Hollywood sinemasının verdiği meyvelerin büyük bir çoğunluğunda Amerikan siyasetinin işleyişini anlamak mümkün. Hatta Amerikan siyasal bilinçaltının dil sürçmesi olarak Hollywood sinemasında dışa vurduğunu söyleyebiliriz. 2008 yapımı bir çizgi roman uyarlaması olan The Incredible Hulk’ın, bizim bildiğimiz adıyla Yeşil Dev’in hikâyesi bunun iyi bir örneği. Hikâyemizin kahramanı Bruce Banner sinir, stres durumlarını kontrol edemediğinde bir öfke patlaması yaşıyor ve yeşil bir deve dönüşüyor. Hikâyenin bütün detaylarına hâkim değilim ama yanılmıyorsam Amerikan ordusunun gizliden gizliye yürüttüğü laboratuvar deneylerinin bir ürünü Yeşil Dev. Banner bu durumdan fazlasıyla rahatsız ve bir tedavinin peşinde. Gelgelelim Amerikan ordusu da rahatsız. Bruce Banner’ı, yani kendi yarattığı canavarı yakalamak ve etkisizleştirmek için sürekli bir seferberlik halinde. Emil Blonsky, Banner için başlatılan cadı avını yürüten asker; ordunun bir mensubu olduğu için de yürütülen laboratuvar deneylerinden haberdar. Kendisinden daha büyük bir canavar yaratma ve Banner’ı, Yeşil Devi yok etme arzusunda. Fazla uzatmayalım, nihayetinde olan şu: Amerikan ordusu, kendi yarattığı bir canavara, yani Yeşil Dev’e karşı kendi bünyesinden başka bir canavarı, yani The Abomination’ı [İğrenç Yaratık] çıkarıyor ve bu canavarı etkisiz hale getirmek için de filmi başa sarıp Yeşil Dev’e sarılıyor. Yeşil Dev Amerikan ordusunun gözünde bir anda iyi çocuğa dönüşürken, İğrenç Yaratık ortak düşman ilan ediliyor. Biz izleyiciler ne mi yapıyoruz? Ne yapacağız, elbette izliyoruz; bu büyük savaşın heyecanına kapılmış, belki biraz da olan bitenden korkmuş bir şekilde izliyoruz. Ne bu canavarların kimin marifetiyle yaratıldığını sorguluyoruz ne de rollerinin bir anda nasıl değişiverdiğini tartışıyoruz. Hollywood filmi ya, sadece izlemeye el veriyor.
Bizim bir Hollywood’umuz yok, siyasal bilinçaltımızı açığa serecek dil sürçmelerini daha çok yazınsal alandan takip edebiliyoruz. Ancak koca ülkede yıllardır başka bir film izlemiyor olduğumuz halde nasıl hâlâ hayrete düşüyoruz, rotamızı şaşırıyoruz anlamak mümkün değil! İzleyici olmadığımıza, izleyici rolünü kabul etmediğimize, kimse elimize meşrubatla patlamış mısır tutuşturmadığına göre kabullenmek de mümkün görünmüyor! 15 Temmuz gecesi bir darbe girişimi yaşandı ve hükümetin bütün beyanlarına göre bu girişimi Gülen Hareketi örgütledi.
Neyse, elimizde ne var? Başarısız olmuş bir darbe girişimi. Başka? Girişimin faili Gülen Hareketi. Başka? Bu girişimi yıllardır besleyip büyüten, bizzat kendi ağızlarıyla ne istediyse verdiğini söyleyen AKP hükümeti. Peki, biz bu tabloyu neden eksik okuyoruz? Elimizde en az üç şey varken neden yalnızca bunlardan ikisiyle yetiniyoruz? Neden AKP hükümetine bir dokunulmazlık kalkanı örüyoruz? Demokrasi adına mı? Meşruiyet adına mı? 15 Temmuz’dan evvel tek parti iktidarının demokrasisinden ya da bu iktidarı mümkün kılan seçimlerin meşruiyetinden söz edebilir miyiz? 7 Haziran Seçimleri ne oldu? Suruç ne oldu? 10 Ekim Ankara katliamı ne oldu? Öncesine de gidebiliriz elbette, Roboski’yi sorabiliriz mesela ya da hemen bugün şunu sorabiliriz: Hurşit Külter nerede?
Tüm bunlar olmamış gibi davranamayız çünkü film izlemiyoruz. AKP hükümetinin kendi iktidarını konsolide etmek için muhalefetle ilişkisini uzunca süredir iç savaş formunda örgütlediğini biliyoruz. Bizzat Erdoğan’ın açıkladığı üç aylık olağanüstü hal, çoktandır devrede. Öyleyse şimdi Schmitt’ten Agamben’den alıntı yapmanın manası yok. Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de yürütülen savaş, bu savaşa dur diyen akademisyenlerin hali, örgütlü, rasyonel ve dahi kurumsal linç rejiminin giderek güçlenmesi… Daha sayalım mı?
Bu meselenin bir tarafı. Diğer tarafıysa yaratılan ama inkâr edilen canavarlar. Siyasal iktidara sormak lazım: Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarını yürütürken bu canavarı siz beslemediniz mi? Öfkelendiğinde bir deve dönüşen toplumsal muhalefeti bastırmak için bu canavarı bizzat siz güçlendirmediniz mi? 6 general 10 bin askerle özyönetim hamlelerini bastırma hevesiyle alanı bu canavara siz terk etmediniz mi? Kurdun dişine kan değdiğinde, oturduğunuz yerden zafer naraları atmadınız mı? Kürtlerin yatak odalarına girip aynalara “Yüksekova’da aşk başkadır” diye yazanların sırtlarını sıvazlamadınız mı? Bizzat kendi yasal düzenlemelerinizle askere dokunulmazlık zırhları örmediniz mi? 15 Temmuz gecesi yarattığınız canavar yüzünü size döndü! Sivilleri taradı, tanklarla üzerlerinden geçti! Daha da güçlendirmek için kanunlar çıkardığınız meclisi bombaladı! Ne de korkunçtu değil mi?
Şimdi tıpkı bir film senaryosunda olduğu gibi bizden beklenen bu süreci izlemek, AKP’nin yürüttüğü şanlı darbe karşıtı mücadeleyi ayakta alkışlamak. Hatta Yeşil Dev olup bizzat kendi marifetiyle yarattığı canavara karşı, hem de zamanında bizi yok etmeye çalışıyorken mücadelesinde onun yanında saf tutmak. Bunu yapmadığımızda adımız belli tabii, hepimiz birer darbe sevdalısıyız. Bunu bilip buna göre düşünmek, konuşmak, yazmak zorundayız. Ne yazık ki, bu zorunluluk bilinçli ya da bilinçsiz birçoğumuzun kalemini belirliyor; AKP’nin kurduğu siyasal söylem etrafında hizalanmaya ya mecbur kalıyoruz ya mecbur bırakılıyoruz ya da en kötüsü, böyle pozisyon almayı arzuluyoruz. Umuyorum durum o kadar kötü değildir ve üçüncü seçenek benim kuruntumdan ibarettir. Ama çok da umutlu değilim çünkü 15 Temmuz’dan sonra hem de AKP’nin bizzat söyledikleri, yazdıkları ve yaptıkları yüzünden hayatlarını cehenneme çevirdiği birçok isim, “Biz sizi uyarmıştık” edalarıyla haklılıklarını kanıtlamak için sıraya dizildiler. Sanki AKP, Gülen hareketinin gelişim ve büyüme aşamalarının farkında değilmiş gibi! Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? AKP kadrolarının Gülen hareketinin devletin hangi kurumlarının hangi kademelerinde, ne kadar kadrolaştığından bihaber olduğunu mu düşünüyorsunuz? Kürdistan’da sefere yolladığı komutanları tanımadıklarını mı sanıyorsunuz? Bu naiflik ne zaman musallat oldu bize?
Öyle zannediyorum ki, naiflikten öte bir şey var; AKP’nin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz, neye muktedir olduğunu da! Onun için yarattığı canavarları neden yarattığını sormak yerine canavarın kendisini lanetlemeyi tercih ediyoruz. Dilimizi bile isteye yumuşatıyor, darbe karşıtlığıyla yetiniyoruz. Ama şunu kabul edelim, kendisini sosyalist solda gören herhangi bir aktörün darbe karşıtı olduğunu beyan etmesi totolojiden başka bir şey değildir. Başka türlüsü mümkün mü? Bu ülkedeki bütün darbelerin bizzat ezmeye giriştiği sosyalistlerin herhangi bir darbe girişimini desteklemesi olasılıklar dahilinde mi? Elbette değil, onun için kendi başına darbenin karşısında pozisyon almanın hiçbir anlamı yok. Bu yüzdendir ki şu dönemde darbe karşıtlığıyla başlayıp Gülen Hareketi’nin canavarlığından dem vuran bir siyasal analiz daha baştan hükümsüzdür. Bu kadarı siyasal eleştirinin konusu olamaz. Siyasal eleştiri olanı olduğu gibi betimleme rolüyle kendisini sınırlayamaz. Olması gerekene dair bir ufuk çizmiyorsa, bir programa işaret etmiyorsa, boşa düşmeye yazgılıdır. Bunun yakın zamanlı bir örneğiyle, 21 Temmuz 2016 tarihinde Birikim Haftalık’ta Polat S. Alpman imzasıyla yayımlanan bir yazıda karşılaştık. Maalesef bu yazı hem başarısız bir siyasal analiz örneği; zira tam da şikâyet ettiğimiz şeyle, yani hem malumu ilam etmekle yetiniyor hem de sol entelektüel akıl için bir acziyeti ifşa ediyor, zira yazısını AKP’den gelecek bir demokrasi beklentisiyle nihayete erdiriyor. Hâlâ mı? Ne yazık ki hâlâ!
“Türkiye’deki çoğunluk rejimini tek başına ve hiçbir ciddi muhalefetle karşılaşmadan sürdürebilecek kadar güçlü olan hükümet, demokrasi ve çoğulculuğu, eşitlik, özgürlük ve adalet içeren bir rejimi tesis edebilecek kadar güçlü mü?” Alpman’ın sorduğu soru bu. Bu sorunun bana anlattığı şey, en hafif ifadeyle siyaseten körlük, en ağır ifadeyle risksiz bir siyaset arayışı. İlkini deneyim, ikincisini aciliyet boşa düşüyor. AKP deneyimi bize artık bu soruyu sormanın hiçbir anlamı olmadığını olanca açıklığıyla gösteriyor. Yaşadığımız onca şeye rağmen, Roboski’ye, Gezi’ye, Soma’ya, Suruç’a, Ankara’ya rağmen; her gün öldürülen, tacize, tecavüze uğrayan kadınlara, her gün katledilen işçilere rağmen; hukuksuz çevre talanına, her türlü araçla bastırılan toplumsal muhalefete, üzeri örtülen yolsuzluk soruşturmalarına rağmen; Cizre’ye, Sur’a, Nusaybin’e, Berkin’e, Ali İsmail’e, Baran’a, Nihat’a rağmen gerçekten merak ettiğimiz şey, AKP’nin demokratik bir siyasal rejimi inşa edip etmeyeceği mi? Yoksa toplumsal muhalefetin bütün unsurlarının AKP iktidarının sivil faşizmini boşa düşürecek bir potansiyeli nasıl fiilî duruma dönüştürebileceği mi?
Gerçekten Schmitt ve Agamben’le mi yetinecek siyasal analiz. “Egemen olağanüstü hale karar verendir,” demek ferahlatacak mı yürekleri? Bu duruma uygun düşecek gerçek olağanüstü hali nasıl inşa edeceğimiz değil mi mesele? Risksiz siyaset Erdoğan’ın halifeliğinden başka bir şey görmüyor. Devrimci siyasetse Benjamin’in Mesih’inin peşine düşmeli! Değil mi ki bugünün koşullarında o Mesih, türcü olmayan, cinsiyet özgürlükçü, sömürüsüz ve sömürgesiz bir toplum idealini ifade ediyor; o zaman şimdinin sınırlarını kabullenmek yerine geleceğin umudunu, hayal gücünün iktidarını örgütlemektir hedef! Filmle başladık filmle bitirelim; zayıf, tedirgin, ürkek Bruce Banner’ın –tıpkı bizim muhalefetimiz gibi– öfkelendiğinde her şeye muktedir bir canavara dönüştüğünü unutmayalım –tıpkı bizim muhalefetimiz gibi!