15 Temmuz Darbe Girişimi’nde en çok konuşulan ve öne çıkarılan gündemlerden biri, AKP’nin kısa bir süre içinde mobilize ettiği kitlelerdi. Darbe girişiminden sonraki günlerde de geniş kesimler sürece dahil oldular ve AKP'nin davetine icabet ettiler. Burada AKP’nin geniş çaplı kitle mobilizasyonu sağlayacak bir örgütsel kapasiteye sahip olması önemli bir etkendi.
Bu süreçte sokağa çıkanların kimliği, niyetleri ve taşıdıkları potansiyeller etrafında yakıcı tartışmalar döndü. Burada baskın olarak, kahramanlaştırma ve canavarlaştırma şeklinde iki eğilimin çıktığı söylenebilir. Bir yanda, inşa edilen yeni bir siyasi paradigma etrafında kahramanlık hikâyeleri yaratılmaya çalışılıyor. Kişilere ve amaçlarına yüklenen zorlama anlamlar ve kutsallıklarla birlikte yeni bir tarih anlatısı oluşturulurken, ironik/eğreti imajlar da ortaya çıkıyor. Yeni Şafak'ın, 24 Temmuz tarihli pazar ekinde yer alan Sakarya Valisi Hüseyin Avni Coş'la yapılmış röportajda yayımlanan karikatür misali -Son Gavat Bükücü ve Coş adlı- görseller bu anlamda değerlendirilmeyi hak ediyor. Olanlardan rahatsızlık duyanlar arasında AKP'ye yüzünü dönmüş, olayların doğrudan acısını yaşayan kesimler de var, oysa. 15 Temmuz gecesinde askerler tarafından vurularak öldürülenlerden Yeni Şafak muhabiri Mustafa Canbaz'ın Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde düzenlenen anma töreninde, Cambaz’ın oğlunun kendi hayatlarının ve acılarının önemsizleştirilip bir "gösteri"ye çevrilmesi karşısında duyduğu tepkiyi anlatan yazısı, bunun açık bir örneğidir.
Sokağa çıkanları topyekûn insanlıktan çıkarıp canavarlaştıran diğer eğilimse, siyasal açıdan taşıdığı olumsuz potansiyellere dikkat çekip eylemcileri en uç haliyle itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Toplumsal belleklerimizde taşıdıklarımızla, iktidarın yarattığı korku ve baskı ikliminin olup bitenler karşısında soğukkanlı ya da mesafeli pozisyonlar almaya ket vurduğu muhakkak. Kıyamet senaryolarına hazırız. Yine de geniş kitlelerin; sakallı, cüppeli, kana susamış, kafa kesmeye hazır "gericiler"e indirgenmesinde huzursuz edici bir yan var. Nitekim 15 Temmuz'dan bu yana yapılan protestolarda sokağa çıkanlar arasında farklı kesimlerden "sıradan" insanlar olduğunu görüyoruz. İndirgemelerin ise sosyal muhalefeti müthiş bir sessizliğe, korkuya ve pasifizme sürükleyen etkileri oluyor.
Bazı şeyler fazlasıyla birbirine karışmış görünüyor. AKP'nin üst düzey siyasetçileri, kadroları ve aktivistleriyle, onay olmayı başardığı seçmenler ve harekete geçirebildiği çevre çeperde yer alanlar aynı kefeye konup neredeyse düşman ilan ediliyor. Peki ama bu kesimleri, eğer "yüzde elli" diyeceksek, topyekûn biçimde düşman kılmanın kime ne faydası olur? Partiye onay veren eğitim sermayesinden yoksun ev kadınlarını, iş sorunları ve gelecek kaygısı yaşayan gençleri, sınıf atlama umudu taşıyan ayrıcalıksız kesimleri görmezden gelebiliriz. Fakat o zaman, AKP'nin yaratmaya çalıştığı kutuplaştırma siyasetinin başarıya ulaştığını ve toplumsal yarılmaların sosyal-sınıfsal temelleri yadsıyarak mezhep, yaşam tarzı ve ideoloji gibi hatlar üzerinden çizildiğini kabul etmiş olmuyor muyuz?
Bakışlarımızı, kitleleri harekete geçirmeye iten sosyal dinamiklere ve iradi faktörlere çevirmek de bir başka seçenek olabilir. AKP toplumsal alanda bir hareketlilik yaratmak için, devletin tüm olanaklarını kullanarak canla başla çalıştı-çalışıyor. Sokak gösterilerinin, Türkiye solunun ve özellikle Gezi sürecinde ayaklanan iktidar karşıtı halk kesimlerinin simgesel-sembolik siyasal kültürünü ve siyaset yapma biçiminin izlerini taşıması dikkat çekici. Bunun rövanşist bir tutumun ötesinde, Gezi’de güncellenen sol siyasal kültürün sokaktaki hegemonik etkisinden kaynaklandığı söylenebilir. Gösteri alanı olarak Kazlıçeşme, Yenikapı ya da Maltepe’nin değil Taksim Meydanı'nın gösterilmesi, kahramanlaştırma imgeleri, yaratılan semboller ve kullanılma biçimleri, propagandalar bu çerçevede görülebilir. Sakarya valisinin yüzünün, Che’nin popüler imajına montajlanması da bunun karikatürleşmiş, uç bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Daraltılmış bir siyasal alan içinde, her şeyi sandığa kilitleyen iktidar partisinin, geniş kesimlere seçim ve oy verme edimi dışında yeni tarz bir öznellik atfettiğini görüyoruz. Artık “millet iradesi”ne sadece seçim sonucunu değil, darbe gibi bir siyasal olayın akıbetini de belirleyen bir öznellik atfediliyor. Partinin örgütsel işleyişi içinde darbeler tarihi ve anlatısı (DP’den başlayarak, RP dönemi, 28 Şubat süreci, 2007’deki 27 Nisan e-muhtırası, 2008’deki AKP’nin kapatılma davası, imam hatipler konusu) hem kadroların ideolojik endoktrinasyonunda hem de taban mobilizasyonu noktasında kurucu bir rol oynuyor. Partide, mağduriyetler ve kazanımlar teyakkuz halinde olma şeklinde işleniyor.[1] Benjamin’in kullanımıyla “kefaret” duygusu içinde taşınıyor. Bu, sürekli bir hatırlama ve bağ kurma üzerinden kolektifleştirilen bir geçmişteki kayıpların ve adaletsizliklerin onarımını imliyor. Aynı zamanda geçmişin mağdurlarının-mağduriyetlerinin bugüne kazandırdıklarını... Yani geçmiş, bugünün kefaretçi eylemiyle telafi edilecek bir referans olarak, motivasyon kaynağına dönüşüyor. Bu noktada, sadece bir sözle sokağa çıkan “hazır kıtalar”dan çok, kitleler arasında kurulmuş ağlardan, onlara ulaştırılan politik ürünlerden ya da sürekli bir örgütsel işleyiş içindeki siyasallaşma süreçlerinden bahsedilebilir.
AKP, yerellere yayılan ağlarıyla ve örgütsel yapısıyla diğer sistem partilerinden farklı bir yerde duruyor. Parti alanı; mahalle örgütleriyle, ilçe yönetimleri ve bunlara bağlı farklı görevler edinmiş birimleriyle, ana kademe, gençlik kolları ve kadın kolları teşkilatlarıyla, belediye organizasyonu ve kaynaklarıyla yerel ağlarını canlı tutan bir siyasal-sosyal ilişkiler bütünü oluşturuyor. Eleştirseler de iktidarda olmasını yararlı bulan İslâmi-milliyetçi oluşumlar için de AKP, bir platform gibi işliyor. Devlet alanı içersinde yaşanan güç mücadelelerinde, toplumsal alanda kurduğu ağların ve aldığı desteğin, AKP açısından kritik önemde olduğu ve bir koza dönüştüğü söylenebilir. Bu bağlamda, dikkatimizi kitlelerin-grupların "öz"lerinden ziyade, iktidarın hangi tarihsel-toplumsal çelişkilerden dayanak aldığı ve bunları nasıl işlediği sorularına çevirmek anlamsız olmayacaktır.
Geldiğimiz bu süreçte, bizi daha fazla sorumluluk almaya çağıran koşullara ve düşüncelere ihtiyacımız var. Kutuplaştırıcı siyasal anlayış ve dilin, algı ve kavrayışlarımızı belirlediği bugünlerde; mesafelerimizin, değişmezliğe yönelik müthiş bir katılığı ve çıkışsız bir karamsarlığı beslediğini görüyoruz, yaşıyoruz. Bizi korkuya, kapanmaya iten ya da erkek dünyasına ait siyasal tutumlara işaret eden bakış açılarından sıyrılmaya ihtiyacımız var. Arayışlara girmek, bir araya gelmenin yollarını aramak, toplumsal ağları kurmaya çabalamak... Belki de umut ettiğimiz, geç kalmış birlikteliklerin rüyalarıdır. Yine de hâlâ elimizde olan ve kolayca yadsınamayacak seçenek bu gibi duruyor.
[1] Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016.