İran Üzerine Kimi Sol Söylemlerin Trajedisi: Zizek, Petras... Mücadeleyi Yanlış Anlıyorlar

Seçim sonuçlarına yönelik darbe ve buna karşı gelişen başkaldırı ve başkaldırıya katılan seçmenlerin bastırılması, Batı medyasında, hem sağ hem de soldan pek çok analize konu oldu.. Daha çok Neo-con ideoloji ve reaksiyoner bakış açılarından mülhem Sağ, Şah'ın İran'ının yeniden inşası hayalleri görüyor ve bunalmış İran halkı arasında Amerikan/İsrail yanlısı yandaşlar arıyor; Doğu Avrupa tarzı bir Kadife Devrim istiyor.

Bu tür analizlerde ciddiye alınacak bir içerik bulunmadığından, eleştirel bir değerlendirmeyi pek de hak etmiyorlar. Zaten bunların İran siyaset ve toplumunun karmaşıklıklarını anlamalarını beklemek haksızlık olurdu.

Batı'daki sola gelince, burada da kafa karışıklığı çok yaygın. İlerici sol, başından beri İran sivil toplum hareketini açıkça destekledi. Znet, Campaign for Peace and Democracy, Bullet ve diğer medya, İran’daki sürecin karmaşık yanlarının anlaşılması için oldukça sağlam analizler sundu (Sözgelimi, http://www.zcommunications.org/znet/viewArticle/21919). Bazı entelektüeller, İran’lı muadilleriyle ortak bildiriler imzalarken, diğerleri sessiz kalmayı seçti. Ancak, rahatsız edici bir şekilde, soldan bazı kalemler–Hamas ve Hizbullah'ın eleştirilmeden anti-emperyalizmin şampiyonları haline getirildikleri Gazze ve Lübnan örneklerine benzer şekilde– İsrail ve ABD'ye karşı görünürdeki sert söyleminden ötürü, Ahmedinecad'ı baş tacı ettiler. Ayrıca kaba bir sınıf analizi üzerinden, Ahmedinecad, zenginlere karşı yürüttüğü ve fakir işçi sınıfının hayalî desteğini alan sözde kampanyası için dolaylı ya da dolaysız olarak yüceltiliyor. Bu analizler, dinamik İran sivil toplumu içerisinde cereyan eden sahici hareketi zayıflatıyor. Hareketin, demokrasi, siyasal ve bireysel haklar taleplerini, Batı propagandası tarafından kışkırtılan orta sınıf kaygıları olarak yansıtıp, olumsuzluyorlar - Bu görüş Hamaney, Ahmedinecad ve destekçileri tarafından da paylaşılıyor.

MRZINE VE İSLAMCILAR

Monthly Review'un bir uzantısı olan MRZine adlı internet dergisi, zaman zaman Holigan ve suçlulardan müteşekkil Besic'in (İslamcı millis kuvvetleri) propagandasını bile yaygınlaştıran tavrıyla, bunlar arasındaki en inanılmaz örneği teşkil ediyor(http://www.presstv.irdetail.aspx?id=98984&sectionid=351020101). Bu web sitesi, İslamcıların yandaşlarına geniş yer veriyor. Bu isimlerin solda konumlandıklarını söylemek neredeyse imkansız olsa da, siteyi yayımlayan solculardan takdir görüyorlar. Yazarlardan biri, İran'daki savaşın “refah reformu ve özel mülkiyet hakları” hakkında olduğunu iddia ederken, Ahmedinecad'ın, “İran'da şirketlerin çıkarları için istenen neo-liberal reformlara karşı en isteksiz” aday olması nedeniyle “yönetici sınıfı kızdırdığı” ve “İran'ın mali muhafazakar adayları” tarafından ateşe tutulduğunu belirtiyor (http://mrZine.monthlyreview.org/pourzal270609.html). Yazar, Ahmedinecad'ın Devrim Muhafızları'ndan arkadaş ve yandaşları ve onun Muhafazakar din adamı destekçileri tarafından kontrol edilen ayrı “şirket çıkarlarının” varlığından bahsetmekten ise kaçınıyor. Söz konusu edilmeyen bir başka konu, Ahmedinecad’ın, kamu işletmelerini yandaşlarına peşkeş çektiği “özelleştirme” politikalarını sadık bir şekilde izliyor olmasıdır..

1979 devrimi sırasında, Sovyetler Birliği doğrultusunda olan son dönem Tudeh Partisi, İslami rejimin bileşenleri arasında, boş yere, “kapitalist olmayan bir yol” ve “sosyalist eğilim” izleyecek “kapitalist olmayan” unsurlar arıyordu. Öyle görünüyor ki, MRZine dergisi de tüm İslami fraksiyonların her zaman sadık kapitalistler olduklarını anlamayarak benzeri bir arayış başlatıyor.

AZMİ BISHARA'NIN HAYALİ İRAN'I

Azmi Bishara, “Iran: Alternatif bir okuma” (http://weekly.ahram.org.eg/2009/953/op1.htm, MRZine'de yeniden yayımlandı) adlı makalesinde, İran'ın totaliter yönetim sisteminin diğer totaliter sistemlerden iki kesin biçimde ayrıldığını iddia eder: İlk olarak, “(Bu sistem), hakim düzen ve ideoloji içerisinde, oldukça yüksek bir demokratik rekabeti anayasal olarak kurumsallaştırmıştır.” Bishara, bu “rekabetin” sadece İslamcılarla sınırlı olduğunu; rejimin anti-demokratik kurumlarının, ılımlı Müslümanları, laik liberalleri ve solu da kapsayan tüm diğer unsurları dışladığı gerçeğini açıklamıyor.

Bishara'nın yaptığı ikinci ayrım ise “hükümetin kurumlarına hakim olan resmî ideolojinin, toplumun ezici çoğunluğunca benimsenmiş gerçek bir din” olduğudur. Eğer Bishara burada, İranlılarının çoğunluğunun Müslüman ve Şii olduğunu belirtiyorsa haklıdır. Ancak herkesin dindar olduğunu ve de bu din anlayışının, iktidardakilerin bağnaz köktenci anlayışıyla aynı olduğunu iddia ediyorsa kesinlikle yanılıyor. Ayrıca Bishara, İran'da çok sayıda laik insanın varlığını da göremiyor. Bu kesim, Müslüman çoğunluklu ülkeler arasında da en yüksek oranlardan birisine sahiptir.

Bişara, İran'daki “siyasi çeşitliliğe” ve “eleştiriye hoşgörüyü” ve “otoritenin barışçıl biçimde el değiştirmesini” övmektedir. İnsan, bu önemli Filistinli siyasetçinin bahsettiği İran’ın hayalî mi gerçek mi olduğundan emin olamıyor. Bishara, gerçekten de binlerce siyasi hükümlüyü ortadan kaldıran katliamları, entelektüellerin ardı ardına öldürülmelerini ve ülkedeki en yetenekli ve ilerici seslerin susturulmalarını duymamış olabilir mi? Seçimle değil, atamayla gelen on iki üyeden oluşan Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin, Başkanlık ya da Meclis seçimleri için sadece kendi güvendikleri adayların rekabetine onay verdiklerini; gerçek “otorite” Ruhani Önder'in değişmediğini ve tamamı mollalardan oluşan Uzmanlar Heyeti tarafından (fiilen yaşam boyu görev yapmak üzere) belirlendiğini bilmiyor mu? Halkoyuyla gelmeyen bu Önder, devletin baskı aygıtını yönetmekte ve 1993'ten beri hızlı sindirme operasyonları için devreye sokulan Ruhani Önder'e Bağlı Savunma Birimleri'ni (NOPO) kullanmaktadır. İşte tüm bunlar, hoşgörü ve demokrasi adına yapılanlar.

Bishara, devasa ve hakiki reform hareketini hafife alıyor ve “reform havasının gücüyle ilgili beklentilerin, Ahmedinecad karşıtı Batılı ve Batılı olmayan medya tarafından yaratıldığını” belirtiyor…Biraz olsun araştırsaydı kadın örgütleri, gençlik, öğretmen ve bazı işçi grupları tarafından yürütülen devasa kampanyalardan haberdar olabilirdi. Bizi, “elitizm” ve “kibirli sınıfçı ağız”a karşı uyardığı gibi, bu hareketleri, “orta sınıf tabanlı” hareketler olup “bu insanların, gençliğin çoğunluğu değil, belirli bir sınıfa mensup gençliğin çoğunluğu olduklarını” belirtiyor. Toplumun fakir kesimlerinden gelen gençliğin Ahmedinecad'ı desteklediği iddiasını ise hangi veriye dayandırdığı merak konusu.

JAMES PETRAS MESAJI: ÖZGÜRLÜK "ZARURİ" DEĞİLDİR!

En şaşırtıcı yazılardan biri ünlü ve tartışmalı sol yazar ve akademisyen James Petras'tan geldi. “İran seçimleri: Çalınmış Seçim Palavrası” (Iranian Elections: 'The Stolen Elections' Hoax” (http://www.globalreach.ca/PrintArticle.php?articleId=14018) adlı yazısında Petras, İran seçimlerinde hiçbir yanlışın yapılmadığını iddia ediyor ve küçük İran kasabalarının demografik ayrıntılarına, hiçbir tecrübe ve saygınlığının olmadığı bir alana, kendinden emin bir şekilde atlıyor.

Seçimlerde gerçekleştirilen büyük çaplı hilelerle ilgili gerçekler ortadayken, onun kanıt ve “kaynaklarını” çürüterek vakit harcamayacağım; bunun yerine analizine yoğunlaşacağım. Petras'ın yazısındaki en şaşırtıcı taraf; kandırıldıklarını anlayınca kendiliğinden sokaklara dökülerek hayatlarını tehlikeye atan çok sayıda cesur kadın, genç, öğretmen, kamu hizmetçisi ve işçinin demokrasi, insan hakları ve siyasi özgürlükler için amansızca başlattıkları kampanyaya karşı herhangi bir sempatinin eksikliğidir. Petras bunun yerine, yazısını “rahat üst sınıf bölgelerinden”, “iyi giyinimli ve İngilizce'yi akıcı konuşabilen” gençlikten bahseden referanslarla dolduruyor. Petras yazısında, kadınlardan bir kez bile bahsetmediği gibi, onların recm, çokeşlilik ve yasal cinsiyet ayrımı gibi en bağnaz uygulamalara karşı verdikleri muhteşem mücadeleyi anımsamıyor. Birçoğu şimdi tutuklu olan sendika aktivistleri, yazarlar ve sanatçılardan da bahsedilmiyor.

Vurgu, bunlar yerine kaba sınıf analizine yapılıyor: “Seçimin demografisi gerçek bir sınıf kutuplaşmasını ortaya koyuyor: Yüksek gelirli, serbest piyasa odaklı kapitalist bireylere karşı tefecilik ve vurgunculuğun dinsel gelenekler tarafından sınırlandığı “moral ekonominin” toplum tabanlı destekçileri olan işçi sınıfı, düşük gelirliler.” Petras bundan daha fazla yanılmış olamayacağı gibi yanıltıcı da. Bu tabii ki geleneksel sınıf mücadelesi paradigmasına (hayalî bir İslami ekonomi çeşnisiyle hem de!) uyacaktır; ancak gerçek, anlatılan bu durumdan farklı. Sanayi kurumlarını, ticari tekelleri ellerinde tutan, büyük arazilere sahip pek çok Devrim Muhafızı olduğu gibi, her iki tarafın Ayetullahları da “piyasa odaklı kapitalistlerdir.” İşçilere gelince; onlar her iki tarafta da mevcutlar. İş görmeyen iktisadi uygulamalar, gittikçe artan, yüzde 30’larda seyreden enflasyon, yaygınlaşan işsizlik ve sendikaların sindirilmesi birçok işçiyi Ahmedinecad'ın karşısına çekti. İran Khodrow İşçileri'nin (oto sanayii) devletin beceriksiz stratejilerine karşı yayımladığı bildiriler, Tahran Toplu Taşıma çalışanlarının verdiği uzun mücadele ve grevler, seçim sonrası isyanlara verdikleri destek, işçilerin Ahmedinecad karşıtı tavırlarına örnek teşkil ediyor. İki tarafın da suiistimal ve yolsuzluklara bulaştıkları anımsanırsa, İslamcı “moral ekonomi”den bahsetmek biraz safça. Bu yolsuzluklar, iki tarafın da birbirini ifşa ettiği münazaralar fiyaskosu aracılığıyla ortaya çıkmıştı.

Durumu algılamaktaki sınırlılığıyla Petras, “Muhalefetin seçmen desteğinin bu denli sınırlı olması, bu karşı çıkışın, halkın gündelik hayattaki dertlerinden ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor” diyor. Öncelikle, pek çok diğer gözlemci gibi, muhalefetin değişik grup ve kategorileri arasında bir ayrım yapamıyor. Daha da kötüsü, İranlı kadın, genç, sendika aktivisti, entelektüel ve sanatçılara, siyasal ve bireysel haklar, insan hakları, demokrasi, cinsiyet eşitliği ve işçi hakları konusundaki istek ve “tasalarının” “hayati” olmadığını söylüyor. Öyle görünüyor ki, Petras, İran soluna şu mesajı veriyor: “Rofagha (yoldaşlar), eğer hapishanelerde işkence görüyor ve çürüyorsanız, eğer kitaplarınız yakılıyor ve mesleğinizden atılıyorsanız merak etmeyin, çünkü “işçi sınıfı” devlet tarafından yapılan nakdi ve ayni yardımları alıyor! Profesör Petras ve onun gibiler kendi özgürlük ve ayrıcalıkları söz konusu olsaydı bu kadar bağışlayıcı olmayabilirdiler!

Sol, tarihsel olarak hep ilerici hareketler, kadın hakları ve sendika haklarıyla birlik içinde olmuştur; sesi, her şeyden önce bir özgürlük çağrısıdır. Solun bir kısmından bugünlerde duyduğumuz sesler ise trajik bir şekilde gerici. Anti-emperyalist ve anti-kapitalist oldukları gibi yanlış bir kabulle bu kökten dincilere deste vermek, tarihin en gerici güçleriyle bir olmak anlamına gelir. Bu, her zaman gelişmenin güçleriyle birlikte olmuş ilerici sol değil, gerici bir soldur.

ZIZEK DE ÖNEMLİ BİR NOKTAYI KAÇIRIYOR...

Yeni solun önemli seslerinden olan Slavoj Žižek, çok beğenilen ve elden ele dolaştırılan bir yazısında, İran'daki olaylara dair ortaya konulan yorumları yeniden değerlendiriyor. (http://itself.wordpress.com/2009/06/24/will-the-cat-above-theprecipiece-fall-down/). Žižek, “Musavi destekçileri, hareketlerini 1979 Humeyni devriminin tekrarı ve o devrimin köklerine dönerek, daha geç devrindeki yolsuzlukların geri alınması olarak değerlendiriyorlar” yorumunu yapıyor ve ekliyor: “Burada Humeyni devriminin zamanla aldatılmış partizanlarının gerçek ve halk destekli ayaklanması” ve “Humeyni devriminin 'ezilmişlerinin geri dönüşü'yle karşı karşıyayız”…

Žižek, 1979 devrimi zamanındaki “Humeyni partizanları”yla, gerek liberal gerek solcu dindar olmayan, laik unsurlar arasında bir ayrım yapmıyor. Bu unsurlar devrimi başlatmış ancak başka alternatiflerin yokluğunda, Humeyni'nin liderliğini kabul etmişlerdi. Bizi bazen umutsuzluğa iten bu gerçeğin anlaşılamaması, büyük bir yanlışlık. Aynı yanlış mantıkla, Žižek, bugünkü hareketin tümünü Musavi destekçiliğine bağlıyor: “Musavi, Humeyni devrimini devam ettiren popüler rüyanın yeniden canlanmasını temsil ediyor”. Bu bağlamda “1979 devriminin sadece aşırı İslamcı bir ele geçirmeye indirgenemez” olduğuna kanaat getiriyor Žižek. Bunu desteklemek içinse de “devrimin ilk senesinin inanılmaz hareketliliğinden” bahsediyor. Aslında, Amerikan Konsolosluğu'ndaki rehin alma olayından önceki “hareketlilik” Humeyni'nin partizanları dışındaki kesimlerin faaliyetlerinden kaynaklanıyordu: İşçi Konseyleri hareketinden, Fedai’lerin mücadelelerine; Kürdistan ve Gonbad'daki diğer solcu örgütlerin direnişlerine, oradan da kadın ve üniversite tabanlı hareketlere. Bunlar, Humeyni ve yandaşlarının güçlerini henüz sağlamlaştırmadıkları bir zamanda gerçekleşiyordu. Rehine Krizi ve İran-Irak savaşının başlamasından sonra, İslami yapılanma iktidarı bütünüyle eline geçirdi.

Tüm bunlar, Žižek'in, “İslam'ın gerçekten de özgürleştirici bir potansiyele sahip olduğu” fikrine kapılmasına neden oluyor. Ancak Žižek'in görmediği şey, Musavi'nin bir Muhafazakar İslamcı olduğu ve dolayısıyla bu “özgürleştirici potansiyel”in ona pek uyamayacağı. Muhammed Şabestari, Mohsen Kadivar, Rıza Alijani ve Hasan Aşkavari gibi dinle devletin ayrılması gerektiğini düşünen ve bahsedilen özgürlükçü potansiyele gerçekten de sahip olabilecek yeni nesil bir Müslüman entelektüel kesiminin varlığı şüphe götürmezse de Humeyni ve Musavi gibiler için bu tür sözler anlamsızlaşıyor.

1979 devriminin yarım kalmış bir girişim olduğu ve demokrasi, siyasi özgürlükler ve sosyal eşitlik alanındaki temel taleplerinin gerçekleştirilemediği su götürmez. Ancak nasıl bugünkü taleplerin hepsi Musavi'nin değilse, bu istekler de Humeyni'nin istekleri değildi.

İran'da bugün yaşananlar, seçim yolsuzluklarıyla tetiklenmiş olsa da temelleri çok daha sağlam olan, otuz yıllık gerici, gaddar bir dinî yönetime karşı kızgınlıkla dolu insanlar tarafından kendiliğinden ve akıllıca kotarılan ve tamamen bağımsız bir başkaldırıdır. Ruhban sınıfı ve onun içeride ve dışarıdaki destekçilerini üzecek bir şekilde, İran sivil toplumu, seçim anını, güçlü ileri adımlar atmak için ustaca değerlendirmiştir. Bu insanlar ne İslamcı rejim hakkında ne de kendilerinin yapabilecekleri hakkında yanılsamalar içerisindedir. Stratejileri, İslamcı rejim ve onun hegemonyası yerine yavaş yavaş ve şiddet kullanmadan, laik ve demokratik bir rejim getirmektir. Bu, oldukça önemli, hassas ve zahmetli bir hesaplaşmadır. Batı solundan ciddi destek almaları elzemdir. Böylece, demokrasi ve yurttaşlık haklarına önem vermeyen sol anlayışların tuzağına düşmeyeceklerdir.

Saeed Rahnema, York Üniversitesi, Kanada'da Siyasi Bilimler profesörü. Memleketi İran'da, Tahran'daki Sanayi Yönetimi Enstitüsü’nde ders vermekteydi. İran Sol Hareketi’nde Sosyal Demokrasi’nin Yeniden Doğuşu ve Devrim’den sonra İran: Bir İslam Devletinin Krizi, yayımlanmış kitapları arasındadır.

ZNet'ten çevrilmiştir