Temel kaygının görmezden gelinmesiyle karşılanması arasındaki farklılık, burnunuzun suyun altında ya da üstünde kalması kadar önemlidir.[1]
Roger Fisher ve Daniel Shapiro, -oldukça soğuk bir başlığa sahip olsa da- İkna Teknikleri kitabında, müzakere içeren her görüşmede tüm taraflar için geçerli olan ve müzakerenin sağlıklı yürümesi için kilit önemdeki temel kaygılara odaklanmaya işaret ediyor. Fisher ve Shapiro bu kaygıları “takdir, birliktelik, özerklik, statü ve rol” şeklinde özetliyor ve bu kaygıların tatmin edilmemesi durumunda duyguların devreye girip düşmanca bir tutuma yol açabileceğinden söz ediyor.[2] Améry'nin “öç alma duygusu” olarak tanımlanabilecek “Hınç”[3] isimli denemesi de aynı bakışla temel kaygıların karşılanmadığı yorumuna götürebilir bizi. Tabii mesele bu kadar basit değil. Zaten Améry de “hınç” derken bir intikam ya da kefaretin söz konusu olamayacağını her fırsatta dile getiriyor. Ve hınç duygusunu hastalıklı bir durum olarak gören “ahlâkçı” anlayışı da eleştiriyor.
Améry'nin denemesi, hayatının önemli bir bölümü toplama kamplarında işkenceyle geçen bir Yahudi olarak (kimliğiyle ilişkisini ayrımcılık duygusu üzerinden kurduğunu “Yahudi Olmanın Zorunluluğu ve İmkansızlığı” bölümünde ayrıca anlatıyor) geçmişte yaşadığı mağduriyetle baş etme çabasını, hissiyatını ve ihtiyaçlarını anlatıyor. Geçmişle hesaplaşma kavramını anmaksızın, mağduriyetin giderilmesi yönünde benimsenebilecek onarıcı adalet yaklaşımına dair “gerçek”liğini hissettiren bir çerçeve sunuyor. Bu çerçeveyi tartışmak bakımından söz konusu yaklaşımda öne çıkan vurguları hatırlamakta fayda var.
Onarıcı adalet kavramının ortaya çıkışında, ceza adalet sisteminin iki konudaki “başarısızlığının” yattığını söylemek mümkündür. Birincisi, ceza uygulamasının faillerin davranışını değiştirmesini sağlamadığı ve yeniden suç işlemesini önleyemediğinin anlaşılmasıdır. İkincisi ise mevcut ceza adalet sisteminin mağdurun ihtiyaç ve taleplerini dikkate almaması ve birçok bakımdan mağduru bir kez daha mağdur etmesidir. Onarıcı adalet anlayışı bu iki eleştiri temelinde şekillenir ve suça verilen tepkinin belirlenmesi sürecinde suçun tüm paydaşlarının (mağdur, fail ve toplum) katılımı hedeflenir; çünkü suç sadece hukuk düzenini ihlal eden ve mağdur ile fail arasına hapsedilecek bir eylem değil, kişisel ve toplumsal ilişkileri zedeleyen ve toplumsal düzeyde sonuçları olan bir olgudur.[4] Bu noktada failin katılımının sağlanması için olmazsa olmaz “suçun sorumluluğunu üstlenme”sidir, aksi halde mağdurun sürekli bir inkârla karşı karşıya kalması, bu durumun da mağduriyetini derinleştirmesi kaçınılmazdır. Suçtan etkilenenlerin katılımı sağlandıktan sonra gelinen ikinci aşama ise suçun olumsuz etkilerinin, bir başka deyişle failin eylemi nedeniyle oluşan zararın giderilmesidir.
Améry “varsayımsal adalet” kavramıyla tam da mevcut ceza adalet sisteminden tatmin olmadığını şöyle anlatıyor: “Şerefli Almanlar adalet davasını bizim adımıza yürüttüler, hem de bizim başarabileceğimizden daha iyi, daha ısrarlı ve daha akılcı bir biçimde. Ama bu özgül tarihsel vakada zaten ancak varsayımsal olabilecek bir adalet beni hiç ilgilendirmiyor.”[5]
Denemeye hakim olan “hınç” duygusu ise toplumsal ilişkilerin bozulduğunun açık bir itirafı. Améry, bu duygunun -hak ihlaline uğramış kişide- geleceğe bakmaya engel olduğunu ve “geçmişe dönüp olmuş olanın feshi” talebini beraberinde getirdiğini söylüyor: “Hınç, gerçek insani boyuta, yani geleceğe çıkışın önünü kesiyor. Hıncın tutsağı olan kişide zaman duygusunun çarpılmış, ya da isterseniz, kaymış olduğunu biliyorum, çünkü bu duygu iki farklı imkânsızı talep ediyor: geçmişe dönmeyi ve olmuş olanın feshedilmesini.”[6]
“Olmuş olanın feshi”, karşılığını onarıcı adalet yaklaşımındaki mağdur odaklılıkta bulabilir. Gerçekleşmesi elbette fiziksel olarak mümkün olmayan bu talep, mağdurun hak ihlaline uğramadan önceki, “eski” haline dönüş isteğinin bir ifadesidir. Onarıcı adalette de hedeflenen failin eylemi nedeniyle oluşan zararın giderilmesi, maddi-manevi olumsuz etkilerin ortadan kaldırılmasıdır.
Onarıcı adalet yaklaşımında öngörülen “bozulan toplumsal ilişkilerin düzeltilmesi” konusunda ise yaygın bir yanlış anlaşılmadan söz edilebilir. Hatalı olarak tarafların “öpüşüp barışması”na, “affetmeye” indirgenen bu anlayışa göre, affetmek ya da barışmak istenen bir sonuç olsa da zorunluluk ya da hedef değildir. Bunun yerine hedeflenen mağdurun kendini ifade etmesi ve isteklerini dile getirme yoluyla bir tür güçlendirilmesidir.
Améry’nin söz konusu denemeyi, Almanya’nın henüz tam anlamıyla geçmişiyle yüzleşmediği 1966’da yazdığını da hesaba katarsak, o dönemde bağışlama ve unutma yönünde bir telkinin sürdüğünü ve Améry’nin de buna ciddi biçimde itiraz ettiğini görüyoruz:
“Başıma gelenler üzerinde düşünerek geçirdiğim yirmi yıl içinde, toplumsal bir baskı sonucu ortaya çıkan bağışlamanın ve unutmanın ahlakdışı olduğunu anladığıma inanıyorum. (...) Zamanın getirdiği biyolojik şifayı kabullenmemek de insanın hakkı ve ayrıcalığıdır. Olan oldu. Bu cümle doğru olduğu kadar, ahlaka ve akla düşmandır aynı zamanda.”[7]
Améry, gelecek vurgusunun bu anlamda “unutma” yönünde yapılan üstü örtük baskının bir parçası olduğu görüşünde. “Hoşgörü” vurgusu da benzer şekilde sorunlu Améry’ye göre; çünkü belli ki bir “hoşgörü cephesi” oluşmuş durumda ve geçmişle ilgili olarak hâlâ kin tutmak “aşırı inatçı bir nefret” olarak yaftalanıyor. Tazmin edici adalet (Restitutionary Justice) bakımından Almanya’nın tazminat ödemesi de Améry için pek bir şey ifade etmiyor: “Alman halkı Yahudi halkına kin beslemiyormuş; kanıt olarak Alman hükümetinin cömert tazminat politikasını gösteriyordu, ki zaten genç İsrail devleti de bunun kıymetini takdir ediyormuş. Adamın bu pişkin rahatlığı karşısında kendimi sefil gibi hissetmişim.”
Améry, Almanya’nın tüm olanlardan sonra devlet olarak yükselmesi ve bir “Avrupalı” olarak kendine saygın bir yer edinmesini de eleştiriyor. Burada, geçmişiyle yüzleşmemiş bir ülkenin uluslararası planda itibar kazanmasında, Almanya’nın yaptıklarının diğer devletlerce de bir tür onayı ya da önemsiz, dikkate alınmayacak bir ayrıntı gibi görüldüğü yorumunu çıkarmak mümkün: “Bir parya olan Almanya önce uluslar topluluğuna kabul edildi, ardından kendisine kur yapılmaya başladı ve en nihayetinde güçler oyununun, yansız bir bakışla hesaba katılması gereken bir unsuru haline geldi.”[8]
Kötülüğün sahiplenilmesi
Améry öncelikle kolektif suçu “suç oluşturan bireysel davranışların nesnel olarak gerçekleşmiş toplamı” olarak tanımlıyor. Buna bağlı olarak, 20 yaşında bir üniversite öğrencisini babalarının ve büyükbabalarının eylemlerinden sorumlu tutamayacağını anlatıyor. Ancak bunun için bir şartı var. Genç bir Alman’dan alıntıladığı şu sözler nedeniyle: “... sonuçta babalarımızın 6 milyon Yahudi’yi öldürmüş olduğunu tekrar tekrar işitmekten bıktık usandık. Acaba Amerikalılar attıkları bombalarla kaç milyon masum kadın ve çocuğu öldürdüler?”
Acıları kıyaslama üzerinden geliştirilen “kim daha az cani yarışı” ve yaşanan acıları olağanlaştırma Améry’yi isyan ettiriyor. Gençlere yönelik hassasiyet dolu yaklaşımı karşısında söz konusu genç yazar gibi “pervasız bir tavırla hak iddia etmemelerini” beklediğini söylüyor.
Améry’nin açık açık dile getirdiği istek, Hitler ve yaptıklarının Alman tarihinin ve Alman geleneğinin bir parçası olarak tanınması. Ve yüzleşme olarak tanımlamasa da “çatışmanın dışsallaştırılması ve güncelleştirilmesi” olarak dile getirdiği hesaplaşma sürecinin yaşanması: “Eğer hem alt edilmişlerin hem de alt edenlerin, kökten bir karşıtlık içinde de olsa, ortak olmayı sürdüren geçmişlerinin üstesinden gelebilmeleri isteniyorsa, kurbanlar ve kasaplar arasındaki çözümlenmemiş çatışmanın dışsallaştırılması ve güncelleştirilmesi zorunludur.”[9]
Améry bunu, kötülüğün sahiplenilmesi yoluyla tarihe ahlâk kazandırma olarak yorumluyor. Zamanı tersine döndürme isteğinin böylece tarihsel planda gerçekleşeceğini düşünüyor. Hatta bu talebin Alman halkından gelmesi Améry’e göre çok daha kıymetli; çünkü ancak o zaman “bir zamanlar gücü yetmediği ya da irade göstermediği için başaramadığı, daha sonraysa politik güç oyunları içinde hayati bir ihtiyaç olarak hissetmediği şeyi başarırdı: utancı silmek.”[10]
Améry son olarak Molo’ya atıfla hamurlaştırma metaforu kullanıyor: “Sadece kitapların değil, 12 yıl içinde gerçekleştirilmiş her şeyin Alman halkı tarafından ruhsal bir hamurlaştırma işlemine tabi tutulması, reddin reddi olurdu. (...) Hınç ancak böyle bir edim sayesinde öznel açıdan huzura kavuşur ve nesnel olarak gereksizleşirdi.”[11]
Burada Améry’nin kastettiği, 1933-1945 yılları arasında üretilen iyi ya da kötü her şeyin, o dönemin zihin ve duygu dünyasını temsil ettiği, bu yüzden de onların varlığını sürdürmesinin dahi mağduriyeti derinleştiren bir tarafı olduğu. Bu yanıyla zamanı tersine döndürme ihtiyacının tamamlayıcı unsuru olarak da değerlendirilebilir.
“Benim İçin Yahudi Olmak”
Améry, “Yahudi Olmanın Zorunluluğu ve İmkansızlığı” bölümünde haysiyet ve hayat hakkı arasında bir ilişki kuruyor, dolayısıyla haysiyetsizleştirme ve ölüm tehdidi arasında da. “Benim için Yahudi olmak,” diye başladığı cümlelerde bu duyguyu şöyle tanımlamaya çalışıyor:
• “… dünün trajedisini içsel bir baskı gibi hissetmek demektir” (s. 125).
• “… dün yaşanmış ve yarın yaşanmayacağını kesin bir biçimde söyleyemeyeceğimiz Felaketi içimde taşıma görevinin ötesinde, bir korkudur aynı zamanda” (s. 126).
• “Müspet tanımı olmayan Yahudi, dünyaya güvenmeden yaşama ayak uydurmak zorunda” (s. 126).
• “… la population dün beni saklamaktan ölesiye korkuyordu ve yarın kapısını çaldığımda, daha büyük bir cesaret gösterebileceği de maalesef şüphelidir” (s. 127).
• “Dünyaya güven duymayan bir Yahudi olarak, çevreme karşı yabancı ve yalnız duruyorum ve tek yapabildiğim bu yabancılığımla yaşamaya alışmak” (s. 127).
Yalnızlık, tedirginlik, endişe, geleceğe dair güvensizlik, korku, çaresizlik, yabancı hissetme ve tüm bu duyguları çepeçevre saran bir öfke… “Varoluşumun dengesini toplum bozdu,” diye haykırıyor Améry, “kayıtsızlığınızın sizleri ve beni her an yeniden nerelere sürükleyebileceğini bilmek istemiyor musunuz?” diye soruyor: “Yaşananlar sizi hiç ilgilendirmiyor, çünkü bilmiyordunuz ya da çok gençtiniz ya da henüz bu dünyaya bile gelmemiştiniz, öyle mi? Görmek zorundaydınız; gençliğiniz size imtiyaz sağlamaz; babalarınızla bağlarınızı koparın.”[12]
Améry, her ne kadar gençleri babalarının eyleminden sorumlu tutmayacağını söylese de yarın yaşanması muhtemel başka bir felaket konusunda duyduğu güvensizlik ve endişe o kadar büyük ki, kayıtsız kalmak ya da susmak da bir tür suç ortaklığı ona göre. Bu yüzden “Babalarınızla bağlarınızı koparın,” diyor. Bunun anlamı, bir yanıyla söz istemek gibi; bir daha asla böyle bir felaketin yaşanmasına izin vermeyeceğinize, babalarınız gibi olmayacağınıza…
Lafta kalmayan bir anlayış
Améry’nin kitabının yayımlandığı dönemde Almanya’da geçmişle hesaplaşma bağlamında pek yol katedildiği söylenemez. 1958 itibarıyla bir dizi ceza davası açılsa da Alman Parlamentosu’nda ilk anma töreninin düzenlenmesi 1970’i buluyor. Törende dönemin Başbakanı Willy Brandt, şunları söylüyor: “Bir halk tarihine serinkanlılıkla bakabilmelidir. Zira sadece olup bitenleri hatırlayanlar, bugünü kavrayabilirler ve geleceği öngörebilirler. Bu, özellikle genç kuşaklar için geçerlidir. Hiç kimse miras aldığı tarihten azade değildir.”[13]
Meselenin tam olarak Améry’nin istediği zemine çekilmesi için ise 35 yıl daha beklemek gerekiyor. 2005’te, dönemin Başbakanı Schröder, Améry’nin isteğine uygun şekilde “Hitler ve yaptıklarının Alman tarihinin ve Alman geleneğinin bir parçası olarak tanındığını” şu sözlerle ifade ediyor: “Savaşa ve Nazi döneminde işlenen soykırıma dair hatıralar, bizim yaşayan anayasamızın bir parçası olmuştur. Bazıları için bu parçayı taşımak zor olabilir. Fakat bu, söz konusu hatırlamanın ulusal kimliğimize dahil olduğu gerçeğini değiştirmez.”[14]
Bu sözlerin, devletin en üst makamındaki temsilciler tarafından dile getirilmesinin “sorumluluğu üstlenme” bağlamında onarıcılığı elbette var. Fakat daha da önemli olan, “kuru bir özür”ün çok ötesinde anlam ifade eden bu sözlerin politik fayda uğruna sarf edilmemiş, dolayısıyla mağdurları bir kez daha mağdur etmemiş olması. Bunun için de mağduriyetlerin tanınması, mağdurlara kamusal alanda söz hakkı verilmesi ve temel kaygılarının giderilmesinin önemsendiğini görüyoruz. Améry de aslında söz hakkı tanınan mağdurlardan biri ve 1966 gibi görece “erken” bir tarihte bu kitabı yazmış olmasının, Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesi sürecine sunduğu katkı yadsınamaz.
[1] Roger Fisher ve Daniel Shapiro, İkna Teknikleri: Duygularla “Mantık Ötesi”, Sistem Yayıncılık, 2013.
[2] A.g.e.. s. 27.
[3] Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, Metis Yayınları, 2015.
[4] Ekrem Çetintürk, Onarıcı Adalet, HD Yayıncılık, 2008.
[5] Améry, a.g.e., s. 89.
[6] A.g.e., s. 95.
[7] A.g.e., s. 98.
[8] A.g.e., s. 92.
[9] A.g.e., s. 105.
[10] A.g.e., s. 106.
[11] A.g.e., s. 107.
[12] A.g.e., s. 128.
[13] Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları, 2014, s. 187.
[14] A.g.e., s. 188.