, parlattığı lenslerin itinasıyla, her birinin özgünlüğünü ve özgül ağırlığını, tortulardan (hurafe) azat ederek, özgürlük ve hakikat çerçevesinde ayrıştırır. Hobbes, devlet-iktidarının sürekliliğini temsil ederken, Spinoza dinle felsefeyi, tıpkı peygamberler ve filozofların yaptığı gibi, toplumsal düzleme çeker.
Toparlarken
Hegel’in felsefesindeki özgürlükçü parıltılara rağmen, Hobbes-Hegel çizgisi, Sümer ve Mısır icadı olan “Yerine ve Adına” ile “İçin” ve “Uğruna” ideolojisini, bolca teolojik saikler kullanarak, ancak felsefi bir düzleme çekerek, modernizmin bağrına taşımışlardır. Her iki düşünürün devlet teorisi, Ortaçağ imparatorluklarından farklı olarak, tıpkı Sümer ve Mısır teolojisindeki gibi, dış egemenlikten çok iç egemenliğe dönüktür. Mısır papirüs ve Sümer tabletlerinde, toplumun her türlü etkinliği (üretim, cinsellik, eğlence, inanç vb.) kayıt altına alınmış, istatistik teolojik bir motivasyonla denetim aracı olarak kullanılmıştır. Hegel, Devleti, tanrısal aklın tezahürü olarak açıklayıp kanıt olarak da Napolyon’u görünürdeki tanrı olarak gösterdiğinde, mezbaha dediği tarihsel arenadaki devlet-iktidar sürekliliğini felsefi tasdike kavuşturmuş oluyordu.
Spinoza hakkın devredilmesine, Kant beden, ruh ve akıl etkinliklerimizde bir karar vericiye, Marx bizi yabancılaştıran düzeneklere karşı çıkarken; aklın etkinliği olarak felsefe yapıyor olmakla beraber, ahlâki etkinlikleri, peygamberlerin teolojik devlet-iktidarlarına karşı çıkışlarına benziyordu. Bu kadar etkili olmalarının bir nedeni de bu olsa gerek.
Spinoza’nın demokrasisi, Kant’ın demokrasiyi içeren özerk birey ve evrensel toplum tasavvuruna dayanan İnsanlık Cumhuriyeti, Marx’ın Hegel’in monarşi ilkesine karşı demokrasi ilkesini savunması, peygamberlerin devlet-iktidarı ideolojisi olarak teolojiye karşı toplum ve bireyi savunmalarını çağrıştırır. (Bizim Marksistlerin önemli bir kısmı, Marx’ın bu eleştirisini “Marx’ın gençlik dönemi” çalışmaları diye sıfatlandırmaktan hoşlanırlar. Onun “gençliğinin” vurgulanmasındaki amaç, Leninizm üzerinden “olgunlaştırılmış” kaskatı ciddi Marksizmin politik korkularını gidermek, böylece kendi vulgerizmlerini Marx’ın gençliği ile temize çıkarmaktır.)
Fransız Devrimi
Fransız Devrimi’ne kadar kurulan tüm devletler teolojiktir. Kilise, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Batı’da ayakta kalan tek kurum olarak, Platon ve Aristo başta olmak üzere birçok felsefi eseri kilisenin hizmetine sokmuş ve felsefeyi teolojinin astı yapmış olmakla birlikte, felsefe bir devlet ideolojisi kılınamamıştır.
Fransız Devrimi’nin üç ilkesi, yani Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik, doğası gereği toplum ve bireyin amacı ve arzusunu ifade ediyordu. Bu üç ilkenin, devlet gibi, asla eşit olmayacak, özgürlükle kavgaya yazgılı ve kardeşlik gibi romantik bir ütopyayı algılama yeteneğinden yoksun düzenekler toplamının tam tersi bir tahayyül olduğu açıktı. Ancak nasıl Musa, İsa, Zerdüşt, Muhammed peygamberler, devlet-iktidarı teolojisine karşı çıkmış ve çoğu bunun bedelini canlarıyla ödedikten sonra peygamberlerin praksisi, şeyh-rahip-haham marifetiyle yeni devletlerin ideolojisine dönüştürülmüş ise, Spinoza, Kant, Marx’ın temsil ettiği, özgürlükçü-eşitlikçi-demokratik-seküler felsefe de, teolojiden beslenen yeni sofistler olarak Hobbes-Hegel kipi üzerinden yeni devlet iktidarına taşınmıştır.
Felsefenin, Fransız Devrimi’nden sonra, devlet-iktidarına sunduğu destek ve bu desteğin yol açtığı vahşet ve terör dinlerin yol açtığından az olmamıştır. Bu benzerlik neden önemlidir? Ana tartışma odağının, “Felsefe mi? Din mi?” tartışmasından çıkması açısından önemlidir. Çünkü ister en hakkaniyetli din isterse en özgürlükçü felsefe olsun, devlet-iktidarının ideolojik payandası haline geldiklerinde, üretecekleri sonuçlar asla farklı olmamış ve olmayacaktır. İsevilerin yakılmasından Bruno’nun İseviler tarafından yakılmasına, Muhammedilerin yurtlarından sürülmelerinden Muhammedi Emevilerin Peygamberin ailesini Kerbela çölünde paramparça etmelerine, Çarlık rejiminin zulmünden kurtulmuş Bolşeviklerin Bolşevik Partisi tarafından aşağılanarak yok edildiği trajedilere dek, din ve felsefenin devlet-iktidarı ideolojisine dönüştüklerinde nasıl da benzeştiklerini görürüz.
Spinoza’nın felsefe-din-devlet-teolog ayrımlarında ısrar etmesi (bir panteist olarak bunu savunması daha da önemlidir), Kant’ın Etik’i tanrının nedeni sayması ve dini aklın sezgisel yönünü kabul ederek kendi alanı içinde yorumlaması, Marx’ın Feuerbach’ı devlet eleştirisi yerine tanrı ve peygamber eleştirisi yaptığı için sorguladıktan sonra devlet-ideoloji-para eleştirisine yönelmesi, “Sol İlahiyat” tartışmasında, sofistlerin ve teologlar olarak rahip-şeyh-hahamların ve bunların modern hali olarak ideologların kurduğu polemik ve münazara tuzağını bertaraf eden bir ufuk açar.
Marx, peygamberlerin devlet-iktidarları tarafından nasıl dönüştürüldüğünün farkındadır: “Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin...” diye yakaran Musa Peygamber, Kapital’in yazıldığı yıllarda “Biriktir, Biriktir,” emrini duyurur hale gelmiştir. “Sol ilahiyat” tartışmasında, hem sol hem de dindarlar için ana mesele devlet-iktidarı ve onun “Yerine ve adına”, “İçin” ve “Uğruna” ideolojisi olarak teoloji sorunudur. Bu teoloji, seküler ve ateist Sovyetler Birliği’nde de Faşist Alman devletinde de, Şii İran devletinde de Sünni Suud Krallığı’nda da, sosyalist krallık olarak K. Kore’de de, aynı vahşeti durmadan üretir.
Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs, Hz. İsa, Peygamber Muhammed, Allah’ın dostu ve bizim arkadaşlarımızdırlar. Tevrat, İncil, Zebur. Kuran, Avesta harika kitaplardır, tıpkı Etika, Ebedi Barış ve Kapital gibi. Bu insanlar ve kitapları, insan ve doğa içindir. Ancak devlet-iktidarına payanda edildikleri andan itibaren, cehennem ahiretten yeryüzüne iner ve çocuktan kelebeğe yaşayan her şeyi yakmaya başlar. Fırat Nehri kenarında katledilen binlerce Harici’den Kerbela çölüne, “Yeni Kıta”nın damarlarının kesilmesinden siyah Afrika’ya, toplama kamplarından Gulaglara, Pol-Pot’tan IŞİD’e kadar, dünyayı bin yıllardır saran alevlerin yüzümüze savurduğu küller bunu söylemektedir. O küller ölülerimizin külleridir. Belki de “Sol İlahiyat”ın imkânı, çok ölmüş ve halen yanarak ölmekte olanların anısından çıkacaktır...