Enerji Antlaşmalarının Türk Dış Siyasetindeki Yeri

“Dış politika her zaman ve her yerde iç politikanın bir devamıdır, çünkü aynı egemen sınıf tarafından yürütülür ve aynı tarihsel hedefler peşinde koşar.”[1] Bu soyutlama üzerinden emperyalist (erken kapitalist, gelişmiş, merkez) ülkelerin ve (varsa eğer) işçi devletlerinin dış siyasete ilişin yönelimlerini belirlemek; iktisadi, diplomatik ve/veya askeri açıdan bağımlı ülke sınıflandırmaları içinde yer alan öteki ülkelerinkini (bundan sonra bağımlı ülke) belirlemekten görece daha kolaydır. Çünkü ilk kategorideki ülkeler dış siyaseti, kendi ülke sermayelerinin (işçi devletlerinde eğer devrimci ise dünya devrimi perspektifinin, eğer yozlaşmış ise bürokratik yönetici katmanın çıkarlarının) ihtiyaçlarına göre belirlemek zorundadırlar. Bu zorunluluk, bilindiği üzere emperyalist kamplaşma süreçlerini ve ardından da savaşlarını doğurur. Bu durumda, sermaye akışkanlığının kesildiği noktaları, düşen kâr eğilimlerinin sebeplerini ve bunları aşmak için sermayenin yapması gerekenleri tespit etmek – bir indirgemeyle – yeterlidir. Bağımlı ülkelerde ise ana belirleyen, elbette ülkenin bağımlılık biçimi ve kapitalist gelişmişlik düzeyidir.

Türkiye'nin dış siyasetini de yukarıdaki tanımlamalar üzerinden incelenebilir. Aynı şekilde, Türkiye'nin bağımlılık biçiminin iktisadi ve yarı-diplomatik açıdan olması[2] da bu dış siyasetin anlaşılması açısından belli bir güçlük doğurur. Çünkü dış siyaset, bu tip ülkelerde gelişen/gelişmiş “ulusal kökenli ülke sermaye”nin ihtiyaçlarına olduğu kadar “uluslararası sermaye”nin de ihtiyaçları ile uyum sağlamak ve belirli bir emperyalist güce yahut güçlere uyarlanmak durumundadır. Bu noktada ülke üzerinde iki yönlü bir gerilim oluşur. İlki ülke kapitalizminin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak, ülke sermayesinin ihtiyaçları ile emperyalizmin çıkarları çatıştığında oluşan gerilim. İkincisi ise, emperyalistler arası kaplaşmaların doğurduğu çıkar çatışmalarının ülke üzerinde yarattığı gerilim. Türkiye, Osmanlıdan miras aldığı tarihsel düstur gereği olsa gerek, ikincisinden faydalanarak ilkini, kendi çıkarları lehine çözümlemeye çalışmakta, deyim yerindeyse uzmanlaşmıştır. Sözgelimi, Nabucco Boru Hattı Projesi çerçevesinde yapılan uluslararası antlaşmanın hemen akabinde Rusya ve İtalya ile Güney Akım Projesi çerçevesinde bir anlaşma imzalanması bunu güzel bir biçimde betimler. Böyle bir anlaşmanın neden yapıldığını Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Türkiye'nin dış politikada temel tercihlerinden vazgeçmeksizin, hem kendi enerji güvenliğini sağlayabilmek hem de kendi üzerinden komşularının enerji ihtiyacını karşılayabilmek için”[3] şeklinde açıklamıştır. Güneydoğu Avrupa Topluluğu uzmanlarından Dr. Franz-Lothar Altmann bu örneğe şu şekilde yaklaşmış: “Bu gayet tabi ki ilk sırada Nabucco’ya karşı bir proje. (...) Türkiye’nin Avrupa’ya karşı güçlü bir kozu var şimdi. Şimdi ‘biz Rusya’yla da görüşüyoruz, size muhtaç değiliz’ diyerek bunu yapıyor. Bu son dönemde Ankara’nın uyguladığı bir taktikti, Nabucco’yla Avrupa üzerine baskı kurulmak istendi. Yani Avrupa’ya ‘biz sizin enerji güvenliğiniz için önemli bir faktörüz’ deniyordu. Şimdi buna bir de bu Güney Akım kozu eklendi.”[4]

Türkiye'de, dış siyaset üzerinde, yukarıda iki yönlü gerilim olarak ifade ettiğim, basınçlara başkaca iki etmeni daha eklemek gerekir. İlki, Türkiye'deki büyük sermaye gruplarının iktisadi çatışmaları ve ideolojik parçalanmışlığı (rejim krizinin süre giden niteliğini belirleyen başlıca etmenler). Diğeri dış siyaset üzerinde basınç oluşturan tarihsel etmenler (Ermenistan ve Yunanistan ile ilişkiler, vb.) ve tarihsel/güncel etmenler (hem iç siyasetin hem de Irak'ın kuzeyi münasebetiyle dış siyasetin ana belirleyenlerinden “Kürt sorunu”, vb.). Burada da ikinci bir çift yönlü gerilim yaşanmaktadır. Çünkü sermayenin iktisadi ve ideolojik parçalanmışlığın hem sonucu hem de sebebi olan kurucu, “laik”, bürokratik elit, tarihsel ve tarihsel/güncel sorunların “çözümünü” kendi kuruluş ve varlık temellerine yönelik bir saldırı olarak yorumlamaktadır. Oysa bu sorunların çözümü, sermayeye bir bütün olarak iktisadi çatışmalarını sonlandırabilecek bir uluslararası akışkanlık kazandırabilecektir.

Tüm bu bağlam içinde, ABD (başat emperyalist güç, hegemon ülke)'nin izlediği siyasetin seyri ve bu seyrin nedenleri/hedefleri; varsa eğer bu hedeflerle uyumsuzluk içinde bulunan ülkelerin aldığı konumlanışlar; bu seyrin/hedefin Türkiye'den beklentileri ve bu beklentilerin Türkiye'nin “ulusal” çıkarlarına etkisi; ve nihayet bu çerçevede Türk dış siyasetinin aldığı seyir, değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu eksende kendimi, Türkiye’nin son dönemde imzaladığı uluslararası enerji antlaşmaları ile sınırlayacağım.

TÜRKİYE'NİN ENERJİ POLİTİKASI

“1923 yılında Türkiye rafinerisi olmayan, petrol ve petrol ürünlerini dışarıdan satın alan bir ülkeydi. O yıllarda sanayinin henüz kurulmamış olması ve taşıtların azlığı nedeniyle petrol tüketimi de yok denecek kadar azdı. 2 Mart 1926 ‘da çıkarılan ilk Türk Petrol Kanunu ise devletçi bir sistem getirmekteydi. Bu dönemde; Ortadoğu’da petrol üreticisi ülkelerin milliyetçi ve devletçi politikalara geçmesi, dışa bağımlılığın azaltılmaya çalışılmasının da etkisi vardır.”[5] 2007 yılına gelene değin, yerli ve yabancı tüm aramalar dâhil olmak üzere Türkiye’de sadece 3100 sondaj yapıldığını, Türkiye’nin son 50 yılda kazdığını, sözgelimi Romanya sadece 5 ay içerisinde kazdığını da bu bilgiye eklemek gerek.[6] Bu durum Türkiye’nin enerji politikalarının her daim eleştirilen yanını oluşturmuştur. Sözgelimi, Necdet Pamir, 2003 yılında yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Bugün için tükettiği petrolün % 90’ını, doğal gazın ise neredeyse tamamını ithal eden Türkiye için bu gerçek, son derece yalın olarak ortadadır. Gelecekteki fiyat oluşumları üzerinde de hiçbir kontrolümüz olmayan ve genel enerji tüketimimiz içindeki toplam payları %65’ler seviyesinin altına düşmeyen bu iki kaynağın ithalatına, 2002 yılında 8,1 milyar dolar (ham petrol ve ürünlerine 5.3 milyar dolar, doğal gaz ve petrol gazlarına 2.8 milyar dolar) döviz ödeyen Türkiye, mutlaka ulusal kaynaklarını geliştirmek; petrol, doğalgaz ve kömür alanında, yıllardır durma noktasına gelen yurtiçi aramacılığını yeniden ve bir ‘master plan’ dâhilinde canlandırmak zorundadır.”[7]

Bu bağlamda Türkiye’nin belki bir “master plan” değil ama yine de özellikle 2007’den sonra yeni bir program dâhilinde hareket ettiğini vurgulamak gerekir. Sözgelimi, bu yeni programın da bir yansıması olarak, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nca hazırlanan Bakanlar Kurulu tarafından onaylanıp Resmi Gazete’de yeni yayımlanan ve 2010-2012 yıllarını kapsayan “Orta Vadeli Program” bunun bir göstergesidir. Planda yer alan vurgular, metnin başında ifade ettiğim iki yönlü gerilimler ekseninde de önem arz ediyor, “mevcut uluslararası konjonktür, ülkemizin ihtiyaç duyduğu yapısal reform sürecinin hızlandırılmasını gerektirmektedir”[8] ifadesinde olduğu gibi. Programın enerji politikalarına ilişkin kısmında ise öne çıkanlar ise, şu şekilde özetlenebilir: İlk olarak, elektrik arz açığının giderilmesi ve uzun dönemde enerji arz güvenliğinin sürdürülmesi. İkinci olarak, nükleer enerji santrallerinin yapımına başlanması. Üçüncü olarak, doğalgaza aşırı bağımlılığı azaltmak üzere yerli ve yenilenebilir kaynakların kullanımına hız verilmesi ve nihayet dördüncü olarak, bölgede bulunan enerji (petrol, doğalgaz ve elektrik) kaynaklarının uluslararası pazarlara ulaştırılmasında Türkiye’nin transit güzergâhı ve terminal ülke olması için gerekli çalışmalar sürdürülmesi.[9]

Bu programın gerek nükleer enerji gerekse doğalgaza bağımlılığın azaltılması noktasındaki iflasını öngörebiliriz. Üstelik bu iflasın başlıca sebebi bu iki başlığın birbiriyle çelişiyor olmasından kaynaklı: “Daha önce yapılmış olan tüm alım-tarife garantili antlaşmalar ve ‘kullan ya da öde’ anlaşmaları, nükleer santrallerin önünü kesecektir.”[10] Bu garantili antlaşmaların ülke toplam kapasitesinin %51’ndenfazlasını teşkil ettiğini eklemeyi de unutmayalım.[11] Dahası, önümüzdeki on yıllık süreçte dünyadaki enerji alanındaki olası gelişmeler, doğalgaza bağımlılığın tüm dünyada giderek artacağını ve kömürü gölgede bırakacağını gösteriyor.[12] Bu durum Türkiye’nin Program harici reel siyasetine de kendini dayatmış durumda. Eskipazar-Karabük Ve Zonguldak-Çaycuma-Bartın Doğalgaz Boru Hattı (DgBH), Diyarbakır-Batman-Siirt DgBH, BOTAŞ’ın hâlihazırda süren projeleri. Hatay, Muğla ve Iğdır DgBH’leri ise yakın dönemde ihaleye sunulacak olanlar. Dahası var, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nca talep edilen “Kâhta DgBH”, “Gönen DgBH” ve “Diyarbakır-Batman-Siirt DgBH Projesi”ne ilişkin Fizibilite Raporları ile “Önerler-İpsala DgBH” Projesine ilişkin hazırlanan Ön Fizibilite Raporu ilgili mercilere sunulmuş durumda. Yani, bırakın doğalgaza bağımlılığı azaltmayı, bu bağımlılık giderek daha fazla arttırılıyor.[13]

Bu durumda, elimizde elektrik arz açığının giderilme meselesi ve Türkiye’nin transit güzergâh ve terminal ülke olması için gerekli çalışmaların sürdürülmesi kalıyor. Elektrik arz açığının giderilmesi meselesi çarpıcı bir örnekle anlaşılabilir: 2005 senesinde DPT elektrik enerjisi sektöründe 15 milyar metreküp doğalgaz ihtiyacı belirlemiş ama BOTAŞ aynı amaçla 30 milyar metreküp doğalgaz almıştı.[14] Bu sayede o yıl için bu arz açığı giderilmişti. Çözüm bu kadar basit işte!

Şimdi tüm bu bağlam içinde, Nabucco Boru Hattı Projesi’ni ve Güney Akım Projesi’ni değerlendirebiliriz. Aslında hâlihazırda Türkiye’nin bu iki gündem dışında da kimi önemli projeleri bulunuyor. Türkiye-Yunanistan-İtalya DgBH Projesi, Hazar Geçişli Türkmenistan - Türkiye - Avrupa DgBh Projesi, Mısır-Türkiye DgBH Projesi, Irak - Türkiye DgBH Projesi bunların başında geliyor. Yine de biz kendimizi gündemde yer tutan bu iki proje ile sınırlayalım ve bu antlaşmaların dış siyasette etkilerini sınayalım.

NABUCCA BORU HATTI PROJESİ

“Ortadoğu ve Hazar Bölgesi doğal gaz rezervlerini Avrupa pazarlarına bağlamayı öngören Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya Doğal Gaz Boru Hattı (Nabucco) ile ilk etapta güzergâh üzerindeki ülkelerin gaz ihtiyacının karşılanması, takip eden yıllarda ise Avusturya'nın Avrupa'da önemli bir doğal gaz dağıtım noktası olma özelliğinden de faydalanılarak diğer ülkelerin gaz taleplerindeki gelişmelere göre Batı Avrupa'ya ulaşılması amaçlanmaktadır. Yaklaşık uzunluğunun 3.300 km, kapasitesinin ise 25,5-31 milyar m3/yıl olması, 2013 yılında ilk kapasite ile devreye alınması planlanmaktadır. (…)Mevcut şartlara bakıldığında, Azerbaycan Şah Deniz, Türkmenistan ve diğer Trans-Hazar kaynakları ile İran gazının taşınması öngörülmektedir. Uzun vadede Irak ve Suriye üzerinden Mısır gaz kaynağı başta olmak üzere diğer çevreleyen kaynaklardan da gaz taşınması planlanmaktadır.”[15] Öngörülmektedir ve planlanmaktadır ifadelerine dikkat!

Öngörünün orada hangi ülkeler dikkat çekiyor, Ermenistan (diğer Trans-Hazar kaynaklarından biri(!) ve güzergâh üstünde) ve İran. Planlanmakta olanın orada kimleri görüyoruz, Suriye ve Irak (Irak petrollerinin büyük çoğunluğunun bulunduğu Kürdistan Özerk Bölgesi). Pekâlâ, bu durumda son dönem gündemde öne çıkan başlıklara bir bakalım; Kafkaslara bağlı olarak: Ermenistan'la ilişkilerin normalleştirilmesi, Karabağ sorununun Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çözümü için adımlar atılması. Ortadoğu'ya bağlı olarak: İsrail ile Filistin, Suriye ve Lübnan arasında ara buluculuk, Irak'ın kuzeyinin himaye altına alınması, Türkiye'deki Kürt sorununun “çözümü”. Ayrıca son dönemde Irak hükümeti ile Suriye arasında ciddi bir gerginlik olduğunu ve Türkiye’nin araya girdiğini hatırlatmak yararlı olacak. Burada Irak’ın, Suriye’yi Şii kökenli direnişçileri kışkırttığı yönünde suçladığına da dikkat çekmek gerek.

Yani son dönemde gelişen bir dizi sürecin bir nedeni de bu proje(ler).[16] Metnin giriş kısmını hatırlayalım, Türkiye’nin dış siyaseti aynı zamanda, emperyalizmin de siyaseti olmak durumunda (iki yönlü ilk gerilim). Dahası dış siyaset, içteki rejim içi ayrışmadan da nasibini almak durumunda (iki yönlü ikinci gerilim). Tüm bu gerilimleri geçici olarak donduracak (örtebilecek demek beklide daha doğru) denli büyük bir proje mi bu Nabucco? Bunu anlamak için, projenin uluslararası arenadaki yorumlanışına göz atmalıyız.

Avrupa’nın ve Türkiye’nin enerjide Rusya’ya bağımlılığı bilinen bir gerçek. Sözgelimi, Türkiye kullandığı doğalgazın %98’ini ithal etmekte, daha ilginci bu ithalatın %63’ü Rusya ile yapılmakta, petrolde ise bu oran %25 civarında. Bu noktada, ABD’nin 13 milyon varillik petrol ithalatını 57 farklı ülkeden yapmasına ve bu alımların hiçbirinin oranı %17’yi geçmiyor oluşuna dikkat çekmek gerekir.[17] Yine de biz doğalgaza geri dönelim. “CERA, Cedigaz, BP, EIA raporlarına göre Avrupa'nın bugünkü gaz ihtiyacı yaklaşık 575 milyar metreküp. 2020 yılına gelindiğinde bu ihtiyaç 900 milyar metreküpe çıkacak. Bugünkü ihtiyacın yaklaşık 400-410 milyar metreküplük bölümünü "Büyük Altılı" olarak adlandırılan 6 Avrupa ülkesi (İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa, Hollanda ve İspanya) tüketiyor. Bu tüketimin 170 milyar metreküp civarındaki kısmı ise başta İngiltere olmak üzere AB ülkeleri yerel üretimiyle karşılanıyor. (…) İthalatta da Avrupa'ya gaz, doğudan 155 milyar metreküp ile Rusya, kuzeyden 85 milyar metreküple Norveç ve güneyde LNG dâhil 62 milyar metreküple Cezayir olmak üzere üç önemli arterden geliyor. İşte Türkiye bu konjonktürde, transit ülke ve satıcı konumunda Avrupa'daki pastadan 100 milyar metreküplük pay kapmak için projeler geliştiriyor.”[18] Yani yalnızca doğalgazda bu altı ülkenin toplam tüketimin %40’ı Rusya ve Cezayir tarafından karşılanmakta. Bu iki ülkeyi beraber saymamızın elbet bir nedeni var. 2006 yılında Cezayir’in Sovyetler döneminden kalan borçlarının silinmesi karşılığında Gazprom,[19] Cezayir gaz şirketi Sonatrach’ın işbirliği yapmasını teklif etti. Bu teklif olumlu karşılanmış ve Gazprom Cezayir’de temsilcilik açmıştı. 2009 yılı içinde Rusya ile Cezayir arasında bir dizi askeri antlaşmanın da gerçekleştiğini ekleyelim.

Bu noktada, enerjide Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmaya çalışan Avrupa Birliği; Nabucco’yu düşünmüştü; dahası bunun iktisadi yükümlülükleri kadar açık siyasal yükümlülükler doğurduğunu da dile getirmişlerdi. Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP) Rusya Bölümü Başkanı Alexander Rahr’a kulak verelim: “Türkiye aynı zamanda istikrarın sağlanması için de önemli bir rol oynuyor. Bu nedenle Karadeniz bölgesinin yeniden yapılandırılmasında; yani yeni boru hatlarının döşenmesinde, askeri üslerin inşa edilmesinde, Rusya ile olan ilişkilerde, enerji güvenliğinin sağlanması için önem taşıyan etnik sorunlar ve toprak yüzünden çıkan çatışmaların çözümü Türkiye olmadan sağlanamaz.”[20]

Diğer taraftan, Irak’ın Kürt bölgesindeki özerk yönetim ile Bağdat’ın arası petrol sahalarından elde edilecek gelirin paylaşılması söz konusu olduğunda giderek daha çok açıldı. Bölgenin statüsünün belirsizliği, yeni dönemde Türkiye’nin rolü gibi konular batı basınında sık sık işleniyor. Bir örnek yeter: “Uluslararası Kriz Grubu’nun Irak uzmanı Joost Hiltermann, ‘Kerkük’teki petrol sahalarını ihaleye açan Başbakan Maliki, statüsü belirsiz olan bu topraklardaki petrol üzerinde Irak’ın egemenliğini ilan ederek Kürtlere açıkça yumruk vuruyor’ diyor. Kerkük’teki Arap, Kürt, Türkmen ve Süryanilerin katılımıyla Berlin’de düzenlenen zirvenin ardından kentteki şiddet olaylarında artış görüldü. Geçtiğimiz aylarda Kerkük’te pek çok araba bombalandı…”[21] Nabucco projesi için de benzer bir durumun geçerli olduğunu söyleyelim, bölgeye bu bağlamda 8 milyar dolarlık yatırım hedefleniyor. Sonuç olarak, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını ortadan kaldırmayı hedefleyen Nabucco Boru Hattı Projesi, Türkiye’ye yalnızca iktisadi zorunluluklar yüklemiyor, bir dizi dış siyasi müdahaleyi/değişikliği de zorunlu kıllıyor. Tam da böyle bir durumda Türkiye’nin bir de Güney Akım Projesi’ne imza atmış olması ise, en başta dile getirdiğimiz şey: Osmanlı’dan miras alından ikili dış siyaset.

GÜNEY AKIM PROJESİ

Aslında, “Turuncu Devrimlerin” ardından bir dizi ülkenin Rusya’nın etki alanından uzaklaşmasının akabinde, Rusya agresif sayılabilecek bir dış siyaset izledi. Gürcistan ile savaşın ardından Güney Osetya ve Abhazya’nın Rusya destekli bir bağımsızlığa kavuşmaları ve Rusya’nın kafası her bozulduğunda Belarus’a ve Ukrayna’ya doğalgaz sevkiyatını kesmesi bunun bir göstergesi (Belarus’u siyasi olarak sindirdiğini vurgulamak gerek). Dahası, Rusya Nabucco’ya da el attımıştı. Türkmenistan gazının Gazprom’a satılması teklifi yapılmıştı. Dahası, projenin bitiş aşamasında yer alan Avusturya’daki Baumgarten rafinerisinin % 50’si Gazprom’a satılmıştı da.[22] Böylece Nabucco projesine Rusya, dolaylı yoldan ortak oldu denebilir.

Güney Akım Projesi ile Rus Gazprom ve İtalyan Eni şirketleri 10 milyar doların üstünde bir anlaşma ile 900 kilometre uzunluğunda, Karadeniz altından Bulgaristan’a uzatılacak boru hattını hayata geçirmeyi planlıyorlar. Proje tamamlandığında yıllık 30 milyar metreküplük gaz taşıma hacmiyle kuzey ve güney Avrupa’nın gaz ihtiyacının karşılanması varsayılıyor.[23] Aslında Rusya’nın bu projedeki başlıca amacı, Avrupa’ya gaz sevkiyatının %80’in üzerinden geçen Ukrayna’yı safdışı bırakmak. Kuşkusuz bu yanıyla, Putin’in Türkiye ziyareti sırasında İtalya Başbakanı Berlusconi’nin de katılımıyla imzalanan bir dizi antlaşmanın yanında, Rusya’nın Güney Akım’ım geçeceği hattı belirlemek amacıyla Türkiye’nin Karadeniz’deki ekonomik bölgesinde zemin araştırması yapmasına izin veren protokolü daha bir önem kazanıyor.

Bu arada Rusya’nın bir de Kuzey Akım Projesi var. Vyborg’dan başlayacak ve Baltık Denizi’nin altından geçerek Greifswald’a döşenecek olan hat 1.200 km uzunluğunda bir proje bu. Aralık 2005 başlanan hattın 2010 senesinde tamamlanması öngörülüyor.

Rusya’nın yaptığı diğer önemli hamleler ise Kuzey Afrika odaklı. Cezayir’den bahsetmiştim. Bunun dışında, Libya ve Nijerya’yı anmak yerinde olacak. Libya dünyadaki 8. büyük petrol rezervine ve 1,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervine sahip ülke. Libya’nın gazını Gazprom satmasına yönelik çalışmalar hâlihazırda sürüyor. Gazprom’un bir diğer hamlesi ise Nijerya ve Cezayir arasında inşa edilecek olan doğalgaz hattına ortak olmak istemesi, amaç Güney Avrupa koridorunu kontrol altına almak.

SONUÇ

Görünen köy kılavuz istemez. Tek kutuplu dünyanın sürdürülemezliği (emperyalist-kapitalizmin doğasına aykırı) sonucunda enerji kozu (daha önemli bir koz olabilir mi) ile öne çıkan Rusya’nın karşısında geliştirilen Nabucco Projesi’nde yer alan Türkiye, bir dizi siyasi sorumluluğu da üstlenmiş oluyor. Öte yandan, bu siyasi açılımların zorunluluğunun yarattığı basıncı kırmak isteyen aynı Türkiye, çıkış yolunu bu sefer Güney Akım Projesi’nde bulmakta. Jeopolitik konumundan kaynaklı avantajı, iç siyasi dengesinin yeniden kurulmasında bir koz olarak kullanmaya çalışıyor.

İki projenin de kendini dayatan öngörüleri ve planları kimi zaman örtüşüyor kimi zaman da çatışıyor. Mesela İran. İran’daki son toplumsal patlama, mevcut diktayı henüz yıkabilmiş değil. Bu Iran doğalgazı ve petrolünün durumunu belirsiz kılıyor. Iran her koşulda batı ile uyum sağlamak zorunda. Ama bunu nasıl gerçekleştirecek ve daha önemlisi İran’a zaman zaman arka çıkan Rusya bunun neresinde yer alacak? Aynı şekilde Ermenistan ve Azerbaycan meselesi kapıda. Bu iki ülke arasındaki ihtilâf çözümlenebilecek mi? İki ülke liderlerinin Rusya üzerinden görüştüklerini hatırda tutmalıyız.

Daha önemli bir soruyu dillendirerek yazıyı bitirelim. Türk dış politikasının faydacı yanı, onu uzun vadeli uygulanabilir stratejik yönelimlerden alıkoyuyor mu? Aynı soruyu şöyle sormak ta mümkün, Türkiye’de rejiminin parçalanmışlığı, dış siyasette stratejik bir yönelimi ortaya koymasına engel mi?


[1] L. D. Trotskiy, İhanete Uğrayan Devrim, Alef Yayınları, Eylül 2006, sf. 257.

[2] Sömürge ya da yarı-sömürge değil.

[3] “Hükümet Sözcüsü Çiçek: Türkiye, dış politikada temel tercihlerinden vazgeçmedi”, Cihan Haber Ajansı, 10 Ağustos 2009. Cemi Çiçek’in, konuşması sırasında “temel tercihlerinden vazgeçmeksizin” ifadesini iki kez vurgulu bir biçimde tekrarladığını hatırlatmak yerinde olacak.

[4] “Rusya ile anlaşma Nabucco’yu öldürdü mü? (Söyleşi)”, Söyleşen Değer Akal, 8 Ağustas 2009, Deutsche Welle, http://www.dw-world.de/dw/article/0,,4552161,00.html (Erişim tarihi 26 Eylül 2009).

[5] Halil Patacı, “Türkiye Ekonomisinde Enerjinin Yeri ve Enerji Politikaları”, Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi, 2007 Kongresi Kitabı.

[6] A.g.e.

[7] A. Necdet Pamir, “Türkiye'nin Enerji Kaynakları ve Enerji Politikaları”, Metalürji Dergisi, Sayı 134.

[8] Orta Vadeli Plan (2010-2012), Bakanlar Kurulu Kararı, 27351 sayılı (Mükerrer) Resmi Gazete, http://mevzuat.dpt.gov.tr/bkk/27351-M.htm, (Erişim tarihi 29 Eylül 2009), vurgu benim.

[9] A.g.e.

[10] Arif Künar, “Türkiye, Nükleer Santral Kuramaz”, Nükleer Enerji Masalı, Henrich Böll Stiftung Derneği, Nisan 2007.

[11] Buna elbette örgütlenmesi gereken nükleer karşıtı muhalefeti de eklemeyiz. Zira bu ülke, akıldışı edimlere, ne yazık ki alışkın.

[12] “World Energy Outlook 2008”, Executive Summary, International Energy Agency.

[13] Kuzey Marmara ve Değirmenköy Doğalgaz Yeraltı Depolama Projelerini ve Tuz Gölü Doğalgaz Yeraltı Depolama Projesini de bu çerçevede yorumlamak gerekiyor.

[14] Arif Künar, “Türkiye, Nükleer Santral Kuramaz”, Nükleer Enerji Masalı, Henrich Böll Stiftung Derneği, Nisan 2007.

[15] “Nabucco DgBH Projesi”, Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), http://www.botas.gov.tr, (Erişim tarihi 29 Eylül 2009), vurgular benim.

[16] Elbette, siyasi süreçlerin, sözgelimi Kürt Açılımı’nın, olumlu ya da olumsuz yanları, bu neden(ler)den bağımsız bir biçimde değerlendirilmeli. Süreçlerde değerlendirmenin ana kıstasını, mevcut rejimin demokratik sınırlarının genişleyip genişlemediği üzerinden belirlemek gerekiyor.

[17] Türkiye’de Enerji ve Kalkınma, TASAM Yayınları, 2006.

[18] Mustafa Salih, “Gaz Oyunları”, Global Enerji Dergisi, Sayı 24, Ağustos 2009.

[19] Gazprom, Rusya'nın en büyük şirketi ve dünyanın en fazla doğalgaz çıkaran kuruluşudur. 2004 yılındaki 31 milyar dolarlık satışıyla Rusya doğalgaz üretiminin %93'ünü tek başına üstlenmektedir. Aynı zamanda 28.800 km³ rezerviyle bütün dünya rezervlerinin %16'sını kontrol etmektedir, (Vikipedi Türkiye, http://tr.wikipedia.org/wiki/Gazprom, Erişim tarihi 29 Eylül 2009).

[20] “Enerji Güvenliği Türkiyesiz Olmaz”, Almanya’nın Sesi Radyosu, 3 Haziran 2009, http://www.dw-world.de/dw/article/0,,4299120,00.html, (Erişim tarihi: 29 Eylül 2009), vurgular benim.

[21] The New York Times, 29 Mayıs 2009.

[22] “Türkmenistan ve Rusya Petrol ve Doğal Gaz Yatağı İşletecek”, VOA News, 15 Eylül 2009, http://www.voanews.com/turkish/2009-09-15-voa5.cfm, (Erişim tarihi 29 Eylül 2009). Bu arada Türkmenistan’da çoğunluğu enerji alanında olmak üzere Rus sermayeli 112 şirket faaliyet gösteriyor. Buna karşın, Türkmenistan ile çıkan anlaşmazlıklarda Rusya oldukça sert davranıyor. Sözgelimi, Nisan ayında sevkiyatın kesilmesi sırasında boru hattında patlama meydana gelmişti. Türkmenistan patlamaya, Rusya’nın ani bir şekilde gaz alımını durdurmasının yarattığı basınç artışının neden olduğunu savunmuştu.

[23] “Gazprom ve Eni’den Güney Akım Hattı’na imza”, NTVMSNBC, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/427278.asp, (Erişim tarihi 29 Eylül 2009).