Edward Said’le devam edecek olursak; Said, Entelektüel adlı kitabının ikinci bölümünde AKP dönemi siyasal İslâmcı “aydınlarını” anlatır âdeta:
“Entelektüellerin kendi etnik ya da ulusal toplulukları adına yapılan kötülüklere kör kalmalarına yol açan kendini üstün görme, haklı çıkarma tarzı tuzaklara düşüp daha fazla popüler olmaları da kolaydır. Olağanüstü hal ve kriz dönemlerinde bu daha da geçerlidir. Mesela Falkland ya da Vietnam savaşları sırasında bir bayrak altında toplanma çağrısı, savaşın ne ölçüde adil olduğunu tartışmanın vatana ihanetle bir tutulması anlamına gelmişti. Fakat hiçbir şey onu bu denli gözden düşüremeyecek olsa da bir entelektüel bunun kendisine kişisel olarak nelere mal olacağını umursamadan bu tür sürü davranışlarına açıkça karşı çıkar.”
“Milli çıkarları gözetmek” fikri, devletlerin kriz hallerinde aydınların ve entelektüellerin önüne koyduğu bir tuzaktır. Bu konuda yine Edward Said, şu katkıda bulunur:
“Yabancı olarak entelektüelin izlediği mecrasını belirleyen kalıbı en iyi anlatan söz sürgünlüktür. Yani asla tamamen uyumlu olamama; kendini her zaman, deyim yerindeyse yerlilerin işgal ettiği aşina muhabbet dünyasının dışında hissetme; çoğunluğa intibak etmek ve milli çıkarları gözetmek gibi, hatta bu tür tuzaklardan hiç hazzetmeme durumu.”
Hiç şüphesiz ki; zorba iktidarları sorgulamak -mümkünse de ifşa etmek- entelektüel bir tavırdır. AKP’nin kriz ve olağanüstü hal durumlarında “ya taraf olursun ya da bertaraf” siyasetini, son günlerde Barış İçin Akademisyenler grubuna da dayatması; AKP’nin “karşı taraf” olarak nitelendirdiği yerde durmak bir yana, Araf’ta kalma durumunu dahi kendi politikalarının devamı için bir tehdit unsuru olarak gördüğüne delalettir. Bu, en küçük muhalefet kırıntısını dahi kendi iktidarına yönelebilecek muzaffer bir tehdit unsuru olabileceğinin korkusunu taşımasından ileri gelmektedir.
Modern sömürgeci anlayışlarda benzer refleksler ve ana akım medya
Kürt sorununun yıkıcılığı iyice ayyuka çıktığı anlarda, ana akım Türk medyasında “Kürt Aydını” sosuyla cilalanmış birçok kişinin ortaya sürüldüğü görülecektir. Elbette ki, bu kişilerin medyaya çıkarıldığı zamanlarda Kürt illerinde operasyonların yapılması, sivil ölümlerin artması tesadüfi değildir. Kürt olmaları, onlara tarafsız gibi davranmaları ve çıkartıldıkları her televizyon kanalında muazzam bir bilgi kirliliği yaratmak için fırsat tanımaktadır. Bu “iş” onların en temel görevidir! Devletin ve hükümetin zırhının arkasına geçip, acı çeken kendi halkına profesyonelce ateş ederler! Onlar için kolay ve konforlu bir “iş”tir bu! Yaptıkları “iş”in getirisi iyi ve sükselidir! Nitekim bu “iş” devlet kapısında ayrıcalıklar getirir onlara… Kimisini başbakana danışman, kimisini TBMM’ye vekil, kimisini “havuz medyası”ndaki gazetelere yönetici yapar.
Bu durumu daha anlaşılır kılmak için ABD’deki Arap ve Müslüman aydın ve entelektüellerin medyayla olması istenen “makul ilişkilerine” bakmakta yarar olacaktır. Yine Edward Said’in bu konudaki deneyimleriyle devam edelim:
“… eğer bir Arap entelektüel olarak ABD politikasını ateşli bir biçimde hatta körü körüne desteklerseniz; bu politikayı eleştirenlere saldırır ve bunlar Arap ise ne kadar alçak olduklarını gösteren kanıtlar icat eder, Amerikalıysa ikiyüzlülüklerin kanıtlayan hikâyeler ve durumlar uydurursanız; Araplar ve Müslümanlarla ilgili geleneklerine kara çalan, tarihlerini tahrif eden, zaaflarını (ki tabi ki bir sürü vardır) vurgulayan hikâyeler anlatırsanız, söylediklerinize kulak verecek bir dinleyici kitlesi bulacağınız kesindir.”
Ve ekler Said: “Hasta olanlar biz Araplar ve Müslümanlarız… Sorunların tek kaynağı biziz.” Edward Said’e göre ABD’nin, Arap ve Müslüman aydınlardan beklediği tavır işte budur: Sorunun kaynağını teknik olarak daha güçsüz olan tarafın varlığında aramak… Tıpkı bugünlerde Barış İçin Akademisyenler’in verdiği imzalarla çılgına dönen ve emrindeki medyayla imzacıları linç etmeye çalışan AKP hükümeti gibi… Temelinde korku yatan bir savurganlık halidir bu. Bu korkuya kapılmış devletler ve hükümetler, “aydınlara ve entelektüellere” bakınca; yaktığı köylere, tarlalara, katlettiği insanlara, evini başına yıktığı yerlilere, “pis zenci” diye aşağıladığı siyahilere yönelik kendi reel politik saldırılarının yanında saf tutan “gezmiş, görmüş, okumuş” ortaklar görmek istemektedir.
Despot iktidarlar, bilgiyi ve kavramları kendi hizmetine sunan “aydınları” arzular. Tarihte bunun sayısız örneklerini bulmak mümkündür; Hegel Avrupa’yı şiddet arzularıyla kasıp kavuran Napolyon’u atının üzerinde görünce, dünyanın ruhunu gördüğüne inanmıştı. Ya da Martin Heidegger, huzuruna çıkamadığı Hitler’e danışman olmak için çok uğraşmış ama becerememiştir. Despotluk ve tiranlık heveslisi liderlerin varlığının kaynağı, kendilerine boyun eğmeye hazır insan yığınlarının varlığında gizlidir.
Türkiye’de, AKP döneminde “yetişen aydın ve entelektüel camia”dan bahsederken, şu temel soru kendini sormayı dayatıyor: AKP’nin hükümette olduğu geçen on dört yıllık zaman zarfında, Noam Chomsky’nin imzaladığı bildiriye karşı neden kendi fikrini ortaya koyabilecek aydınlar değil de “kan banyosundan” bahseden organize suç örgütü liderleri ortaya çıkmıştır?
Son olarak, taş atmak, en son kertede sözün tükendiği yerde başlar. Taşın atıldığı konum göz önünde tutulduğunda, mazluma uzaklığınız ve yakınlığınızı gösteren kendi konumuz belli olacaktır. Bu yüzden de Edward Said’in Filistinli çocuklarla beraber İsrail tarafına attığı taş ne ise, yüzlerce akademisyen, aydın ve entelektüel tarafından “devletin Kürt illerinde yaptığı suçlara ortak olmayacağız” beyanı olan bildiriye atılan her bir imza da tam anlamıyla odur!