Elias Canetti, Kitle ve İktidar adlı başyapıtında, melankoliyi, maninin tamamlayıcısı olan durumun başlangıcı olarak işaretler. İktidar, her şeyden önce ve her şeyden çok bir dönüşüm yeteneğidir. İnsanın diğer bütün canlılar üstündeki iktidarını sağlayan da bu yetenektir. Dönüşüm, durmadan ve çoğalarak meydana gelen bir yetenektir. Doğrusal ve dairesel dönüşümler gibi, kesikli, bağlantısız, aniden, atom altı parçacıkların ani görünüp kaybolmalarını andıran dönüşüm biçimleri mevcuttur. Hareketi ve konumu aynı anda hesaplamanın imkânsızlığı misali, dönüşümün ani hallerini kestirebilmek çok zaman imkânsızdır. Örneğin, tarih veya coğrafya alanında bir uzman veya uzmanlar heyeti, biz insanları, bir topluluğun, coğrafyanın binlerce yıllık tarihi hakkında belirli oranda, coğrafyada yer alan her karış toprak ve üzerindeki bitkiden diğer canlılara kadar birçok konuda bilgi sahibi kılabilir. Kocaman bir coğrafyada, geçmişte ve şimdide yaşamış ve yaşamakta olan canlılar ve cansızlar hakkında aydınlatılabiliriz. Ancak dünyanın en yetenekli yazarları bir araya gelse, bir yüzün ve yüzdeki duyu organlarının bir günlük dönüşüm oyunlarının çetelesini çıkaramazlar. Buna ömürleri yetmez! (Edebiyatın ve genel olarak sanatın hem hakikatinin hem de sonsuzluğunun bir nedeni de tam budur.) Dil, gırtlaktan gelen hırıltıyı ucu merhametle ıslanmış kelimelere dökerken, gözler kurtvari bir gerilimle keskinleşmiş bir halde beklerken, kulaklar pençe misali karşıdan gelecek sözlere tetik durabilir; üstelik saniyenin onda biri sürede ve diğer onda dokuzda, bu organ ve haller, daha yüz kere yeniden ve durmadan değişecektir.
Dönüşüm iktidarı, kurbanları kaçış döngülerine alır. Canetti’ye göre histeri, mani ve melankoli, bu kaçışın içinde ve sonucunda meydana gelen ruh halleridir. Histeri, kaçışın bir dairesel döngüde son bulması ve kurbanın “ne yaparsam yapayım, bir şey değişmeyecek, kaderim bu” hissine çivilenmesidir. Bu çivilenme hali, melankoliyi peydahlar. Kaçmak boşunadır, ele geçirilmiştir. Melankoliye tutulmuş insanın en belirgin hallerinden biri iştahsızlıktır. Yemek, bir işkenceye dönüşür, bir zamanlar arzuladığı bir yemek çeşidini bile, şimdi zehre dönmüş bir anının tiksintisiyle reddeder. “İyi ama sen bu yemeği çok severdin” teşviki, zehrin dozajını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Hiçbir şey yemek istemez, çünkü kendisinin bir lokma gibi yutulacağı hissini taşır.
Dönüşüm, melankoliyle sonuçlanmadan önce, sayısız biçimde gerçekleşir. Bu biçimlerden en önemlisi, kurbanın kaçış döngüsüne alınmadan önceki biçimdir; Canetti buna “dalkavukluk” adını verir. Avcı kurbana maskelenmiş bir yüz ve ses tonuyla yaklaşır. Avcının silahlı ağzı susturucuyla evcilleşmiş, pençeleri kamuflajla örtünmüştür. Dönüşümün bu dalkavukluk aşamasında Avcı, Kurban’a, ona benzeyerek yaklaşır ve bütün davranışlarıyla Kurban’a, “Hey, ceylanım, sevgilim, yoldaşım, yurttaşım, dostum, arkadaşım... Benden korkmana gerek yok, sendenim, senin gibiyim, senin içinim...” mesajı verir; böylece kurbanla arasındaki, kendi aleyhine olan mesafeyi ortadan kaldırır. Mesafe sıfırlanıp kurbanı ele geçirmesi mümkün hale geldiğinde, dalkavukluk aşamasından, meydan okuyan, tehdit eden egemen aşamasına geçer –çoğu zaman bir kahkaha eşliğinde. Yıllarca bir kadının peşinde koşan erkeğin, gerdek gecesi dökülmüş kanı, kendi zaferinin işareti olarak gören ordu komutanına benzeyen bir ruh haliyle, “canım/cicim” dalkavukluğundan kural belirleyen reis moduna geçmesi, dönüşüm iktidarının tipik tezahürlerinden biridir.
Woolf bu melankoliye karşı “Bizim için hiçbir çıkar yol olmadığı gerçeğiyle yüzleşeceğim. Hiçbirimiz için hiçbir çıkar yol yok. Çalışma, okuma, yazma hepsi büründüğümüz kılıklar -ve de insan ilişkileri. Evet, çocuk sahibi bile olsak yararı olmazdı,” diyerek bir yandan durumu kabullenirken, diğer yandan bilinen tüm itiraz, ret ve karşı gelişlerin anlamsızlığını bilerek yeni bir yol arar. Bu yol “28 Mayıs Salı” günü tuttuğu günlükte geçtiği gibi, “bakın işte tarihte şöyle güçlü, belirgin kadınlar da vardı” türü savunmaların anlamsızlığını vurgulayan, yeni ve radikal bir yol önerir. İsmi olmayan bir kadın olacaktır bu. Woolf, bu ismi olmayan kadın vasıtasıyla, melankolinin cenin halinden hayata doğru fışkıran bir eylemle doğrulur; “Zaman ve mekânı da ortadan kaldıracağım.” Böyle diyerek Woolf, kadının sömürge, erkeğin sömürgeci olduğu, dinsel ve seküler Eski ve Yeni Ahit’leri reddeder. Kendine Ait Bir Oda, ismi olmayan kadının, kaybettiği Zaman ve Mekân’ın yerine, yeni bir “Zamanı Yakalama” ahdidir. Günce’sinde Proust’u yoğunlaşmış bir bilinçle övdüğü gibi, Kendine Ait Bir Oda’da Proust bir erkek yazar değil, “iki cinsiyetli” addedilir.
Proust: Kendine ait bir oda –Woolf: Kayıp zamanın izinde –Yakalanan zaman
Proust ve Woolf’un yaptıkları, “bugün için bir savunma”dır. Varlığın imkânı olarak zaman kaybolmuş, bu kaybın üzerinde yıkıcı ve üretken bir modern erkek egemen söylem kurulmuştur. Eşcinsel, Yahudi ve hasta Proust ile kadın Woolf bu saldırgan kuram ve kurumların yok edici tehdidi altındadır. Sadece nesne olabilmelerine imkân vardır. Fransız toplumunun (iki Devrim ve üç Cumhuriyet yaşamış haliyle) Yahudi, eşcinsel ve hasta olarak Proust’a ve bir kadın olarak Woolf’a dayattıkları (“Peki söyle bakalım Madam Woolf, niye bir kadın Shakespeare yok!”) karşısında, onlar sanat üzerinden “bugün” için bir cevap verirler.
Hem Proust hem de Woolf “mış”ın etrafında ve üstünde inşa edilmiş olan “sinematografik”e karşı “bilinç akışı” denilen prizmatik anlatı yoluyla izlenim ve hatıralardan “sanki öyle değil” üslubuyla bir savunma hattı oluştururlar. Özetleme ve genellemenin tehlikesini vurgulamakla birlikte, erkek egemen sistemin “mış”ına, “sanki” ile direnirler.
Her ikisi de hakikati, yani zamanı yakalamanın yolunu, “Bizi aynı anda sarmalayan izlenimlerle hatıralar arasındaki bağlantı”da bulurlar. Estetik bir üslupla hafıza üzerinden içgüdülerin tercümanı olmak, bir yazarlık işlevidir. Böylesi bir yazarlık da, büyük felsefi ve ahlâki kuramların yolunu açamadığı değişimler, kavrayışlar, yeniden doğuşlar, çok küçük bir olay (büyük oranda tesadüf), “değersiz” bir nesne (mesela bir iskemle, bir kek parçası) ve isimsiz/unvansız bir hizmetçi (Françoise) ile mümkün olabilir. Woolf denemelerden oluşan Granit ve Gökkuşağı kitabında “Kadınlar ve Kurmaca” başlığı altında (Kendine Ait Bir Oda’nın iskeletidir) tıpkı Proust gibi, kurgusal ve kuramsal olmayan içgüdüsel anlatı ve bu anlatının “Kadın Doğası” ile özdeşliği için şöyle der:
“Geçmişte, kadınların yazma gücü, karatavuğun şarkısı veya ardıç kuşunun şarkısında olduğu gibi bu gücün harika bir şekilde kendiliğinden olmasından kaynaklanmaktadır. Bu öğretilmemiş bir güçtü; kalpten geliyordu. Bu aynı zamanda ve daha sıklıkla geveze bir güçtü –sözleri kâğıt üzerine dökülmüş ve mürekkep lekelerinde kurumaya bırakılmıştı. Gelecekte, boş vakit, kitaplar ve evde kendilerine özel bir alan sayesinde edebiyat kadınlar için, erkekler için olduğu gibi çalışabilen bir sanat haline gelebilecektir. Kadınların yetenekleri eğitilecek ve güçlendirilecektir. Roman, kişisel duygulardan mürekkep bir çöplük olmayacaktır; diğerleri gibi bir sanat eseri olacaktır. Kaynakları ve sınırları keşfedileceklerdir.”
Erkek sömürgeciliğine karşı: Kendine ait bir oda
Woolf, Kendine Ait Bir Oda’yı ve o odada elde edilecek zamanı, kadının sanat üzerinden gerçekleşecek varoluşsal eylemi için temel bir imkân olarak önerir gibi görünür. Şayet Kendine Ait Bir Oda’nın temel önermesi bu ise, bugün dünya üzerinde milyonlarca kadının Kendine Ait Bir Oda’sı vardır -hatta bir odadan çok daha geniş bir alana sahiptir. O zaman Kendine Ait Bir Oda’da ifade edilen tüm amaçlar gerçekleşmiştir! Ve bu, “Bir Zamanlar”ı anlatan nostaljik bir kitaptır! Oysa bugün; 1)paralel ve meridyen, 2) meslek, sınıf 3) kültür, inanç, eğitim, farkı gözetmeden, kadına karşı her yerde, her biçimde, her düzeyde fiziksel, psikolojik, kültürel tecavüz, dışlama, kısacası özne-erkeğin nesne-kadına karşı her türlü saldırganlığı devam etmektedir. Tam da bu nedenle Kendine Ait Bir Oda’nın okuyucuya verdiği his, nostalji değil güncelliktir. Çünkü bir hakikati ifşa eden metafordur Kendine Ait Bir Oda. Woolf, dünyanın her karışının, her felsefi kuramının, ahlâk ve din doktrinin, edebiyat ve sanat alanının erkek iktidarınca ele geçirildiğinin farkındadır. Bu nedenle, bu iktidarın herhangi bir yerinde ve düzeneğinde kadın-erkek eşitliği önermez, çünkü erkek egemen sistemde kadın-erkek eşitliği, erkeğin belirlediği bir sistemin işbölümü içinde rollerin paylaşılması ölçüsünde bir eşitlik olacaktır. Woolf sömürgeci erkek egemenliğin işgali altındaki dünyada yaşanabilecek kendine ait bir yer, kelam, üretim önerir. Adorno “Yanlış hayat doğru yaşanmaz,” demişti. Woolf da şöyle der gibidir: Sömürgeci erkeğin belirlediği bir hayatta, kadınca bir özgür ve eşit yaşam olamaz. Onun için edebiyat ve sanat üzerinden Kendine Ait Bir Hayat yaratılmalıdır.
Proust (Woolf’un tabiriyle, hem erkektir hem de kadın), sanat-doğa-tanrı-hakikati iç içe görmüş hafızanın sanat yoluyla zamanı yakalayabileceğini savunmuştu. Woolf, Kendine Ait yaratıcı bir yazınsal eylemle tıpkı Proust gibi, yeni bir zaman ve mekâna erişilebileceğini savunmuştu. Woolf’un önerdiği kendilik, kendiliğin bilinçli eylemi olarak sanat, kadın üzerinden yeni bir hayatı mümkün kıldığı kadar, erkeğin de egemen-katil-zorba-tecavüzcü düzenekten kurtulup insan-erkek olmasına imkân açar. Hani bir zamanlar sömürgeci devletler tarafından sömürgeleştirilmiş uluslarla ilgili “ezilen ulus özgür olmadıkça, ezen ulus da özgür olmaz” sloganında ifade edilen yalın hakikat, kadın-erkek ilişkisinde de geçerlidir.
Afganistan’daki savaş ağasının, Berkeley veya Selçuklu Üniversitesi’ndeki öğretim görevlisinin, Mersin’deki dolmuşçunun, Kocaeli’deki öğretmenin, kızına şehvet duyduğu için Diyanet’e başvuran babanın, itiraz eden eşinin yüzünü paramparça eden “mafya babası”nın, erkektaş futbolcuların, sanatçıların... hikâyesi, bir sömürgeci-sömürge hikâyesidir. Bu hikâyenin yargı ayağındaki “iyi hal” dramaturjisi, bir istisna değil, bir zihniyetin tezahürüdür. Sömürgeci, sömürgeyi hak görür; bunun nedenlerine ve bu nedenlerin kuram ve kurumlarına sahiptir. Sömürgeci her türlü “fedakârlığı”, “anlayışı”, “merhameti”, “hoşgörüyü” göstermiş ancak karşılığı “kalleşçe”, “haince” bir başkaldırı olmuştur! Sömürge böyle davranmakla her türlü cezayı hak etmiştir! Özgecan’ın tecavüz edildikten sonra paramparça edilerek katledilmesi, Cansel’in uğradığı tecavüzler silsilesi sonrası canına kıyması, ünlü futbolcunun eşinin paramparça yüzü, bu diyalektiğe dairdir. Bu diyalektikte abi, koca, baba, reis, sevgili olarak erkeğin temsil ettiği şey iktidardır. Kadın için çözüm, bu iktidar diyalektiğinde eşitlik değil, Kendine Ait Bir Oda inşa etmektir. Aksi takdirde kendine ait bir villası, ofisi, çiftliği, kariyeri olması, radikal bir değişime yol açmayacaktır. Tüm iktidarları mümkün, meşru, sürekli ve yasal kılan, erkeğin kadın üzerinde kurduğu iktidardır. Gerçek bir Devrim’e yol açacak olan, düzenekleri hakikaten değiştirecek olan da, Cinsel Devrim’dir. Çünkü bütün karşıdevrim sistematiği, kadının körleştirilmesi, bastırılması, talan ve işgal edilmesi üzerine kurulmuş ve devam eder haldedir.
Sanat-devrim ve Woolf
Özgürlüğün ütopyası, praksisi estetiktir. Marcuse’nin belirtiği gibi, özgürleşmenin enerjisi, devrimi beklemektedir. Bu bekleyiş, yaratının gelişme zeminidir. Bu, yıkıcı üretkenliğin karşıtıdır. Yıkıcı üretkenlik her zaman erkek egemenliğinin gözle görülür şekli olmuştur. Özgür bir toplum, erkek egemenliğin “kesin olumsuzlanması” olan dişi bir toplum olacaktır. Anaerki’nin hiçbir türüyle yapılabilir bir şey değildir bu, kadının anne olarak imgesi kendi içinde baskıcıdır; bu imge biyolojik bir olguyu etik ve kültürel bir değere dönüştürerek kadının sosyal ezilmişliğini destekleyip onaylar. Ataerkil saldırganlığın zayıflatılması, erkek egemen toplumda Eros’un saldırganlığın üzerine çıkması ve erkeğin “dişileşmesi” anlamına gelir.
Sanat Proust’un belirttiği gibi her şeyden önce bir hatırlamadır. Araçsal akıl ve duyusallığa karşı, yeniden ortaya çıkan kavram öncesi deneyim ve anlatıya başvurur. Düşünsel çabanın uç noktaya vardığı sanat tabuları yıkar; bastırılmış rüyalara, hatıralara ve özlemlere ses, göz ve kulak olur. Marcuse’nin belirttiği gibi yanılsama sanat yapıtında değil, gerçekliğin kendisindedir. Bu yapıt, yapısının temelinde başkaldırıdır, bu nedenle betimlediği evrenle uzlaşması düşünülemez. Sanatın yapısında dönüştürücü bir olanak vardır. Bu dönüşüm, iktidara sonsuz imkânlar sunan dönüşümün aksine aşırı politik alanı sınırlayan, ifşa eden ve ona karşı direnme potansiyelini artıran bir dönüşüm yetisidir. Sanat tam da bu niteliğinden dolayı devrime alan açar, imkân tanır, ancak onunla özdeş değildir; özerkliğini, sunduğu tüm imkânlara rağmen ilkin Devrim’e karşı korur. Aksi takdirde eleştiri ve dönüşüm gücünü yitirmekle kalmaz, devrimin kanla yozlaşmasında bir propaganda aracı durumuna düşer. Sanat devrimi temsil etmez, devrimi içerik ve biçim olarak estetik bir biçimde dile getirir. “Devrimin hedefleri, huzur ve özgürlük dünyası, tamamen apolitik bir ortamda, güzelliğin, uyumun yasaları altında ortaya çıkar.” Sanat ve devrim ilişkisi bir karşıtlar birliği, hasmane bir birliktir. Sanatın boyun eğeceği tek otorite kendi özerkliği ve özgürlüğünün otoritesidir. Sanat ve devrim, “dünyayı değiştirme”de, özgürleşmede birleşir. Dur durak bilmeden estetik yıkım -sanatın esas işlevi budur. Sanat ile devrim arasındaki gerilim tam da bu nedenle azalmaz, ikisi uzlaştığı an ikisi de yozlaşır. Sanatın durmadan eleştirmesi, devrimin pratik politikası ile çatışmayı zorunlu kılması, sanatın, devrimin ruhuna duyduğu sadakatten beslenir.
Hatırlanan “kök” nostaljiye değil, geleceğin bugününe dairdir. Yitirilmiş cennet, bugünde hatırlanandır. Hatırlananın anlattığı, cehennemî bir sömürgeciliğin tüm dünyayı kapladığıdır. Woolf sanatla bu cennetin nostaljisini değil, Kendine Ait bir yerin bugünde inşasını önerir. O ve milyonlarca kadındaşı, hayata kattıkları kelimeler, rejimler, şarkılar ve klamlar ile Kendilerine Ait bir dünya inşa ederek, erkeklere, sömürgeciliğin her türlü açık ve gizli, doğrudan ve dolaylı, bilinçli ve bilinçsiz suçundan kurtulma imkânı tanırlar.
Bugün erkeğin anlatısı tarafından unutulup gitmiş olsa da, Rift çukurundan siyah bir kadının özgürlük tutkusu ve cesaretiyle çıkmış, açlıktan kırılmak üzereyken onların bir buğday tanesinden buğday ve arpa tarlaları yaratmasıyla doymuş ve tüm kıranları, onların rahimlerinden yeniden çoğalarak aşmıştık...
Kaynakça
Canetti, E. Kitle ve İktidar. Çev. Gülşat Aygen. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014 (6. Baskı).
Marcuse, H. Eros ve Uygarlık. Çev. Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul, 1995.
Marcuse, H. Us ve Devrim. Çev. Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul, 2013 (3. Baskı).
Marcuse, H. Estetik Boyut. Çev. Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul, 1995.
Proust, M. Kayıp Zamanın İzinde. Çev. Roza Hakmen. YKY, İstanbul, 2013 (2. Baskı).
Woolf, V. Bir Yazarın Güncesi. Çev. Fatih Özgüven. İletişim Yayınları, İstanbul, 2013 (4. Baskı).
Woolf, V. Kendine Ait Bir Oda. Çev. Suğra Öncü. İletişim Yayınları, İstanbul, 2013 (14. Baskı).
Woolf., V. Dalgalar. Çev. Oya Dalgıç. İletişim Yayınları, İstanbul, 2013 (9. Baskı).
Woolf, V. Granit ve Gökkuşağı. Çev. İlknur Güzel. İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.