Birleşmiş Milletler Antlaşması, BM’nin en temel vazifesinin uluslararası barış ve güvenliğin korunması olduğunu söyler. Bu amaca ulaşmak için en fazla kullanılan yollardan biri de, Antlaşma’da doğrudan düzenlenmiş olmamasına rağmen Barış Güçleri’dir. BM Barış Güçleri, çatışma bölgelerinde barış ve güvenliği sağlama, sivilleri koruma, silahsızlandırma, seçimlerin güvenliğini temin etme, insan haklarını koruma ve hukukun üstünlüğünü tesis etme amaçlarıyla oluşturulabilir.
Ancak Barış Gücü uygulamasında olduğu gibi asker kullanmanın, barışa ulaşmanın temel yöntemi olarak kabul edilmesi bile, barışın gerçek bir hedef olarak BM’nin önünde durduğundan şüphe duymak için yeterli. Nitekim Barış Gücü misyonlarında görevli azımsanmayacak sayıda personelin, gönderildikleri hassas bölgelerde, mevcut çatışmalar nedeniyle zaten pek çok ihlale maruz kalmış olan sivillere karşı işledikleri suçlar da bu şüpheyi güçlendiriyor. Sadece cinsel istismar ve sömürü suçu özelinde bakıldığında bile iç karartıcı bir tabloyla karşılaşılmakta. Zira 2016’nın ilk üç ayında, BM Barış Güçleri’ne mensup personel tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen cinsel istismar vakalarının sayısı 25’e ulaştı. 2015 içinse, Barış Gücü personeline yöneltilen 69 cinsel istismar ve sömürü iddiası mevcut.
Önceki yıllarla karşılaştırıldığında önemli bir artışa işaret eden bu sayılar, Birleşmiş Milletler’i harekete geçirdi. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, halihazırda dünyanın pek çok çatışmalı bölgesinde görev yapmakta olan toplam 16 Barış Gücü misyonuna yönelik, 2015 boyunca öne sürülen cinsel istismar ve sömürü iddialarına ilişkin bir rapor hazırlamış ve Güvenlik Konseyi’ne sunmuştu. 15 üyeli Güvenlik Konseyi’nin 11 Mart’ta, Mısır’ın çekimser kalmasına rağmen 14 olumlu oyla kabul ettiği 2272 Sayılı Karar, bu konuda alınan ilk karar olması bakımından önemli. Kararla, “bir birliğin yaygın ve sistematik cinsel istismar ve sömürü gerçekleştirdiğine dair inandırıcı delil varsa, o askerî birliğin ya da askerî birlik içinde oluşturulmuş polis birliğinin ülkesine geri gönderilmesi” öngörülüyor. Ayrıca “suç işlediği iddia edilen birliği gönderen ülke, iddiaların incelenmesi için gerekli adımları atmıyorsa ve/veya failler sorumlu tutulmuyorsa ve/veya soruşturma süreci ve atılan adımlar hakkında Genel Sekreter’e bilgi vermekten kaçınılıyorsa, Genel Sekreter’in suç işlediği iddia edilen birliğin gönderildiği ülkeden gelen tüm birlikleri geri göndereceği” kabul ediliyor. Bu kararın ardından mart sonunda, iddiaların yoğunlaştığı Orta Afrika Cumhuriyeti’nde inceleme yapmak üzere bir BM araştırma ekibi bölgeye gönderildi. Ekip halihazırda incelemelerini sürdürüyor ve ne yazık ki kendilerine yeni iddialar bildirilmeye devam ediyor.
BM’nin tüm dünyadaki 16 Barış Gücü misyonunun 9’u Afrika ülkelerinde görev yapmakta. Cinsel istismar ve sömürü mağdurlarının büyük bölümü de mânidar biçimde modern dönem boyunca sömürüye maruz kalmış olan 4 Afrika ülkesinde bulunuyor: Orta Afrika, Demokratik Kongo, Fildişi Sahili ve Mali. Bu ülkelerde bulunan BM birliklerinden bazıları geri çekilmeye ve ülkeleri tarafından haklarında soruşturmalar yürütülmeye başladı. Ban Ki-moon, BM’nin attığı adımlarla bu konuda artık daha güçlü hesap verilebilirlik mekanizmalarına sahip olduklarını söylüyor.
Ancak mevcut koşullarda Genel Sekreter’in temennisinin, açık hukuki dayanaklardan uzak olduğunu söylemek gerek. Barış Gücü misyonlarının tamamında, sivillerin yanı sıra 106 bin asker ve polis hizmet veriyor ama bu personelin suç teşkil eden eylemlerinden hukuken kimin sorumlu olduğuna dair bir belirsizlik var.[1] Bu durum Srebrenitsa Katliamı’na göz yummakla suçlanan Hollandalı Barış Gücü askerlerine karşı, Srebrenitsa mağdurları tarafından Hollanda ulusal mahkemesinde açılan davada açıkça ortaya çıkmıştı. Hollanda ulusal mahkemesi 2014’te verdiği kararla, 1995’te gerçekleşen katliam sırasında BM Barış Gücü’nde görevli Hollanda taburunun, BM kampına sığınan 300 sivil Boşnak’ı Sırp askerlere teslim etmesinden “birlikleri aktif olarak koordine eden” Hollanda hükümetini sorumlu tutmuştu. Böylelikle ilk kez bir hükümet, Birleşmiş Milletler himayesindeki bir Barış Gücü operasyonu çerçevesinde gerçekleştirilen faaliyetlerden sorumlu tutulmuştu. Ancak karar hem Hollanda’da, hem de uluslararası alanda tartışmalara neden oldu ve bu doğrultuda bir içtihat oluşmasını sağlayamadı.
BM Barış Güçleri aslında küreselleşmenin, yurttaş-ordularda başlattığı bir dönüşüme işaret etmekte. Zira bu misyonlarda yer alan askerler, bu görev esnasında doğrudan yurttaşı oldukları devletlere hizmet etmiyorlar, “vatan savunması” yapmıyorlar. Barış Gücü askerlerinin “evrensel barış”a ve “uluslararası barış ve güvenliğin korunması” amacına hizmet ettiği varsayılıyor. Bu nedenle yurttaş-orduların mensuplarının sahip olduğundan farklı bir aidiyet bağına ihtiyaçları var. Ancak küresel siyasetin karar alıcıları tarafından, dönüşen orduların ihtiyacına cevap verecek şekilde, jeokültürel olarak yeni bir aidiyet bağı henüz oluşturulabilmiş değil. Yani günümüzün muktedirleri, henüz Napolyon’un ulusal ordusu için oluşturduğu yurttaş-asker söylemine benzer bir söylem üretmiş ve kabul ettirebilmiş değiller. Bu yüzden Barış Gücü askerlerinin suç işlemesini engelleyecek hukuki düzenlemelerin eksikliğinin yanı sıra, onları bu suçlardan geri durduracak bir “ilke”nin olmadığını söylemek de mümkün. Bu da çatışma bölgelerindeki siviller açısından belki de yurttaş-ordulardan daha büyük bir tehlikeye neden oluyor. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler’in “barış” amacını gerçekleştirmek için Barış Gücü’nden daha “barışçıl” yollara ihtiyacı olduğu kesin.
[1] Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Erdem Denk (2015), Uluslararası Örgütler Hukuku Birleşmiş Milletler Sistemi, Ankara, Siyasal Kitabevi, s. 304-310.