“Bu suça ortak olmayacağız” adlı ama kamuoyunda tarafına göre daha çok “barış bildirisi” ya da “sözde aydınların hain bildirisi” olarak adlandırılan imza kampanyasını 2.279 akademisyen imzaladı. Bildiri ilk etapta yayımlandığında 1.128 akademisyen imzaladığı için her ne kadar “hain akademisyenlerin” sayısı 1.128 olarak telaffuz edilse de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onları hedef tahtasına oturtmasından sonra kampanya devam etmiş ve sayı 2.279’u bulmuştu.
İmza kampanyalarının başarıya ulaşması tartışmalı olsa da haklılığına inandığım her konuda destek vermeye özen göstermiş biri olarak attığım imzanın akademik ve özel hayatımı bu kadar çok etkilemesini, imza atan herkes gibi şaşkınlıkla izledim.
Bildirinin yayımlandığı 11 Ocak tarihinden günümüze kadar beklenmedik olaylar dizisi peş peşe devam ederken, her defasında daha fazla şaşırmayız derken, daha fazla şaşıracağımız olaylara şahitlik ettik. Ne akademisyenlerin kanıyla duş alma arzusunda olanların pişkin tehditleri eksik kaldı ne cansız mankene etek giydirip elektrik direğine asarak akademisyenlerin idamını isteyen kendini bilmezlerin densiz eylemleri. Tabii bir de cumhurbaşkanı akademisyenlere verilen cezaları yetersiz gördükçe yeniden ve yeniden onları “hain” ve “terörist” ilan ederken ne aydınlıkları kaldı ne de sahip oldukları unvanların saygınlığı.
Akademisyenlere yönelik yapılan hukuksuz uygulamalara her gün yenisi eklenirken 500’den fazla kişi hakkında idari soruşturma, 150’den fazla kişi hakkında da adli soruşturma açıldı; yaklaşık 50 kişi de işten çıkarıldı. Tabii bir de oynanan bu trajikomik oyun her üniversitede farklı şekilde sahnelendi. Bir üniversite adli soruşturmalarda suçlusunuz ve işten atılmanız gerek ama dayandıracağımız hukuk maddesi yok diyerek “kıdem durdurma” cezası verirken, başka biri “kınama” size yeter dedi. Tabii bir de, hayır asla olmaz, sizi “kamu görevinden men” etmek gerek diyenler oldu. Kafasına göre biten sözleşmeleri yenilemeyenler de oldu, zorla emekli edilenler de; imzasını çekmeye zorlananlar da oldu; ama bir de imzasını çekmesine rağmen aynı cezaya çarptırılanlar oldu. En fenası da ifade vermeye giden dört akademisyenin “yurtdışına kaçma ihtimali” gözetilerek tutuklanması oldu tabii.
Bu tiyatro oyunu YÖK’ün emriyle her üniversitede farklı şekilde sahnelenirken, bir de genç akademisyenlerin yaşadıkları bir sürgün dalgası başladı. Kısaca ÖYP olarak bilinen “Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı” ile yeni açılmış üniversitelere genç akademisyenlerin yetiştirilmesi amaçlanmıştı. Bu programa göre lisans mezunu gençler büyük üniversitelerde lisansüstü eğitimlerini tamamlayana kadar YÖK’ün 2547 sayılı kanununun 35. Maddesi ile görevlendirilecek ve eğitimlerini bitirdikten sonra anlaşmalı oldukları üniversitelerde dışarıda kaldıkları süre kadar zorunlu hizmetlerini sürdürecektiler.
Ne zaman ki Barış bildirisi yayımlandı, YÖK hemen genç üniversitelere, ÖYP’lileri eğitimleri bitmeden geri çağırma, yani SÜRGÜN emri verdi. Önce 4 Şubat’ta yönetmelik değiştirilerek geri çağırmanın önü açıldı; sonra bakıldı ki kimi üniversiteler yönetmelik değişikliğinin imzacıların cezalandırılması için olduğunu anlamayıp herkesi geri çağırmaya başladılar, bu defa bir uyarı yazısı yollandı: “Herkesi geri çağırmayın, sadece bazılarını!” diye.
Sonrası acaba ne zaman beni arayacaklar ya da e-mail atacaklar diye her an gözü telefonda olduğu için çalışmalarına odaklanamayan genç akademisyenlerin başına gelenler: apar topar, bir iki ay içinde düzenlerini kurdukları yerlerden sürgüne gitmek zorunda kalmalar, hem gittikleri üniversitelerde hem de henüz işlemleri devam ettiği için gün saydıkları üniversitelerde maruz kaldıkları mobbing dalgaları.
Bir bölüm yöneticisi çalışmalarına devam edebilmesi için “görüş yazısı” isteyen genç akademisyene “İmza atarken bizden izin istediniz mi ki size destek olalım; sizin kahramanınız olacağız diye başkasının şeyi(haini) olamayız,” derken, ülkedeki “hain”, “kahraman” kutuplaşmasına bilinçli olarak taraf olmaktaydı. İmza attığı için tez danışmanı yüzüne bakmayan, hatta onunla hiçbir şekilde görüşmek istemeyen de oldu; tez jürisindeki hocasının imzadan dolayı onu cezalandırmak istediğinden çeşitli bahanelerle jürisine katılmadığı için başarısız sayılan da. Sürgüne gittiği üniversitede memurların “Aaa siz imzacıydınız, bu yüzden geldiniz değil mi?” sorularına eşlik eden pişkin pişkin gülmelerine de maruz kalındı; dekan yardımcılarının açık tehditlerine de. Hatta bu mobbinglere dayanamayarak istifa etmek zorunda kalanlar da.
Evet an itibarıyla 50’den fazla genç akademisyenin, yani ÖYP’linin sürgün emirleri ile akademik ve özel hayatları altüst edildi. Bir de kurunun yanında yaş da yanar denilerek üniversitelerin yönetmeliği yanlış anlamasıyla ilk anda kararları verilen yaklaşık 15 imzacı olmayan ÖYP’li var. Kimi mecburen kararına boyun eğip sürgüne gitti, kimi (olmayan) yargıdan bir medet umarak dava açtı.
Evet, aylardır yaşanan iç savaşta hayatını kaybeden, evi barkı topa tutulan, yıkılan insanların yanında akademisyenlerin başına gelenler belki önemsiz ama yine de akademisyenlerin maruz kaldıkları hukuksuz işlemler ve genç akademisyenlere kesilen sürgün cezası ile altüst edilen akademik ve özel hayatları, bireysel olduğu kadar toplumsal da olarak göz ardı edilmeyecek derecede önemli!