Başta barış hareketi olmak üzere muhalif kesimlerin dertlerini ülke içinde ve dışında anlatmakta zorlanması, mevcut rejimin ‘melez’ niteliğinden kaynaklanıyor. Seçim günü büyük ölçüde adil geçen bir oy verme işlemi var; bu yönüyle demokratik sanılabilecek bir rejimden söz ediyoruz. Ancak devletin en hafif ihtimalle ihmali sonucunda muhalif partilerden birinin üç büyük terör saldırısına maruz kaldığı (5 Haziran 2015 Diyarbakır, 20 Temmuz 2015 Suruç ve 10 Ekim 2015 Ankara saldırıları), iki muhalefet partisinin (CHP ve HDP) seçimden önceki son üç hafta can korkusundan miting yapamadığı, seçim finansmanı ve medya gücünün tamamen iktidar partisi lehine kullanıldığı, basın özgürlüğü alanında dünyanın en baskıcı rejimleriyle yarışan bir rejime, dünyanın hiçbir yerinde demokrasi denmez. Siyaset bilimcilerin “rekabetçi otoriter” dediği, yani bazı demokratik usullere riayet edilen ama temel hak ve özgürlüklere yönelik ihlallerin demokratik işleyişi sakatladığı, iktidarı elinde tutan ekibin bu iktidarı kaybetmemek adına hukuku ayaklar altına aldığı bir rejimle karşı karşıyayız –bir başka deyişle, “diktatör” tartışmasına girmeden de bu rejimi eleştirmek mümkün.
Yolsuzlukların, hukuksuzlukların, sivillere yönelik şiddetin bu kadar ayan beyan yaşandığı bir ortamda nasıl olur da iktidar partisi toplumun önemli bir kesiminin onayını alabilir? Elbette ki yukarıda bahsedilen şiddet ve hukuksuzluk, tam da başka partilere sempati duyabilecek kesimleri korkutarak ya da yoğun propaganda yoluyla iktidara yöneltme amacını güdüyor. Tekrar etmeli: Muhalefet partilerinin can korkusundan miting yapamadığı, devlet televizyonunun sadece iktidar partisi lehine haber yapmayı kendine görev bildiği, özel sektöre ait olması gereken medyanın devlet zoruyla bir “havuz” yaratılarak finanse edildiği bir ülke demokrasi değildir!
Ancak bu kadarını söyleyip bırakmak da kolaycılık olacaktır. Her şeye rağmen AK Parti’ye oy yağdıran kitleler var. Bu kitlelerin rasyonalitesini sorgulamak, yapılacak en budalaca hatalardan biri olur. İnsanların AK Parti’ye oy vermek için, en az diğer partilerin seçmenleri kadar mantıklı nedenleri olabilir. Bu yazıda bahsetmek istediğim ise, yolsuz ve hukuksuz bir rejimi onaylamanın mantığı. Muhalif birçok kişi, yolsuzluk yapmanın, masumların canına kastetmenin, siyasi rakipleri hukuksuz yöntemlerle alt etmenin iktisadi, siyasi ve insani bir suç olduğunu, aklı ve vicdanı olan herkesin böyle suçlar işleyen kişi ve kurumlara sırt çevirmesi gerektiğini söylüyor. Doğru söze ne denir!
Ama siyasette işler böyle yürümüyor. Hukuksuz ve baskıcı bir rejimin eylemleri toplumdaki her bireyi ve topluluğu farklı şekillerde ve düzeyde etkiliyor. Bu eylemlerden olumsuz etkilenmeyeceğini varsayan kişiler, özellikle rejimin kendilerine kısa veya uzun vadeli çıkar sağlayacağını düşünüyorlarsa, bir de rejimin temsil etme iddiasında olduğu kültür ve kimlik siyasetiyle de uyumlu bir dünya görüşüne sahiplerse, siyasi ortama yolsuzluğu da, şiddeti de, hukuksuzluğu da ikinci planda bırakacak bir şekilde bakıyorlar. Evet, yolsuzluk herkesin cebinden para çıkmasına neden oluyor ama birçok insan bu kadar dolaylı ve soyut bir hırsızlığın kendilerini ciddi şekilde etkilemediğini düşünüyor. Evet, her iki taraftan eli silahlı gençler ve her yaştan siviller ölüyor ama Güneydoğu’daki bazı il ve ilçeler dışında insanların yüksek ölüm riski altında olduğu hiçbir yer yok, dolayısıyla diğer bölgelerde yaşayan insanlar başkalarının çocuklarının ölmesine soyut bir sorun olarak bakma lüksüne sahipler. Evet, zaten hep sorunlu olan adalet sistemi özellikle siyaseten önemli davalarda neredeyse tamamen “güçlü olan haklıdır” ilkesini benimser hale geldi ama siyasi mevzulara karışmayan yurttaş için bu, gündelik hayatı tehdit eden bir sorun olarak görülmeyebilir ve oy tercihini etkilemeyebilir.
Elbette ki insani, vicdani, hukuki kaygıların insanların siyasi tercihlerini etkilemediğini söylemek de abartılı olacaktır; ama siyaseti sadece bu kaygılar temelinde kurgulamak da, Türkiye’de çok acı şekilde tecrübe ettiğimiz üzere pek etkili olmuyor. Kitleler, kısa vadeli kâr-zarar ve risk analizleri yaparak mevcut rejime rıza üretirken, muhaliflerin hukukun üstünlüğü, şeffaflık, adalet gibi kavramları toplumsal bağlamından kopararak yüceltmesi, naif felsefi idealizmden öteye geçemiyor.
Peki sosyoekonomik seçkinlerin veya etnik, kültürel, dinsel çoğunlukların mevcut rejimin antidemokratik ve baskıcı niteliklerinden etkilenmediğini söylemek ne kadar gerçekçi? Elbette burada bir risk analizi devreye giriyor: Zaten egemen olan milliyetçilik anlayışıyla, devletin dayattığı dinsel-mezhepsel tercihlerle ve sosyal değerlerle sorun yaşamayan, ekonomik kriz beklentisi içinde olmayan, devletin olağanüstü hal rejimiyle yönettiği bir il, ilçe veya mahallede yaşamayan insanlar için rejimin türü ne olursa olsun devletle sorun yaşama riski görece düşüktür. Bu, demokrasilerden faşist rejimlere uzanan bir yelpazede doğrudur.
Ama hesap verebilirliği olmayan bir rejimin ne zaman cana ve mala zarar vereceği de belli olmaz. Böyle bir rejime destek vermek sadece ahlâki bir sorun değil, aynı zamanda riskli bir tercihtir de. Birkaç örnek verelim: (1) Gülen cemaatine yakın işyerlerine ve medyaya yapılan polis destekli “kayyum” operasyonları, ülkenin en ayrıcalıklı kesimi olan kapitalistlerin kutsadığı özel mülkiyet hakkının dahi sadece rejimle işbirliği koşuluyla korunduğunu göstermiyor mu? Siyasi bir hareketle özdeşleşmeyen bir işyerinin bir gecede kayyuma devredilmesi riski düşük ama olmayacak şey de değil –hele ki krizin kapıda olduğu ve yeni rant alanları yaratma fırsatının azaldığı bir dönemde. (2) Muhalifler tarafından “iktidar yalakası” olmakla suçlanmak pahasına rejime yakın duran ama en ufak bir hatasında üstü çizilen gazeteci ve yazarlar, artık sayılamayacak kadar çok. Bugün kendini AK Parti’nin filozof-kralı olarak görenler, rüzgâr biraz değişince işsiz kalacak, şüphesi olan var mı? (3) Yıllarca “laiklik/İslâmcılık” ekseninde sürdürülen dar siyaset sayesinde dinî cemaatlerle olumlu ilişkiler geliştirmiş olan AK Parti yönetiminin (tabii burada Baykal dönemi CHP’sinin dar görüşlülüğü affedilemez), iş iktidarı paylaşmaya geldiğinde bu grupları gözünü kırpmadan harcayabileceğini artık herkes bilmiyor mu?
Bu listeye yeni anayasa yapılabilmesi için 2007 senesini anayasa taslağı yazmakla geçiren, HSYK’nın demokratikleşmesi için 2010 referandumuna destek veren, çözüm sürecinin başarıya ulaşması için rejimle pazarlık yapan kişi ve grupları da eklersek, sanırım şunu söylemek yerinde olur: Rejimle işbirliği yaparak uzun vadede başarılı ve mutlu olmanın imkânı neredeyse yok gibi. Bugünün galiplerini yarın kendi arkadaşları müsadereyle, kovulmayla, aşağılanmayla, hatta hapishaneyle terbiye edecek.
Dahası, mevcut sistemin kendi işbirlikçilerini bu hızda öğütmesi, toplumun genelinde de kaygı yaratmalı. Başta Avrupa olmak üzere dünyanın her yerinde hesap veren devletin ortaya çıkışı, maliye ve savaş konularında yetkinin tek elde toplanmasını engellemek amacıyla olmuştur. Basitleştirirsek: Canını, malını/mülkünü ve evladını başkasının macerası uğruna harcatmamak, demokrasi talebinin temelidir. Türkiye’de bugün yasamanın aşağı yukarı işlevsiz kalmış olması, yürütmede sorumluluğun kime ait olduğunun bilinmemesi, yargının büyük ölçüde yürütmenin güdümüne girmesi, bunun yanında dördüncü kuvvet sayılan medyanın bir kısmının sadece ideolojik olarak değil organik olarak da rejime bağlanması, tüm yurttaşları etkileyen kararların kimseye hesap vermeyen küçük bir klik tarafından verilmesi sonucunu doğuruyor. Ekonomik rantın devlet gözetiminde dağıtıldığı, iş kazalarının ekonomik gelişmenin normal bir sonucu sayıldığı, iç çatışmanın tırmandığı, dış politika tercihlerinin sonucu olarak yurtdışına asker gönderme ihtimalinin de giderek arttığı bir ortamda herkes kaygılanmalı.
Muhaliflerin önündeki zor görev, kısa vadede yok sayılan bu riskleri herkese anlatmak. Şu andaki siyasi sistemin tek mağduru Kürtler, Aleviler, solcular, akademisyenler, özel yaşama karışılmamasını isteyenler, AK Parti’yle ters düşen eski destekçiler, yani hepsini toplayınca bile azınlıkta kalan kitleler olmayacak. Askerlik görevi yapanlar, işçiler (ve kimbilir, bazı işverenler), kadınlar, borç alanlar, borç verenler, hatta şu anda rejimi övmek için yarışan yandaşlar... Bir dış politika savrulmasının, cumhurbaşkanının tek bir açıklamasının, Merkez Bankası’na yapılacak bir müdahalenin ardından canına, malına veya özgürlüğüne zeval gelebilecek, üstelik kendi sesini ne mahkemede ne mecliste duyuramayacak milyonlar, hukuksuz bir yarı-otoriter rejimi desteklemenin risklerini tartışmaya başlamalı.