Mersin Üniversitesi’nden, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan dört akademisyen bu hafta hâkim karşısına çıktı. Ama bildiriye imza attıkları için değil, Facebook paylaşımları yüzünden...
Mersin Üniversitesi’nde çalışan, bildiriyi imzalamış 21 akademisyenle ilgili, üniversitede ayrı savcılıkta ayrı soruşturulmalar açılmış olması; altısının ilk fırsatta çıkarılmış olması yetmemişti. Onlara, akademiyi dar etmek gerekiyordu. Belki bir hâkim tutar adil bir karar verir, akademisyenlerin eli güçlenirdi. Nitekim bu akademisyenlerden birisinin evrakları, fakülteden rektörlüğe üç gün geç gönderildi diye, sözleşmesinin yenilenmemesiyle ilgili mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı çıkmıştı. İşte tam da bu nedenle hamleleri dört koldan yapmak gerekiyordu. Akademisyenler, bazısı üç yıl önce yapılmış sosyal medya paylaşımları nedeniyle mahkeme önüne çıkarıldı. Bir kısmı, ertesi gün de toplantı ve gösteri yürüyüş kanununa muhalefetten yargılandı.
Akademisyenlerini savcılığa da şikâyet etmiş olan Mersin Üniversitesi’ne “akademisyene zulümde bir ekol” deniyor. Ama diğer üniversitelerin de hakkını yememek lazım! Barış İçin Akademisyenler (BAK) tarafından hazırlanan bildiriye imza atmış 2.154 akademisyenin çalıştığı Türkiye’deki 92 üniversitenin çoğu akademisyenlerini öyle ya da böyle yıldırmaya çalıştılar.
BAK'ın verilerine göre, üniversiteler 2 Temmuz itibarıyla bildiriye imza veren 516 akademisyen hakkında soruşturma açtı, 45’ini işten çıkardı, istifa ettirdi ya da emekliliğe zorladı. Bunlara ek olarak 44’ünün dosyası, üniversite öğretim mesleğinden veya kamu görevinden çıkarma talebiyle YÖK’te görüşülmeyi bekliyor. Akademisyenlerin 588’i hakkında adli soruşturma var. Tutuklanan 4 akademisyenin yanı sıra, 40’ı gözaltına alındı.
Rakamların yanında bir de, yıllarını adadıkları akademiden atılmak istenenlerin hikâyeleri var. Farklı şehirlerdeki dört üniversiteden, bildiriye imza vermiş altı akademisyenle görüştüm. Hem bu görüşmelerden hem de medya taramalarından akademisyenlerin maruz kaldıkları baskıya dair genel resim şöyle.
Toplumsal linçin kollarında
Pek çok akademisyen, özellikle küçük şehirlerde yaşayanlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendileriyle ilgili yaptığı “aydın müsveddesi”, “karanlık”, “ihanet” ifadeleriyle bezeli açıklamasının ardından toplumsal linçin kollarına bırakıldı. Akademisyenlerin ilk karşılaştıkları tepki travmatikti, hâlâ pek çoğu can güvenlikleri konusunda endişeli ve her an tetikteler.
Bildirinin açıklanmasının ardından, bu akademisyenlerden bazıları için internette “Hepiniz Öleceksiniz” kullanıcı ismiyle yorumlar yazıldı, kimisi için “Şehri terk et” kampanyaları düzenlendi. Çarşıdaki tüm esnafın masasının, tezgâhının üzerindeki yerel gazetelerin manşetinde koca koca fotoğrafları ve “vatan haini” temalı haberlerle yer aldılar.
Küçük bir şehirde yaşayan bir akademisyen, bildirinin ardından gittikçe alevlenen toplumsal linç karşısında şehirde kendisini görünmez hale getirdiğini, evde salonun ışıklarını kapatıp arka odada oturduğunu anlatıyor. “Nedenini bilmiyoruz, evin önünde bekleşenler vardı,” diyor. Bu akademisyen, bir-iki gün sonra bir yetkilinin “Can güvenliğin yok, burayı terk et,” demesiyle birlikte, eve koşup içine ne koyduğunu bilmeden bavullarını topluyor, çocuğunu okuldan alıp şehirden ayrılıyor. O dönemde sadece bir-iki hafta içinde kendine yaşayacak yeni bir şehir ve çocuğuna yeni bir okul bulmak üzere... Şehre kısa bir süreliğine dönmesi gerektiğinde ise şapkayla ve güneş gözlükleriyle dolaşıyor. Aradan onca ay geçmesine rağmen hâlâ tedirgin; “Mesela gönül rahatlığıyla yürüyüş yapamam burada,” diyor.
Bir başka akademisyen de barış bildirisi yayımlandıktan sonra geceleri şehirde kalmadığını, zorunlu olarak şehre gittiğinde toplu taşıma kullanmadığını anlatıyor. Bugünkü tedirginliğine dair şunları söylüyor: “Türkiye’de bir şey olabilir ve herkesin birbirini boğazlayacağı bir toplumsal ortama girilebilir. Böyle bir şey başladığında hedef direkt, bir Kürt mahallesi, bir de biziz. Bu, sürekli kafamda dönen bir şey.”
Polis linçin parçası
Akademisyenler tüm bu tehditlere, hakaretlere karşı polis ya da savcıya sığınamadılar, aksine kendilerini onlara karşı korumak zorunda kaldılar. Örneğin, bildiriye imza veren Atatürk Üniversitesi’nden Ramazan Kurt, koruma talebinde bulunmak üzere gittiği Erzurum Emniyeti’nde bir polis amiri tarafından “Kafana sıkarım!” denilerek tehdit edildi.
Facebook’taki pek çok polis sayfasında, bildiriye imza verenlerin fotoğrafları “vatan haini”, “terör destekçisi” denilerek paylaşıldı. Altına küfürler ve tehditler yazıldı. Doğudaki bir üniversiteden bir akademisyen de o dönemde, “Ben buradayım” mesajı vermek isteyen polislerden, askerlerden gülücüklü mesajlar aldığını söylüyor.
Aynı akademisyenin başından ürkütücü bir olay da geçiyor. Bildirinin açıklanmasından birkaç gün sonra markete giderken camları siyah film kaplı bir cip ona doğru yanaşıyor. Birisi camı indirip “Vatan haini,” diye bağırıyor. Akademisyen, savcılığa suç duyurusunda bulunmamasının sebebini şöyle açıklıyor: “Savcı da bunu hakaret olarak görmüyor ki. ‘Yaptığın şey vatan hainliği zaten,’ diyor.”
Rektörlerin hevesi
Bu süreçte üniversitelerin tavrı; rektörün, kendisini siyasi otoriteye beğendirmeye ne kadar hevesli olduğuna, seçimde rektör adayı olup olmayacağına ve seçimlerin ne kadar yakın olduğuna bağlı olarak değişti. Ama devlet üniversitelerinin birkaçı hariç tüm üniversiteler bu imzacı akademisyenlere soruşturma açtı. Bazı üniversiteler buna ek olarak senato kararıyla bildiriyi “teröre destek metni” ilan etti. Bazısı öğretim elemanlarının akademik çalışmalarını engelleyerek onlar üzerlerinde baskı kurmaya çalıştı. Örneğin, imzacı akademisyenlerin yurtdışında eğitime gitmesine izin verilmedi, doktoralarını yaptıkları üniversitelerden çağrıldılar, başka şehirde konferansa gitmeleri engellendi, verdikleri dersler ellerinden aldı. Ve hatta açık öğretim sınavlarında gözetmenlik yapmalarına izin verilmedi, alacakları üç kuruş ek geliri alamasınlar diye.
Akademisyeni soruşturmalarla bezdirmek taktiği yine devredeydi. Örneğin bildiriye imza atmış olan akademisyenden, önceki bir ayda ofisinde olmadığı tüm saatlerle ilgili savunmasını istedi. Kameranın bir aylık hafızasına karşı, akademisyen gün gün, saat saat nerede olduğunu hatırlamak zorundaydı. Soruşturmalara savunma yazmanın yanı sıra, gündelik yıldırma pratikleriyle de mücadele ediyordu. Misal, savunma evrakını teslim için yok yere üç saat bekletildi. Sonra bir gün bölüm başkanı “Ben olsam istemediğim yerde durmam,” demiş. Psikolojik baskı yoğundu, can güvenliğine yönelik tehditler de had safhaya ulaşınca, istifa etmek zorunda kaldı.
AKP için “tarihî fırsat”
Özetle, cumhurbaşkanının açıklamalarının ardından halkın öfkesinin hedefi haline getirilen, bunlara karşı ne kolluk kuvvetlerinin ne hukukun korumasından yararlanabilen, aksine onların da hedefi olan akademisyenler, üniversiteleri tarafından da çeşitli yöntemlerle yıldırılmaya çalışıldı. Geçen sürenin ardından, bir kısmı işsiz kaldı, bir kısmı yaşadığı şehri terk edip kendine yeni bir hayat kurmaya çalıştı.
Ama çoğunluğu mücadeleye, olduğu yerden devam etmeye kararlı. Okuldan uzaklaştırılmış olanlar dava açıp dönme mücadelesi vermeye hazırlanıyor. Bir akademisyen “Üniversite idari soruşturmada ne karar verirse versin dava açacağım,” diyor. “Bu talebin ceza almasını istemiyorum.” Okuldaki bezdirme taktiklerine karşı da dayanabildiği kadar dayanacağını söylüyor. “İstifa etmem onları mutlu edecek bir şey. Ben de öyle bir şeyi onlara yaşatmak istemiyorum.”
Öte yandan, bu süreç, 2006’dan itibaren yeni üniversiteler de açarak akademiyi kontrol altına almaya çalışan AKP iktidarı için de çok kritik. 10 senede iyi kötü kendi akademisyenleri yetişmişken, bu süreci “yeni akademi”ye direnenleri tasfiye etmek için iyi bir fırsat olarak görüyor siyasi iktidar. Öğretim elemanları, bu tasfiye sürecinde sadece bildiriye destek veren akademisyenlerin hedeflenmediğini, bu vesileyle diğer muhalif akademisyenlerin üzerindeki baskının da arttığını anlatıyorlar.
Önümüzdeki dönemde akademinin gidişatını, onu baskı altına almaya çalışan siyasi iktidar ve direnen akademisyenlerin arasındaki mücadele belirleyecek.