Diyarbakırspor, 24 Ağustos'ta oynanan lig maçında sahasında Fenerbahçe’ye 3-1 yenildi. Maç esnasında stat içine çok sayıda yabancı madde atılırken, maç sonunda bir grup polisle çatıştı. Polis biber gazı ve tazyikli su kullandı. Çok sayıda kişi gazdan etkilenerek fenalaştı.
Olaya tepki gösteren Diyarbakırsporlu taraftarlar, olay çıkartan grubun kendileriyle ilgisi bulunmadığını, olayın provokasyon olduğunu söylediler. (Bianet-25.08.2009)
Vukua gelenler Bianet’in aksettirdiğinden biraz daha fazlası idi. Kamerun’dan, İspanya’ya dünyanın pek çok yerinde sıklıkla karşılaşabildiğimiz artık nerdeyse vaka-i adiye’den olduğu üzere tribün cemaatinin birikimiş öfkesi bu defa da Diyarbakır Atatürk Stadyumunda infilak ediverdi. Kimileri vukubulmuş olanın şehir/bölge halkının Galatasaray sevgisinden kaynaklanmış sportif saiklere dayanan bir taşkınlık olabileceğini kimileri bölge gerçeklerinden muzdarip bölge gençlerinin öfkelerini,isyanlarını dışavurabilecekleri bir mecra( stadyum bu kadar rahat bu kadar kalabalık olabilecekleri ender yerlerden.) bulmuş olmalarından kaynaklanabileceğini ileri sürdü. Bunlar kısmen doğruluk payı bulunan önermeler. Kimileri bunun bir provokasyon olduğunu söyledi; Provokasyonun her türlüsüyle yaşamaya alıştırıldığımız bir ülkede bu da uzak bir ihtimal değil.Kimileri ise habis milliyetçi nefretlerini/zehirlerini akıtabilecekleri yeni bir fırsat bulmuş olmanın sevinçiyle ifritlerini üzerimize bir kez daha boca ettiler.
Şehir halkının tamamı değilse de esaslı bir bölümünün birtakım kabul edilebilir gerekçelerden ötürü – kulübün yıllarca şehirde görevli mülki amirlerce himaye edilmesi gibi - Diyarbakırspor Kulübü’ne olan uzaklığı, muhabbetsizliği. Diyarbakır Atatürk Stadyumu’nun kimi siyasi taleplerin dillendirildiği bir mekan olarak kullanılagelmişliğinin yokluğu. O gece hem stadyum içerisindeki hem stadyum dışarısındaki nümayiş olaylarına katılımcıların azlığı itibarlarıyla olayların siyasi nedenlerle vuku bulmuş olduğunu iddia etmek yanlış ve mübalalı olacaktır. Ancak olmuş olanların hiçbir siyasi nedene dayanmamış olduğunu iddia etmek de bir o kadar eksik ve yanlış olacaktır. Psikolojik yönüyle çoğu kez anlamsız bir görünüş arzedilebilen şiddet; Nedenleri yahut saikleri ne olursa olsun her zaman doğru yerlerde, müsebbip hedeflere yönelik olarak temayyüz etmeyebilir. O gece o çocukların o kadar hiddetlenmiş olabilmelerinin kendilerini amaçlarını gerçekleştirmekten ve düşündüklerin ulaşmaktan “alıkonmuş” , yoksun bırakılmış, “sürekli olarak engellenmiş” hissetmeleriyle kuvvetle bağlı. Yani; o gece o çocukların o kadar hiddetlenmiş olmalarının, oniki (rakamla 12) yaşında onüç (rakamla 13) kurşun sıkılmış bir çocukla, ondört (rakamla 14) yaşında Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanan çocuklarla, 23 nisan günü asayişi bozduğundan kafasına dipçik indirilen bir çocukla, namlı hapishanelerdeki; Filistin askılarıyla, "altıncı kıta üçüncü mısra başla ulanlar”la, Otuzüçten biriyle, Etimesgut’tan kalkan teyyarelerle, dipsiz kuyularla, olağanlaşmış hallerle, özel hareketlerle, gizli istihbarat teşkilatlarıyla, yalanlarla, yasaklarla, inkarlarla, sürgünlerle, evden çıkıp dönemeyenlerle, çıkıp da dönmeyenlerle çokca ilgilisi var. Elbette bu onlar için beğenir ya da beğenmezsiniz Serhildan’ın bir parçası.Ve o gece orda olan olmayan memleketin herhangi bir yerinde, her yerinde tetik duran bu / bu gibi çocukların hiddeti: Cumhuriyeti böyle tasarlayan, böyle kuran, daha sonra böyle sevk ve idare eden, yumuşak lafzına rağmen ırkçı bir faşizme çabucak meyledebilen, elbette karmaşık, zorba zihniyet; Utanmak ve korkmak zorunda bırakılan alevilere, gitmek zorunda bırakılan rumlara, gizlenmek ve öfkelenmek zorunda olan müslüman tarikat müritlerine, horlanan eşcinsellere, kekeleyerek tekrarlayan Felsefe ve Hukuk talebelerine, sendikasız ve yoksul bırakılmış işçilere,( ki onlar çok uzağında şık hukuk bürolarının, çok uzağında Milli kütüphanelerin, gösterişli kitapevlerinin ve çok uzağında Edward Said’lerin, Tarık Ali’lerin, Tershanelerde, kot taşlama atölyelerinde öldürülmektedirler.) Başka bir halkı asimile etmek için "zorunlu” gönderildikleri Kürdistan dağlarında, ovalarında düşekalmış erlere, sürülen,süründürülen, sindirilen, hapsedilen, öldürülen sosyalistlere, Hülasa; hiçbir vakit ”bir bütün” olamamışlarsa da bütün bir Türkiye halklarına karşı işlediği suçlardan ve günahlardan ötürü topyekün mahkum edilmedikçe (ki bu mahkemelerde çözülebilir gibi bir iş degildir) dinecek/ dindirelebilecek falan gibi de değil.
Pekala sakinleşim ama inanın ihtiyacımız olan bu degil. İhtiyaçımız olan: EVET İSYAN!
Galiba burada bazı noktaları dile getirmek gerekiyor. Söylediklerimin aşırı, kaba, indirgemeci, en iyimser ifadeyle heyecanlı bulunabileceğinin tamamen farkındayım. Ama ben de tıpkı Edward Said’in dillendirdiği gibi düşünüyorum: “bu girişimlere böyle bakılması mevcut kültürel anın bir yönü bence; bu anda eleştiri faaliyetinin toplumsal ve tarihsel ortamı, mülayim (özgür, apolitik, ciddi) bir bütün olarak nitelendirilemeyecek (genel ve taraflı terimlerle betimlenemeyecek kadar karmaşık) ve bir şekilde tarihin dışında olduğu düşünülen bir bütünlüktür. Yani – sırf eleştirel inat yüzünden – denenmesi gereken şey tam da mevcud hakim kültürün daha en baştan uygunsuz görmeye mahkum ettiği bu türden genellemeler, bu türden siyasi betimlemeler, bu türden toparlamalar yapmakmış gibi geliyor bana.” Bana da!
Pekala sakinleşelim ve konumuza dönelim:
Ama nasıl oluyor da bu maçtakinden daha azgın bir hiddet Ali Sami Yen’de tek kabahatleri o sezon şampiyon olmuş olmak olan Fenerbahçeli futbolculara yönebiliyor ya da geçen sezonunun daha ilk haftasında oynanan Trabzonspor-Sivasspor maçının tehir edilmesine neden olacak saha içi ve dışı olaylar patlak verebiliyor ve saha dışı gerilimin Diyarbakır kadar yüksek olamadığı/olamayacığı daha pek çok yerde sıradan futbol müsabakalarında şiddet seli patlayabiliyor?
Futbol oyunun doğasında taşıdığı gerilim ve sertlik, Futbolun bir takım oyunu olması nedeniyle ”öteki” yaratımına elverirliği, stadyumların mimarileri itibariyle kişileri kalabalık içinde anonimleştiren böylelikle kişileri olağan koşullardaki hallerinden daha rahat daha pervasız kılan yapıları, bizim gibi ülkelerde stadyumların sakin insanları dahi çileden çıkarabilecek fena fiziki koşulları, kolluk kuvvetlerinin şiddeti tahrik edici tutum ve davranışları, Kulüp yönetimleriyle çıkar ilişkileri içersindeki çeteleşmiş taraftar grubları, yalnız kazananın var olabildiği bir ‘gösteri işine’ dönüşen futbolun gitgide sporun erdemlerinden soyunması, hep komplo teorileri peşinde koşan, sürekli başkalarını suçlamayı, sağa sola tehditler savurmayı adet edinmiş mafyöz kulup yöneticileri, zaman zaman işi kendi oyuncusunu dahi tartaklamaya kadar vardırabilen asabi teknik direktörler, sonu gelmez yoğun maç takvimleri içerisinde kazanmak hep kazanmak, iyi değil en iyi olmak baskınlarıyla sinirleri, bünyeleri harap edilen öyle ki; aleyhinlerine çalınmış ihtilaflı bir taç düdüğüne bile evi barkı yıkılmışcasına hezeyan edebilen luzumundan gergin futbolcular. Türkiye gibi ülkelerde spor kültürünün kurumlaşmamış olması, Spor medyasının manipülatif, provokatif, abartılı, rezalati nimet bilen yayın anlayışı. Kullandığı ağır cinsiyetçi, yoğun rekabetçi, saldırgan milliyetçi söylem diye sıralabilecek pek çok özgün sebeble beraber galiba şunun için ayrı bir paragraf açmak lazım:
Ama belki daha evvel şu ikisine değinmeden geçmemeli: Stadyumdaki şiddet memleket dahilinde gittikçe büyüyen toplumsal adeletsizliğin, derinleşen gelir eşitsizliğinin beslediği şiddet potansiyelinin yalnızca bir aksi ve hiç de medyanın öyle iştahla abartığı gibi ‘’terör’’ mahiyetine erişmiş değil. Futbol sporu tabiatından kaynaklı pek çok hasletiyle –herkesin oynayabileceği kadar basit bir oyun olması, oynanmaması için özel alanlara, özel malzemelere gerek duyulmaması gibi.- Bir yoksul sporu olagelmiştir. Futbol oyunu en azından modern futbol varoluşunu ve gelişimini yoksul emekçilere borçlu. Ona ruhunu üfleyenler yine yoksul emekçiler olmuştu. Dünyanın en eski futbol kulüplerinden Stoke City’nin demiryolu işçilerince, köklü Almanya kulübü Schalke 04’ün kömür madeni işçilerince daha pek çok kulübün işçilerce kurulmuş olması tesadüf olmasa gerek. Hala da futbol seyircilerinin büyük bölümü alt ve orta sınıflardan gelmektedir. İşte bu hakikate kasıtlı bir vurgu yaparak stadyum şiddetini zaten toplumdaki çoğu fenalığın faili saydığı bu “kaba, cahil heriflerin” üzerine yıkmak isteyen fikriyatın aksine lüks/modern eğlence komplekslerine (buna stadyum civarlarını bu projelere uygun olacak şekilde dönüştürülmesi de dahil) dönüştürülen/ dönüştürülmek istenen stadyumlarla, şifreli televizyon yayınlarıyla birlikte futbol alt ve orta sınıflardan insanlar için bütçelerini zorlayacak bir mâli külfeti göze alarak dahil olabilecekleri bir eğlence yahut az görüntülü çok lakırdılı futbol programlarına razı olacakları bir televizyon eğlencesi. Yukarıda saydığımız gelişmelerden ötürü futbol çok bir vakitttir üst – orta sınıf eğlencesi olma yoluna girmiş durumda. Her ne kadar içinde bulundukları sosyal-ekonomik koşullardan ötürü yoksul kesimlerin şiddete daha yatkın olabileceği, şiddet kullanımının bu kesimler arasında daha yaygın olduğu doğruysa da bunun bir kesinlik, ”kaçınılmazlık” ifade etmeyeceği de bir hakikat üstelik şiddeti tetikleyebilecek pek çok neden ve değişkenin olabileceğini, sosyal rekabetçiliğin, bireyciliğin gizil bir şiddeti, toplumumuzun kültürüyle nerdeyse içselleşmiş şiddet alışkanlıklarıyla birleşerek sürekli olarak harladığını, tatminsizlik, tedirginlik gibi hislerin artık farklı sosyal sınıf ve kesimlerden pek çok kişiyce paylaşıldığını gözden kaçırmamalıyız. Hülasa stadyumlarda hasıl olan şiddet; Eşine kafa atan ekonomistin, yine eşinin yüzüne idrarını boca eden dilbilimcinin, sevgilisini doğrayan güvenlikli site sakinin, akademisyen annesini kesen üniversiteli kızın, linç girişimlerini ”halkımızın güzel bir tepkisi” diyerek onaylan, muayyen kimi günlerde ”halkına” kapattığı meydanlarda muzaffer komutan edalarıyla gezinen Emniyet müdürünün, sosyal statüsünü örtülü bir şiddet aracı olarak kullanmaktan keyif duyan kibar hukukçunun, talebelerine karşı hor gören, alaycı tavırlar takınmaktan melun bir haz duyan üniversite hocasının şiddetinden külliyen azede, çok da uzak bir şey değil. Vip girişlerinden “şeref” tribünlerine, localarına, numaralı koltuklarına ulaşan itibarlı kibar insanların ideolojilerinin de gayet elverişliliğiyle nasıl fanatik bir deliliğe kapılabildiklerine defaat ile şahit olmamış mıyızdır?
Son söz yerine: Stadyumdaki şiddet; Al,çek,kopar, yüksel, sahip ol dünyasının doğası gereği yarattığı şiddetin sadece bir veçhesi. Kapitalizmin -umarım- son kertesi olan Neo-liberalizm, bize çok eski bir yasayı dayatıyor: ”orman kanunu”… Mülkün temeline gömülen adalet, güçlünün insafı ve derinleşen uçurumlar… Şiddet stadyumda, şiddet evde, okulda, işyerinde, sokakta, şiddet konuşurken, evet şiddet “kapitalizmin ruhunda” ve biri kulağımıza fısıldıyor: Ya barbarlık ya sosyalizm