Galiba artık gelenekselleşecek 1 Mayıs izlenimlerimin devamını yazayım dedim. (İlki için: “İktidarın gaz hali”, 13 Mayıs 2013, Radikal) Genel, teorik lafları sona bırakarak olup bitenden başlayayım. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da erkenden kalktım, Kadıköy yakasındaki evimden çıktım ve karşıya geçmek için mevcut tek yolu kullanmak üzere meydana indim (Ne olduğunu söylemiyorum çünkü seneye onu da yasaklayabilirler). Yolum neyse ki, Türk-İş ve İşçi Partisi mitinginin düzenleneceği alanın uzağından geçiyordu. Çok oyalanmadan bir formül buldum ve köprüye geldik. Ancak köprü ve sonrası hayli tıkalı olduğundan köprüden hemen sonraki Beşiktaş sapağında inmek durumunda kaldık ve oradan aradaki otoyolu katederek yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşle YTÜ önüne geldim. 09.45 sularıydı. İnsanlar teker teker ya da üçer beşer kişilik gruplar halinde Barbaros Bulvarı’ndan aşağı doğru yürüyorlardı. “Tıpış tıpış gaz yemeye giden tuhaf bir grubuz” diye geçirdim içimden. Neyse, ilk müdahale ile Abbasağa parkı hizasında karşılaştım. Bir grup parka çekilmiş, polisler ise bulvar üzerinde parkı gören ara sokaklardan sürekli biber gazı sıkıyorlardı. Müdahalenin bir süre daha böyle devam edeceği belliydi. Biraz daha aşağı meydana indiğimde Köyiçi’nin bulvara bakan ağzında CHP’lliler ve çeşitli örgütlerin aralarında olduğu bir grubun polis barikatı önünde biriktiğini gördüm. Orada henüz biber gazlı müdahale (ya da “saldırı” demek daha doğru) yoktu ama belli ki eli kulağındaydı. Tekrar bulvardan Abbasağa tarafına çıktım. Bu arada yolun karşı tarafına geçen küçük bir grup slogan atmaya başlayınca hemen gazlı müdahaleye maruz kaldılar, itiraz eden birkaç gösterici hemen yaka paça gözaltına alındı. Tekrar aşağı inip Köyiçi’ndeki kalabalığa karıştığım sırada Çarşı grubu sloganlarla orada biriken kalabalığın önüne geçip bulvara çıkınca polis uyarı yapmadan tazyikli su sıkıp biber gazı attı. Kalabalık ister istemez Köyiçi’nin ara sokaklarına çekildi ancak Abbasağa’da müdahale hala sürdüğünden fazla yukarı çıkmak da mümkün değildi. Birkaç gösterici gaz nedeniyle zor anlar yaşadı ama neyse ki herkes yardımcı oldu. Sıkışık bir yerde olduğumuzu düşünerek ara sokaklardan tekrar bulvara çıktım ve yolun karşısına geçtim. Bu esnada bir TOMA bulvar boyunca dolanıp gördüğü 3-5 kişilik kendi halindeki gruplara su sıkıyor, Köyiçi’nden ise seri biber gazı sesleri geliyordu. Bu arada bulvar üzerinde gözaltılar başladı, buna itiraz edenler de tartaklanarak yine gözaltına alındı.
Köyiçi ve Abbasağa’daki müdahalelerin gidişatı belli olmuştu. Becerebilirsem Şişli’ye de göz atayım dedim. Şans eseri bulduğum bir taksi ile Gayrettepe’nin ara sokaklarından Etfal Hastanesi’nin arkalarına geldik. Buralardan Halaskargazi Caddesi’ne çıkış polis tarafından tutulmuştu. Arka sokaklardan Osmanbey hizasına gelince caddeye çıkmak mümkün oldu. Caddedeki manzara şuydu: DİSK heyeti ile CHP ve HDP milletvekillerinden oluşan heyet polis barikatı önünde yolun açılması için bekliyor, bir yandan da görüşme yapıyordu, arkalarında ise çeşitli dergi ve örgütlerden oluşan ve çok da kalabalık olmayan bir grup. Gelişimden yaklaşık 10 dakika sonra (11.15 sularında) buraya da tazyikli su ve gaz bombaları ile saldırıldı. Kalabalık geri çekildi ve benim içinde bulunduğum bölüm caddenin yan tarafına Samanyolu sokak ve tekstilcilerin olduğu bölüme meyletti. Ancak gaz saldırısı arkamızdan sürüyordu. Orada aslında hata yaptığımı bilerek, sağa ara sokağa saptım, çünkü böyle durumlarda yokuş aşağı gitmek daha tehlikeli olabilir. Nitekim düşündüğüm gibi oldu ve bir başka polis grubu karşımıza çıkarak bizi kıstırdı. Gaz atacakları belliydi. En yakınlarındaki grubun çıkması için çok kısa süreli küçük bir koridor açtıktan sonra onlar da gaz atmaya başladılar. Bir şekilde kendimi arka sokağa atmayı başardım.
10 dakika sonra ortalık sakinleşir gibi oldu. Dağılan grupta tanıdıklarım vardı, onları bulmak için birkaç arka sokağa doğru meylettim. Bir grup Fulya yokuşuna yakın bir yerde toplanmış, kendine gelmeye çalışıyordu. 5-10 dakika orada nefes aldıktan sonra caddede neler olup bittiğini görmek için tekrar yukarı çıktım. Caddenin DİSK hizasına gelen bölümünde polisler ve gazetecilerden başka kimse kalmamıştı. Ancak arka sokaklardan sürekli yaralı geliyordu. Peşpeşe 3 ambulansa yaralı taşındı. Bir gazetecinin bacağının kırıldığını duyduk. Bu arada Bomonti ve Şişli meydanı tarafından gelen seslere bakılırsa polis bazı gruplara yoğun bir “müdahale”de bulunmaktaydı. (Not: Bu arada kimsenin aklından polislerle fotoğraf çektirmek filan geçmiyordu.)
Bir süre daha burada olup biteni gözledikten sonra artık dönmeye karar verdim ve bu yılki 1 Mayıs maceramı da böylece tamamladım.
Bu gayet kişisel ve aslında hafif atlatılmış hikayeyi neden anlattım? Öncelikle AKP ve ideologlarının muhafazakarlığının belli durumlarda 12 Eylülcülerin muhafazakarlığı ve “devlet/otorite” fetişizmiyle nasıl da kolaylıkla buluşabildiğini ve aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen bilhassa zihinsel düzeyde ikisini ayırt etmenin kimi vakalarda hayli güçleştiğini söylemek için. Rastladığımız polislerin çoğu göstericileri bir düşman olarak görüyordu. Polislerin nasıl bu hale getirildiğini yaşı biraz yeten herkes tahmin edebilir. AKP’nin sol ve muhalif akımlara gruplara bakışında 12 Eylülcülerin mantığını hayli andıran, daha doğrusu aynı kaynaktan neşet eden bir yön, yan var. O kaynak da bildiğimiz gibi devlete/otoriteye itaat etmeyen, onun sözünü dinlemeyen her türlü muhalif ve “sokağa çıkmaya cesaret eden” akımı kriminalleştiren klasik resmi görüşümüz, refleksimizdir.
Bir de şunun için. 1 Mayıs öncesinde ve Gezi sonrasında geçirdiğimiz yaklaşık 1 yıl bize şunu gösterdi. Gezi, AKP’nin en çok çekindiği, baş edemediği ve daha kötüsü kriminalize edemediği bir dinamiği açığa çıkarmıştı. Şiddete meyyal sol örgütlerden ayrışıyor, kamusal alanda, medyada onlardan daha çok yer kaplıyor, “söz”ü çok geniş çevrelere, çeperlere ulaşıyor, oy anlamında bir tehdit olmasa da AKP’nin medya gücü ile kontrol ettiği kamusal alanda, zaptetemediği bir başka “söz” açığa çıkıyordu. AKP bu eylem, davranış ve düşünüş biçimi ile CHP ya da başka muhaliflerle başa çıktığı gibi çıkamıyor, geçmiş döneme dayalı ezberlerle onu alt edemiyordu. Çünkü Gezi’nin “duruşu” yeniydi. İşte burada aynı klasik devletin yaptığını yapmaya niyetlendi. Bu “söz”ün mekanla birlikte var olduğunu düşünerek önce mekanı kapatma yoluna gitti. Sadece 1 Mayıs’ta değil öncesinde de Gezi Parkı’nın olur olmaz kapatılması biraz da bunun göstergesi. Ve elbette Taksim Meydanı’nın. Böylece aynı zamanda bir türlü kriminalleştiremediği Gezi muhalefetini de bilyeli/sapanlı gruplar olarak lanse etmek için bir imkan yarattı kendine.
Velhasıl, Taksim artık devletin, otoritenin kontrol edemediği, alt edemediği “söz”ün temsili, mekanı olmuş vaziyette. Bu yüzden ancak meydanı kapatarak ve İstanbul’a polis yığarak onu boğacağını düşünüyor. Tıpkı 12 Eylülcülerin ve o zihniyetin devamının Taksim’i yıllar boyunca kapatarak 12 Eylül öncesinin “söz”ünü boğmaya çalıştığı gibi. Yani AKP ve 12 Eylül bir anlamda burada da buluşuyorlar. Dolayısıyla uygulanan o olağanüstü hal, aslında AKP’nin kendine uyguladığı olağanüstü hal’dir.
Neyse, şöyle bitirelim: Bildiğiniz gibi o meydan eski devlete kalmadı. Yeni devlete de kalmaz.