Elane Ferrante’nin dört ciltlik “Napoli Romanları” serisi, İngilizceye çevrilmeye başladığı andan itibaren hem Amerika’da hem de İngiltere’de edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Kimi okuyucu ve eleştirmenler, bu romanları iki kadın arkadaşın çocukluklarından itibaren devam eden çatışmalı, inişli çıkışlı ilişkilerinin hikâyesi olarak tanımlarken, kimisi Napoli’nin yoksul bir mahallesinde, İtalya’nın marjinlerinde, yoksulluğun içinde süregiden varoluş mücadelesinin hikâyesi olarak tanımladı. Türkçe baskısı Everest Yayınları tarafından yayımlanan Ferrante’nin “Napoli Romanları”, en genel anlamıyla, Napoli’de başlayan, Napoli’den İtalya’nın merkezine taşan bir kadınlık ve sınıf hikâyesi. Dünyanın dört bir yanında geniş ve tutkulu bir okuyucu kitlesine sahip olan bu romanların tılsımı, Ferrante’nin erkek egemen ve kapitalist dünyada özenle ve aktif bir çabayla gizlenen ve sessizleştirilen ve hatta dile bile tercüme edilemesi zor olan duyguları, hikâyeleri ve hayatı deneyimleme biçimlerini bizimle paylaşıyor olması.
“Napoli Romanları”nın anlatıcısı, Napoli’nin en yoksul mahallelerinden birinde büyümüş, zekâsı, çalışkanlığı ve ısrarı sayesinde, ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde okumuş ve ünlü bir yazar olmuş Napolili bir kadın. Ferrante, bize Napolili yoksulların dünyayı deneyimleme biçimlerini, sınıflar ve cinsiyetler arasındaki gerilimli, şiddetli, aşklı ve nefretli ilişki biçimini, ülkenin siyasi çalkantılarına ve gerilimlerine de yer vererek anlatıyor. Malum nedenlerden dolayı, yoksulluğu deneyimlemiş, “marjinlerde” büyümüş kadınların, yazın alanında sesini duymak hâlâ oldukça istisnai. “Napoli Romanları”na, edebiyat dünyasında ayrı ve özel bir yer açan, romanların okuyucuya tanımadığı bir dünyanın hikâyesini, hikâyesine ve sesine tanık olmadığı bir anlatıcı aracılığıyla (yoksul bir ailede ve kentin “marjin”lerinde doğmuş bir kadın) anlatıyor olması. Anlatıcının ve çok büyük ihtimalle yazarın kendisinin yoksulluğu deneyimlemiş bir kadın olması, romanlarının orijinalliğinin, rahatsız edici gerçekçiliğinin, eleştirmenlerin hep vurguladığı aşırı sahiciliğinin, bana göre en temel nedenlerinden biri. Romanlar, her ne kadar katman katman derinleşerek, çok ve çeşitli hikâyelere ve konulara açılsa da, bu yazıda, ben esas olarak, roman kahramanının, kendi hikâyesi içinden bize orta sınıf iyilikseverliğine dair aktardıklarına değineceğim.
Orta sınıfların, yoksullara ve yoksul öznelliklere dair gözlemleri, düşünceleri ve yorumları yazının edebi ve “bilimsel” alanlarında yaygın bir biçimde dolaşıma girebiliyor. Ancak, yoksulluğu deneyimlemiş kadınların, ayrıcalıklı sınıflara dair gözlemleri ve deneyimleri yazının ve sözün alanında, pek yer bulamıyor. Bunun nedeninin yoksulluk ve kadınlıkla ilgili olmadığını, yoksullara ve kadınlara düşman olan toplumsal iktidar ilişkileri ile ilgili olduğunu buraya yazmaya gerek var mı, emin olamadım. Yoksul kadınların sesinin kamusal alanda (bu alana yazıyı da dahil edebiliriz) yer bulamadığı, seslerinin söze dönüşmek yerine, en iyi(likçi) ihtimalle tercümeye muhtaç bir gürültü olabildiği bu dünyada, Ferrante romanları, içinde yaşadığımız, tanıdığımız dünyaya başka bir yerden bakmamızı sağlıyor. Romanlar boyunca bize eşlik eden kadının sesi, çokça tanık olduğumuz halde belki de hiç fark etmediğimiz, fark etsek de üzerinde düşünmek istemediğimiz, ilişki ve var olma biçimlerini anlatıyor. Rahatsız ediyor. Belki de bu yüzden, birçok okuyucu kitapları okurken zaman zaman fiziksel bir acı hissettiklerini söylüyor. Ve belki de bu yüzden romanlar oldukça uzun olmasına rağmen (her biri aşağı yukarı 500 sayfa), okuyucular kitapları ellerinden düşürmekte zorluk çekiyor; bir solukta okuyup bitirmek istiyorlar. Hikâye bitsin, rahatsızlık geçsin istiyorlar.
Ferrante’nin romanlarının sarsıcılığı, bize yabancı bir dünyayı anlatmasından kaynaklanmıyor. Sarsıcı ve rahatsız edici olan, Ferrante’nin, marjinlerin hikâyesini anlatırken, ayrıcalıklı hayatlara ve öznelliklere de ışık tutuyor olması. Napoli’nin marjinlerinde erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere, kadınların kadınlara dönük şiddetini anlatırken, eğitimli, ölçülü, “ahlâklı” orta sınıfların, gürültüsüz ve gösterişsiz, fakat sessizliği ve kibarlığı sayesinde daha da agresifleşebilen şiddetini anlatmaktan da geri kalmıyor. Napoli’nin marjinlerindeki gürültülü ve gösterişli şiddet, orta sınıf okuyucunun yoksullara dair halihazırdaki fantezilerine uyar ve onları beslerken, orta sınıfın kibar ve gösterişsiz şiddeti bizi hazırlıksız yakalıyor. Yoksullarla ilişkisinde iyiliksever olmaya çalışan orta sınıfların iyilikseverliğinin sınırlarını ve iyilikseverliğin eşit olabilecek bir ilişkiye olan tahammülsüzlüğünü bize gösteriyor. Dolayısıyla, bana göre romanlar bir yanıyla, orta sınıf ve onun hem yakınında hem de uzağında olan alt sınıflar arasındaki hasetli ve husumetli, gerilimli ve çatışmalı ilişkinin romanları. Diğer bir ifadeyle, “Napoli Romanları”, bir yanıyla, gerilimli ve şiddetli sınıfsal karşılaşmaların hikâyeleri.
Nedir peki bu gerilimli ve şiddetli sınıfsal karşılaşma hikâyeleri?
Anlatıcının (Lenu), orta sınıflarla ilk teması, eğitim kurumlarında, öğretmenleriyle başlıyor. Kız çocuklarının okumasının anlamlı olmadığı bir mahallede büyüyen Lenu, ilkokul öğretmeninin ısrarcı çabasıyla ailesini ikna etmesi sayesinde, ortaokula ve liseye devam eder. Ancak aynı ilkokul öğretmeni, Lenu’nın yakın arkadaşı olan ve hayranlık uyandıracak derecede parlak bir kız çocuğu olan Lila’nın ailesini ikna edemez. Lenu’nun yıllarca ders kitaplarını kendisi tedarik eden iyiliksever öğretmen, Lila’nın eğitim hayatının sonlanmasıyla birlikte Lila ile ilişkisini keser. Lila’nın okula devam edememesi sanki kızın kendi suçuymuş gibi ona küser ve onu sevgisizliği ve agresifliğiyle cezalandırır. Yani, iyiliksever ilkokul öğretmeninin iyilikseverliği, okulun dışında kalmak zorunda kalan, gelecek vadeden yoksul kız çocuğuna anlayış göstermeye yetmez. Lila’nın hayatı, artık öğretmenin “ahlâklı”, “ölçülü” ve “eğitim”li hayatının uzaklarına düşüp mahalledeki “hafif”, “kontrolsüz” ve “ahlâksız” yoksul kadınların hayatına yaklaşırken, öğretmeni Lila’yı işlemediği suçtan, yani sınıfının ve cinsiyetinin kendisine çizdiği kaderin ağırlığı altında kalmaktan dolayı hiç affetmez. Oysaki ve neyse ki, ne Lenu ne de Lila kendilerine çizilen kadere razı olurlar.
Eğitim hayatı uzunca bir süre devam eden Lenu, eğitim hayatının bir kısmında, “yoksul ama çalışkan” olmayı (sınıfsal ve cinsel konumundan ötürü zeki olduğunu kabul edemez), onu tanıdık olmadığı dünyalara açan bir durum olarak deneyimler. Ortaokul ve lise yıllarında, özellikle komünist bir kadın öğretmeni tarafından desteklenir, cesaretlendirilir. Ancak, lise sona geldiğinde, Lenu “yoksul ama çalışkan”a layık görülen sınırlara sert ve üzücü bir biçimde çarpar. Kendisini destekleyen öğretmen, kızının erkek arkadaşının, kızını Lenu yüzünden terk ettiğini düşünerek Lenu’ya küser ve kızı görmezden gelmeye başlar. Lenu, öğretmene öyle olmadığını anlatsa da, ilişkileri bir daha hiç düzelmez. İşin aslı, oğlan, öğretmenin kızını Lenu için değil, Lenu’nun yakın arkadaşı olan parlak, eğitimsiz ve yoksul Lila için terk etmiştir. Lenu ise oğlana âşıktır.
Lila’nın, ilkokul öğretmenin gözünde affedilemez olan “hatası”, eğitim hayatının sona ermesiyle artık öğretmenin yardımına ihtiyacı kalmayarak, onun dünyasından radikal bir biçimde uzaklaşmasıdır. Lenu’nun “hatası” ise lise öğretmeninin hayatına “fazla” yaklaşmasıdır. Lila’nın eğitim hayatının sonlanması, bu şaşırtıcı derecede parlak kız çocuğuna yardım imkânını ve onun getireceği tatmini ve üstünlük duygusunu öğretmen için imkânsız kılmıştır. Lila’nın sınıfsal konumu, ilkokul öğretmenini bu güzel duygulardan mahrum etmiştir. Bu yüzden Lila, hiçbir zaman affedilmez. Lenu ise kaderinin kendisine çizdiği sınırları “fazla”ca ihlal etme potansiyeli gösterir. Kendisi öğretmenin kızına rakip olmasa bile, kendi sınıfından birinin rakip olabilmiş olması öğretmende öfke yaratmaya yeter. Bu durum, öğretmene Lenu’nun sınıfsal sınırlarını “ihlal” etme potansiyelini hatırlatır. Lenu, nasıl ve hangi sınır bilmezlikle, öğretmenin Lenu’yu kızının rakibi olarak tahayyül etmesine sebep olabilir? Nasıl olur da kızının sahip olduğu “şeyi” (başarılı, parlak, entelektüel erkek) kendi hayatının erişilebilirlik sınırları içinde tahayyül edip arzulayabilir? Ve böylece nasıl olur da öğretmenin hayatı onun için uzaktan hayranlık duyulacak bir hayat olmaktan çıkıp arzuları aracılığıyla, kendi tahayyül dünyasına ve hayatına yaklaşabilir?
Lenu ne kadar parlak ve başarılı olursa olsun, lise öğretmeni onu bu yakınlaşmadan dolayı hiç affetmez. Lenu’yu üniversite için cesaretlendirmek bir yana, ona üniversite diye bir eğitim kurumunun var olduğundan bile bahsetmez. İyiliksever olmayan öğretmenler ise, zaten Lenu’yu çoktan kaderine terk etmiştir. Lenu’ya liseyi bitirip kendisi gibi yoksul çocukların okuduğu bir okulda öğretmen olması tavsiye edilir. Yoksul kızlara iyi bir örnek olacaktır Lenu. Çalışınca, nerelere varılabileceğini gösterecektir. Böylece, hep yoksullarla bir arada olup sınıfının sınırları içinde kalacaktır. Üniversite ise onların kendi çocukları için hayal ettikleri geleceğe aittir.
Lenu, üniversite diye bir şeyin olduğunu, merkezî olarak yapılan lise bitirme sınavlarında öğrenir. Sınava giren öğretmenlerden biri, kızın başarısından etkilenerek üniversite konusunu açar. Kızın üniversiteden bir haber olduğunu öğrenince, sınava nasıl girileceğini anlatır. Lenu sınava girer, ülkenin en iyi üniversitelerinden birini kazanır ve üniversiteyi bitirmek üzereyken bir roman yazar. Roman, ülke çapında bir tartışma açar. Lise öğretmeni ise geçen yıllar içinde Lenu’yu hiç affetmez. Onun yardımına ve yönlendirmesine ihtiyacı olan/olması gereken yoksul kız çocuğunun, kendi çocukları ve belki de kendisi için hayal ettiği geleceğe sahip olması (öğretmenin kızı üniversiteye giremez) kabul edilemez bir durumdur. Lenu’ya kendi hayatından örnek gösterememesinin cezası ağırdır; Lenu’nun başarılarını görmezden gelmek ve küçümsemek. Lenu, öğretmenle olan ilişkisinde, öğretmene ve onun çocuklarına özenerek bakacağı, ona hayranlık duyulacak bir hayatı olduğunu hatırlatacak pozisyondan çıkmıştır. Dengeler dağılmıştır. İyilikseverlik kendi sınırlarıyla karşılaşmıştır.
Lenu, üniversite hayatı boyunca ve yazarlığının ilk dönemlerinde, henüz hâlâ yoksulken ya da Napoli’deki yoksul mahallenin rengini ve kokusunu üzerinden taşırken, benzer durumlarla karşılaşmaya devam eder. Lenu’nun ülke sınırlarını da aşan her başarısı, yardıma muhtaç, acınacak yoksul kız fantezisini biraz daha parçalayıp çevresindeki iyiliksever orta sınıflara “aşırı yakınlaşma” ve “sınıfsal sınır ihlali” paniği yaşatır. Acınarak bakılan, yoksul ve yetenekli kız fantezisi hızlıca yerini işini bilen, pragmatik, çıkarcı kız fantezisine bırakıverir. Lenu’nun başarıları sanki onların sahip olduklarını azaltmakta, onlardan çalmaktadır. İyilikseverlik en iyi haliyle Lenu’yu ve başarılarını yok sayıp küçük görmeye, daha agresif durumlarda ise gelecekteki başarılarını engelleme çabasına dönüşür. Her başarı, aslında en baştan eşitsiz olarak kurulan bir ilişkinin hayatından çıkmasına neden olur.
Özetle, roman beni orta sınıf ve genel olarak ayrıcalıklı öznellikler, ayrıcalıklıların yardımseverliği ve yardımseverliğin motivasyonu üzerine çokça düşündürttü. Postkolonyalizm literatürüne biraz aşina olanlar, yukarıda verdiğim örneklerin, Homi Bhabha’nın sömürgeci öznellikleri açıklarken çizdiği çerçeveye olan benzerliğini görecektir. Mealen çevirecek olursam, sömürgeci der, Homi Bhabha, sömürgeleştirilene hem “benim gibi ol, bana benze çünkü en iyi, en güzel, en doğru benim” der. Hem de sömürgeleştirilen onun gibi olmaya meylettiğinde, sınıfsal olarak ona yaklaştığında, mesela iyi okullara gidip ayrıcalıklı alanlarda boy gösterdiğinde, “sen benim gibi olamazsın, bu imkânsız, aramızdaki fark çok büyük” diyerek, sömürgeleştirilene farklılığını hatırlatır. Sömürgeleştirilen, “garibanlığıyla”, beyaz ayrıcalıklıların içinden kendi öznelliğini iyiliksever olarak kurmak isteyene, kendisini iki türlü iyi hissettirir. Birincisi, beyaza ne kadar ayrıcalıklı ve “üstün” olduğunu hatırlatır. İkincisi de, ne kadar iyi ve yüce gönüllü olduğunu. Bu ilişki ona, yardıma muhtaç insanlara yardım etme olanağı vererek, ne kadar iyi olduğunu kendine ve dünyaya kanıtlama fırsatı sunar. Böylece kötülük, kolayca dışsallaştırılıp başkalarına havale edilebilir. Dünya onun gibi insanlardan oluşsa, yani o ve benzerlerinden, ezilenler tek tek kurtulacaktır prangalarından. En büyük sorun kendi gibi insanların azlığıdır. Bu kendini kutlayan narsistik hisleri kırıp, incitecek olan “dışarı”daki kötülük değildir. Aksine, dışarıdaki kötülük, bu narsistik fanteziyi besler. Onu parçalayacak olan “gariban”ın kendi hayatı ve geleceği için verdiği mücadelede başarılı olmasıdır. İyilikseverin kendisinin yardımına ihtiyacı olan olarak tahayyül ettiği yoksul ve yoksun olan, ezilen, kendi kaderini kırıp, kendine biçilen sınırları aşıp, ayrıcalıklı iyilikseverin dünyasına yaklaşırsa, bu narsistik fantezi yara alıp agresyona dönüşür. Burada, eminim, birçok okurun aklına Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik Türki duygular da gelmiştir. Ama konudan uzaklaşmadan, özetle romanın katmanlarından birinin bize şu soruları sordurttuğunu ekleyerek bitireyim: Yardıma ihtiyacı olan zavallı talihsiz özne, ayrıcalıklının kendine layık gördüğüne sahip olursa/olmak isterse ne olur? Bu durum iyilik severek kendini iyi ve üstün hisseden ayrıcalıklıya ne hissettirir?
Not: Elena Ferrante ismi müsteardır. Yazarın gerçek adı henüz ortaya çıkmış değildir.
* Bu makaleyi yazmam için beni cesaretlendiren Eylem Özdemir’e ve makalenin ilk versiyonunu okuyup yorumlarını benimle paylaşan Mehmet Rauf Kesici’ye teşekkür ederim.
** Resim, Robert Lafond tarafından yapılmıştır.