2014’ün eleştirel teori için uğursuz bir yıl olduğu kesin. Stuart Hall’un ardından, 13 Nisan Pazar günü, Arjantinli siyaset teorisyeni Ernesto Laclau’yu da kaybettik. Laclau, Essex Söylem Analizi Okulu’nun kurucularından olup, siyasal öznellikler ve ideolojiler, popülizm ve radikal demokrasi kuramları üzerine, birisi önümüzdeki Mayıs’ta yayımlanmak üzere, sekiz kitap ve sol çevrelerdeki tartışmalara yön vermiş birçok teorik-politik tartışma ve polemik bırakarak aramızdan ayrıldı. Bir Laclau-ist olmasam da, bu yazıdaki amacım kişisel tanışıklığım da olmuş radikal siyaset kuramının bu önemli ismine kişisel anekdotlarla ve siyasal düşüncesinin köşe taşlarını vurgulayarak veda etmek; Laclau düşüncesinin kapsamlı bir analizini ve eleştirisini yapmak değil.
Ernesto Laclau’nun adını ilk kez Zeynep Gambetti Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin çetrefilliğiyle meşhur üçüncü bölümünü İdeoloji ve Söylem dersinde okuma parçası olarak verince duymuştum. Hegemonya kavramının post-yapısalcı kuramlar çerçevesinde yeniden tanımlandığı bu metni o zaman cebelleşerek okurken, Laclau ile iki yıl sonra Northwestern Üniversitesi’ne doktora yapmak için gittiğimde karşılaşacağımı bilmiyordum. 2004’ten beri Northwestern’da her yıl bir dönem misafir akademisyen olarak bulunan Laclau, ben başladığımda Popülist Akıl Üzerine adlı kitabını bitireli bir yıl olmuş, siyasalın ontolojisi ve retoriğin toplumsalı kurucu rolü üzerine çalışmalarına devam ediyordu (Mayıs ayında çıkacak Rhetorical Foundations of Society (Toplumun Retorik Temelleri) kitabı bu çalışmalarının meyvesi). 2006 sonbaharında Siyasal Öznellikler adıyla açtığı dersini Fransa menşeli post-temelci siyasal felsefe (ya da siyasal felsefesinin eleştirisi) tartışmaları üzerine kurmuştu. Normalde pek girişken olan Amerikalı doktora öğrencilerinin çıt çıkarmadığı bu ders ile karşılaştırmalı siyaset bilimi dersleri arasında gidip gelirken ufak çaplı bir varoluşsal kriz yaşadığımı hatırlıyorum. Ne de olsa siyaset bilimciler, ekonomizmin dibine vurarak aktörlerin siyasal davranışlarını kuramsallaştırmaya çalışsa da, ders siyasal öznelliklerin ve toplumsalın radikal olumsallığından bahsediyordu.
Kapısı öğrencilerine açık olan hocalardandı. Kapının üzerine zaman zaman son dakikada işinin çıktığını ifade eden post-itler bıraksa da (bir defasında Wolfgang adlı bir öğrencisini bu şekilde üç kere arka arkaya ektiğine şahit olmuştuk) Amerikan akademisinin son derece profesyonelleşmiş koridorlarında bunlar bizler için hep tatlı bir sohbete delaletti. Kuramsal polemiklerindeki müdanasız ve iğneleyici dilinin aksine ve tartışmasız akademik ününe rağmen öğrencilerle ilişkilerinde son derece mütevazıydı. Bazı Amerikalı arkadaşlarım gibi kendisine Ernesto diyecek kadar rahatlayamasam da, ofisini ziyaret ettiğim birkaç seferde hep keyifli sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Bu muhabbetleri keyifli kılan şeylerden biri Laclau’nun engin bilgisiyle çeşitli yerlerdeki toplumsal mücadelelerden verdiği matrak bir dille anlattığı anekdotlardı. Örneğin, tekil mücadeleler ile hegemonik artikülasyon arasındaki ilişkiyi anlatmak için sıkça başvurduğu örneklerden biri İtalyan feministlerin 1970’lerde Milano sokaklarında ‘ditto ditto ditto orgazmo garantito’ (parmak parmak orgazm garanti) sloganları atarak komünist erkek işçileri nasıl şoke ettiğiydi. Laclau’ya göre İtalyan Komünist Partisi’nin savaş yıllarından itibaren kurduğu hegemonik söylem bu yeni talepleri soğurmakta zorlanmış, kurduğu eşdeğerlilik zinciri çatırdamaya başlamıştı.
Laclau’nun siyasi düşüncesi 1968’te Eric Hobsbawm’ın desteğiyle İngiltere’ye gidene kadar yaşadığı Arjantin bağlamı ve ‘68’ sonrası Avrupa’nın toplumsal-siyasal ortamı tarafından şekillendi. Peron, Arjantin işçi sınıfının ve taşrasının desteğiyle iktidara geldiğinde Laclau 10 yaşındaydı. 1955’te darbeyle iktidardan indirilip sürgüne gönderildiğinde, orta sınıf merkez partisi Radikal Parti’yi destekleyen birçok liberal orta sınıf mensubu genç gibi Laclau da darbeyi destekledi. Daha sonra, Küba Devrimiyle radikalleşen Arjantin öğrenci hareketinin içinde mücadeleye başladı. Ulusal Sol’un Sosyalist Partisi adlı partide görev aldı. Darbeden sonraki on beş yıl içerisinde Arjantin’deki mücadeleler radikalleşse de sosyalistlerin ve komünistlerin beklentilerinin aksine Peron ve Peronizm Arjantin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasından hiçbir şey kaybetmemişti. Aksine vücudu dışarıda, ismi ise her yerde olan Peron mite dönüşürken söylemsel kapsayıcılığını da gitgide arttırıyordu. Sadece sendikal hareket ve taşraya hükmeden parti aygıtları değil, 1960’ların sonuna doğru sosyalist orta sınıf gençliğe dayalı Montenoralar gibi gerilla hareketleri ve Buenos Aires’te prekarya emeğin mekânları olan gecekondu mahalleleri de mücadelelerini Peronizmle ilişkilendirmeye başlamıştı. Laclau için Peronizmin bu siyasal meydan okuması yanlış bilinç teorileriyle açıklanmayacak daha temel bir meselenin dışavurumuydu. Peronizm, heterojen bir toplumsal formasyonda farklı siyasal ve toplumsal taleplerin, siyasal söylem yoluyla kendi tikelliklerini aşarak birbirlerine nasıl eklemlenebileceklerini ve toplumu tahakküm edenler ve edilenler olarak ikiye bölebileceğini gösteriyordu. Popülizm, bu yüzden Arjantin ve Latin Amerika bağlamını aşan, farklı öznelliklerin ve taleplerin kendilerini yeni toplumsal hareketlerle ifade ettiği Avrupa ve ABD bağlamları ve Üçüncü Dünya anti-kolonyal hareketleri için de kuramsal öneme sahipti. Laclau, 1970’lerden itibaren çalışmalarıyla Marksizm içindeki ekonomizm, siyasetin özerkliği, özcülük tartışmalarına müdahil oldu. Dolayısıyla 1970’lerden 2000’lere, Ernesto Laclau’nun siyasal düşüncesinin merkezinde toplumsal heterojenliğin sosyalizm için teşkil ettiği teorik-pratik sorun vardı diyebiliriz. 2009 yılında Arda Güçler ileBirikim’in 255. sayısı için yaptığımız söyleşide bunu şöyle ifade etmişti:
Klasik Marksizm, toplumun gittikçe homojenleşeceğine dair bir teoriydi. Marksizmin en temel sosyolojik varsayımlarından biri, kapitalist sistemde toplumsal yapının basitleşmesiydi. Kapitalist gelişmenin genel geçer yasalarına göre orta sınıflar ve köylüler tedrici olarak yok olacak ve proleterleşmeyedoğru olan genel eğilimin son kertesinde vuku bulacak tarihteki son çatışma burjuvazi ile geniş proleter kitleler arasındaki bir hesaplaşma olacaktı. Bugün tarihin bu şekilde gelişmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz; toplumsal marjinalizasyonun git gide arttığı post-Fordist dönemde, toplumsal çatışmaların ve toplumsal kimliklerin yükselen heterojen karakterlerinin ve dolayısıyla siyasal artikulasyona olan ihtiyacın ön plana çıktığını görüyoruz. Klasik sosyalist siyaset özellikle işçi sınıfın etrafında yoğunlaşıyordu. Mesela Kautsky’e göre “Biz, ezilmiş insanları değil yalnızca işçi sınıfını temsil eden bir partiyiz çünkü işçi sınıfı insanlığın geleceğidir; dolaysıyla yapmamız gereken şey işçileri savunmak ve geriye kalanın kapitalist kalkınma yoluyla halledilmesini beklemektir. Eninde sonunda işçilerin yanında saf tutarak toplumun çoğunluğunun yanında saf tutmuş olacağız.” Fakat aksine, sosyalist hareketlerin tüm tarihi, her türlü indirgemeciliğe karşı çıkan heterojen bir artikülasyonun git gide daha merkeze oturduğu bir tarih halini aldı. Bundan dolayı “hegemonya” gibi kategoriler sosyalist siyasette ön plana çıktı.
Laclau için hegemonyanın ön plana çıkması, özgürleştirici öznenin toplumsal yapıda verili olarak bulunmadığını, ancak siyasal eylem ve söylemin farklı talepleri birbirine teyellemesiyle ortaya çıkan, tarihsel olarak olumsal bir kolektif irade olduğunu imler. Buna göre Latin Amerika’da sol popülist hareketlerin kısmi de olsa başarıp, sosyalist hareketlerin saf sınıf siyaseti yaptığı için başaramadığı bu iradenin inşasıdır. Bu noktada bir parantez açıp Laclau’nun Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de olduğu gibiPopülist Akıl Üzerine kitabında da sınıf siyasetini sadece endüstriyel işçi sınıfı öznelliği üzerinden tanımlamakta ısrar edip, sınıfı yeniden tanımlama girişimlerini kavramlara duygusal olarak bağlanıp yufka yüreklilik olarak nitelediğini ekleyeyim. Başkalarının da belirttiği gibi sınıfı yeniden düşünmeye karşı direncinin onun kuramlarının anti-kapitalist siyaseti yeniden düşünmek açısından sınırlı kıldığını düşünüyorum, aynı Latin Amerika’da sol popülizmin pratikte yetersiz kaldığı gibi.
Laclau için bu siyasal inşa faaliyeti siyasete içkin ontolojik bir zorunluluk olduğu kadar onun özgürlükle ilişkisini kuran bir unsurdu da. Bu ilişkinin Laclau’nun düşüncesinde iki şekilde tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Birincisi, siyaset, toplumsal yapıların, çelişkilerin ve öznelliklerin dışavurumu olmayıp, toplumsal belirlenimi kıran, yeni ilişkileri, kimlikleri ve düzenleri mümkün kılan dönüştürücü aktivite olarak özgürleşme alanıdır. Hegemonik artikülasyonun verili kimlik ve çıkarların birbiriyle ittifak yapması değil, birbirini dönüştürerek eklenmesi olarak tanımlaması bunun ifadesidir. Laclau’ya göre post-temelci ontolojinin açtığı özgürlük imkanı öznelliklere içkin olan bu değişme ihtimalindedir. Hegemonik siyasetin radikal demokratik potansiyellerinden biri de burada yatmaktadır.
İkincisi, Laclau’nun teorisinin sosyal heterojenliği olumlayan yönü daha önce birçok kez vurgulandığı gibi bir toplumsal antagonizmanın ya da tahakküm biçiminin diğerlerini ontolojik olarak dışlamasının önüne geçer ve diğer antagonizmalara da teorik söylemde alan açar. Herhangi bir tahakküm biçimini veya ondan kaynaklanan antagonizmayı diğerlerinden ontolojik olarak üstün kılan bir unsur yoktur. Tahakküm biçimleriyle mücadele ve dolayısıyla özgürleşme farklı toplumsal alanlarda gerçekleşebilir. Başarılı kolektif iradeler ancak bu farklı mücadelelere seslenerek kurulabilir. Laclau’nun bu fikirlerinin izini, geçtiğimiz otuz yılda Türkiyeli sosyalistlerin Kürt Hareketi başta olmak üzere doğrudan sınıf siyaseti yapmayan farklı toplumsal ve siyasal hareketlerle ve onların temsil ettiği öznelliklerle ilişkilerinin nasıl olacağı üzerine tartışmalarda sürmek mümkün.
Yine de şunu vurgulamak gerekiyor: Laclau’da özgürleşme her zaman kısmi ve iktidar ilişkileriyle iç içedir. Karşı-hegemonik öznelerin farklı unsurları arasında çeşitli hiyerarşiler ve iktidar ilişkileri olması kaçınılmazdır. Hegemonik siyaset, evrensellik ile tikellik arasındaki gerilimli ilişkinin sürekli müzakere edilmesi ve yönetilmesini içerir. Laclau için bu tutulması gereken üretken bir gerilimdir. Bu bakımdan mutlak kimlik siyasetinin kendi içine kapanan saflığı da tüm farklılıkları yok sayan saf bir evrensellik özlemi de Laclau’ya uzaktı. Bunun, postmodernizmin farklılık-evrensellik-eşitlik tartışmalarıyla olduğu kadar, Laclau açısından izlerine Machiavelli’den Gramsci’ye uzanan gelenekte rastlayabileceğimiz siyasal özne ve liderlik nasıl yaratılır sorunsalıyla da ilişkili olduğunu düşünüyorum. Onu siyasal momenti göz ardı eden sivil toplumcu bir siyasetle özdeşleştirenlerin aksine devleti ve toplumu dönüştürme kapasitesine sahip bir siyasetin oluşturulmasına son derece önem veriyordu. Söyleşide bu kaygısını Fransa ‘68’ olayları bağlamında şöyle dile getirmişti:
Fransa’da işçiler, öğrenciler ve diğer aktörlerin katıldığı devasa bir mobilizasyon vardı; fakat kimse iktidar siyasetini düşünmüyordu. İleri görüşlü tek kişi Pierre Mendés France’dı. 68 olayları sırasında Şili’de gezideydi, hemen Fransa’ya dönüp, eğer birleşik Sol tam destek verirse iktidarı almaya hazır olduğunu radyodan duyurdu. Gaullist sistemin tersini öneriyordu, amacı 68 hareketinden güç alan 6. Cumhuriyeti kurmaktı. Ancak başarısız oldu çünkü bunu öncelikle Komünist Parti desteklemedi. Onların iktidarla ilişkisi daha çok korporatif ve temkinli bir yoldan sağlanıyordu ve bundan dolayı da en son isteyecekleri şey Fransa’da sol-popülizmin ortaya çıkmasıydı. Diğer yandan ‘68’in militan goşistleriise umutsuz vakaydı, şiarları “tüm iktidar hayal gücündedir”, bu tabi tamamen hayali bir iktidar demekti çünkü siyasi düşünmüyorlardı. Sonuç olarak seçim yapıldı ve hareket bastırıldı çünkü git gide kaos ile eşdeğer görülüyordu. Halklar kaos istemiyor, halklar radikal olanları da dahil olmak üzere, birçok farklı siyasi çözüme yönelebilirler ama ne olacağı belli olmayan bir düzensizliği seçmezler...
Gezi’nin ertesinde, yeni küresel bir isyan dalgasının ortasında olduğumuz şu yıllarda bu sözler uyarıcı nitelikte. Hele hele Mısır’da geçtiğimiz üç yılın ardından yaşananları düşününce. Diğer yandan Laclau’nun özellikle Popülist Akıl Üzerine adlı eserinde siyasi liderliğin fonksiyonuna yaptığı vurgunun yöneten ile yönetilen arasında oluşan tahakküm ilişkisinin hakkını yeterince vermediğini düşünmüşümdür. Laclau’nun kavramlarıyla konuşursak bir toplumsal muhalefetteki heterojen talepleri birbirine eklemleyen bir boş gösteren olarak siyasi lider ne kadar boştur? Laclau’nun Latin Amerika’da son dönemde çıkan sol popülizmlere verdiği kamusal desteği de düşündüğümüzde, Chavez’den Kirchnerlere sol popülizmin çeşitli tezahürlerindeki otoritaryenizm eğilimi önemsiz midir? Belki daha da önemli olan siyasal eylemliliğin özgürleştirici potansiyeli, liderliğe yapılan vurguyla halklardan koparılmamakta mıdır? Laclau muhtemelen bunların teoride değil yukarıda bahsettiğim gerilimli ilişkinin içinde pratikte çözümlenebilecek sorunlar olduğunu söylerdi.
Laclau’nun kuramsal katkısının çekiciliği de sınırları da biraz burada yatıyor gibi. Bir yandan Laclau, ilk yazılarından itibaren kavramsal berraklığa ve tutarlılığa azami önem veren analitik bir düşünür. Marksizm, post-yapısalcılık ve psikanalizden faydalanan eklektik bir kuramsal çerçeveye sahip olsa da belki de söyledikleri bu kuramlar içerisinden yazan herkesten daha açık. Kuramının formelliği ve iç tutarlılığı onu farklı toplumsal bağlamlarda kullanılabilir araçlar haline getiriyor. Diğer yandan bu formelliğin kaçınılmaz sonuçlarından birisi Laclau’nun kuramının mevcut tahakküm ilişkilerinin eleştiri için bizlere kuramsal araçlar vermemesi, çoğu zaman ayakları yere basan bir analizin söylem analizinin dışarıda bıraktığı sosyolojik araçlara da ihtiyaç duyması.
Yazının başında da dediğim üzere bu veda yazısında niyetim ne kapsamlı bir analize ne de eleştiriye girişmekti, sadece önemli olduğunu düşündüğüm bazı noktaları vurgulamaktı. Bunu yaparken, post-yapısalcılıktan psikanalize onun zengin siyasal düşüncesinin kaynaklarını tartışmayı es geçtiğimin farkındayım. Şunun altını çizerek bitireyim: Muhafazakâr popülist bir iktidarın cenderesinde siyasal kutuplaşmadan ve çatışmadan bugünlerde yorgun düşmüş olsak da, iradenin iyimserliğine inanan bir düşünür olarak Laclau bizlere özgürleşmeyi ve demokratikleşmeyi siyasal çatışmadan ve bu çatışmalar çerçevesinde yeni kolektif iradeler oluşturmaya çabalamaktan ayrı düşünemeyeceğimizi söylüyor.