“Milli Mutabakat”

15-16 Temmuz başarısız darbe girişimine müteakip toplumsal tabanda ve ana akım siyaset çevrelerinde “milli mutabakat” yüksek sesle va’z edilmeye başlandı. Mezkûr milli mutabakatın dahlinde kimlerin olup olmadığı, milli mutabakatın ne manaya geldiği ve ne türden neticelerle yüklü olduğunu tarih hafızası olanlar bilir. Cumhuriyetin kuruluş mantığındaki kimlik konfigürasyonu -münhasıran 1924’ten sonra- (aslında farklı dönemlerde değişmekle birlikte ana omurgası kanımca sabit kalan) kimin milli olduğu ve dolayısıyla kimin milli mutabakat dahlinde sayılacağı yasal ve gayri yasal usullerle belirlenmiştir. Bu kimlik ve tabiatıyla millilik konfigürasyonundaki hiyerarşinin başında Türk olmak, devamında Müslüman olmak ve mümkünse Sünni Müslüman olmak makbul olandır. Kimliğin oluşumundaki bu makbul sayılma hali mezkûr üçleme dışında kalanlar için mütemadiyen gayri milli olma, yeterince milli olamama ve bazı kimlikler için ise ne kadar performans sergilerse sergilesinler milliliğinden sürekli şüphe duyulma halini beraberinde getirir/getirdi. Cumhuriyet’in ulusal kimliği kurgulayışındaki bu üçleme milli mutabakata tekabül eder ve ontolojik olarak bu mutabakata dahil olmayacaklar (gayri Müslümanlar) ya da dahil olmak istemeyenler (Kürtler) milli mutabakatın gazabından kurtulamaz. Ekseriyeti cebren olmak kaydıyla erken Cumhuriyet yılları milli mutabakatın inşa yıllarıdır. Burada devlet-millet-parti bütünleşmesi ile milli mutabakat bir kimlik konfigürasyonundan çıkıp müesses nizamın bizatihi kendisidir artık. Cumhuriyet tarihi boyunca eklemli bir veçheyle icra edilen cürümlerin hemen hepsi milli mutabakatın onayıyladır. 1924-1938 Kürt katliam ve sürgünleri, 1934 Trakya yağma-tecavüz ve sürgünleri, 1945 Tan Matbaası baskını ve yağması, 6-7 Eylül katliam ve yağması gibi olaylar milli mutabakat dahlinde, onun bir gereği ve rızasında yapılmıştır. Tek parti döneminde devlet-millet-parti ile vücut bulan milli mutabakat, çok partili yıllarda devlet-millet-parti üçlemesi ekseninde devam etmese de mutabakatın harcını teşekkül eden Türk-Müslüman-Sünni kutsal üçlemesi devamlılık arz etmiştir. Milli mutabakat artık rejimi, müesses nizamı koruyan bir harçtır ve ana akım siyaset içindeki tüm farklılıkların ve çekişmelerin üstünde bir yerdedir. Burada bir parantez açmak gerekirse, 1950’den sonra Türkiye siyasal hayatında sağ-muhafazakâr iktidarların baskın varlığı ve bu iktidarların Kemalist rejimle bazen yapay, bazen de yapısal kavgaları milli mutabakatın kutsal üçlemesinde belirgin bir değişiklik yaratmamıştır kanaatimce. Zira Türkiye’de sağ-muhafazakâr siyasal akımlar özü itibarıyla Türk-Müslüman ve Sünni’dir ve dahi sosyal demokrat ya da sol siyasetin de farklı ağırlıklarda olsa da kutsal üçlemeye sadıktır, başka bir ifade ile bu kutsal üçleme ile yapısal bir sorunları bulunmamaktadır. Dolayısıyla milli mutabakat zemininin yelpazesi aslında oldukça geniş ve milli mutabakatın kendisi bir o kadar kullanışlıdır. Başka bir ifade ile milli mutabakat salt bir siyasal kavrayışla mahdut bir birliktelik değildir, Kemalistler-ulusalcılar, sağ-muhafazakârlar, laikler ve bazen solcular bu mutabakatın bir parçası olabilirler/olmuşlardır. Cumhuriyet tarihinden bugüne ülke sathında işlenen hemen her cürüm ya milli mutabakat dahlinde işlenmiş ya da milli mutabakatın rızası ile icra edilmiştir. Yukarıda tek parti döneminden birkaç örnek vermiştik. İşlenen cürümlerin meşruiyet zeminin milli mutabakat etrafından nasıl devşirildiğine birkaç örnekle devam edelim. Tan baskın ve yağması sonrasında dönemin milletvekili Osman Şevki Uludağ, gazetenin “milletin iradesi olan gençler tarafından linç edildiğini” söyler ve bu yolla işlenen cürümün toplumun iradesi ve rızası dahlinde olduğuna vurgu yapar. Başka bir örnek, Menderes, 6-7 Eylül yağma ve talanına katılanlarla ilgili “iştirak edenlerin büyük bir çoğunluğunun kudsî heyecan içinde bulunduklarını” söyler. Bu kudsî heyecan milliliktir şüphesiz, milli olma hali de bahsedildiği üzere kutsal üçleme tarafından çerçevelenmiştir.

İktidar, muhtevasındaki değişimlerden bağımsız olarak sürekli milli bir mutabakata ihtiyaç duyar. Milli mutabakat ise, farklı dönemlerdeki ittifaklarından bağımsız olarak kutsal üçleme dahlinde bulunmayanlar için mütemadiyen bir potansiyel tehlike olmuştur/olmaya devam etmektedir bu ülkede. Milli mutabakatın sabıka kaydının oldukça kabarık olması ve özellikle bu ülkede topluluklara karşı işlenen cürümlerin milli mutabakat eliyle ve/veya milli mutabakatın rızası ile gerçekleştirilmesi, ittifakın dışında kalanlar için haklı bir tedirginlik ve dahi korku uyandırmaktadır. Bu ülkenin Alevileri Sivas’ın bir milli mutabakat katliamı olduğu bilirler, bu ülkenin Kürtleri 90’lar boyunca yaşanan katliam-imha ve dehümanizasyon sürecinin bizatihi milli mutabakatın eliyle ve rızasıyla gerçekleştirildiği bilirler. Bu ülkenin gayri Müslümanları Malatya cinayetinin bir milli mutabakat cinayeti olduğunu bilir. Bu ülkenin Ermenileri Hrant Dink cinayetinin milli mutabakat marifeti olduğunu bilir. Roboski bir milli mutabakat marifetidir ve son bir yıldır Kürdistan’daki imha operasyonları ve kitlesel katliamlar milli mutabakat imzalıdır. Dolayısıyla bu ülkede müstakbel yurttaş sayılamayan her kişi ve topluluk için milli mutabakat pek de hayra vesile bir hafıza sunmaz.

Başarısız Darbe Girişimi ve “Milli Mutabakat”

Gülen cemaati, şimdiki adıyla Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından ve/veya öncülüğünde girişilen askerî darbe girişiminin başarısızlıkla neticelenmesinin ardından en sık duyduğumuz politik va’zlardan biri “milli mutabakat” ya da benzer minvalli milli birlik ve beraberlik vurgulu açıklamalar oldu/devam ediyor. Milli mutabakat söylemi eşliğinde Türkiye’de politika yapmak yeni bir şey değil ve hatta her daim geçer akçe olma niteliğindeki ender söylem dizilerinden biri. Ancak milli mutabakat bugüne kadar ekseriyetle “gayri milli” olarak tanımlanan kesimler karşısında (Kürtler, Ermeniler, Aleviler, bazen sosyalistler, vb.) bir tür had bildirme yöntemi olarak oldu. Bugün milli mutabakat söyleminin muhatabı Türk-İslâm sentezcisi-Sünnici bir cemaat. Üstelik en az on yıl doğrudan/açıktan hükümet ortaklığı yapmış bir yapılanma. Mevcut iktidarla aralarındaki teatinin son bulması ve birkaç yıllık kavganın ardından vahşi bir darbe girişimi ile sonuçlanan bir ilişki neticesinde ortaya çıkan kaotik durumdan çıkmak için milli mutabakat devrede. Daha önce de bahsedildiği üzere milli mutabakatın harcı sabit kalmak kaydıyla, kendisi esnek bir yapıdadır. Bu yolla bir yandan sürekli öze dair bir göndermeyi barındırırken, öte yandan konjonktürel ittifaklara ve eklemlemelere de açık bir yapısı vardır. Ancak yeniden vurgulayalım, bu mutabakatın dahline giremeyecek kadim düşmanlar hep sabittir. Darbe girişiminin ardından milli mutabakat söylemi meclisteki üç siyasi partinin de ana gündem maddesi, ilaveten sokakta ve toplum tabanında bir milli mutabakatın sağlandığı dillendiriliyor.

1) AKP: AKP’nin darbe girişimi öncesine kadar oldukça sıkı konsolide olmuş kendi tabanı dışında bir milli mutabakat arayışı içinde olmadığı açık. Özellikle son bir yılda Kürdistan’da giriştiği imha operasyonları ve ülke sathında muhalefete karşı saldırgan tavrı bunun açık göstergelerindendir. Ancak darbe girişiminden sonra AKP ve Erdoğan’ın %49 ve %52’yi aşacak bir milli mutabakat arayışında olduğu görünüyor. Darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Avrupa’dan somut bir destek alamaması, Orta Doğu ile kavgalı olması ve şüphesiz içeride PKK ile çatışmalı sürecin hâlâ devam etmesi AKP’yi ülke içinde kendi tabanını aşacak bir mutabakat arayışına zorlamış olabilir. Zira bir yandan adliye-harbiye-mülkiyeyi neredeyse tamamen ele geçirmiş bir eski ortağın tasfiyesi ve mecraların yeniden tanzimi sürecinden tek başına dört başı mamur çıkamama riski var. Bu yönüyle, yaygın kanaatin aksine darbe girişiminden AKP ve Erdoğan’ın “daha güçlü çıktığı” telakkisine katılmıyorum.

2) CHP: İktidar partisi tarafından tek parti döneminin cürümleri dahil olmak üzere, mütemadiyen darbecilikle, vesayetçilikle suçlanan CHP’nin, darbe girişimi karşısındaki tutumu iktidarın temel politik argümanlarından birini işlevsiz kıldı. Öte yandan geçmişte cemaate yönelik eleştirileri ve özellikle de Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk gibi davalar konusundaki tespitlerinin darbe girişiminden sonra doğrulanması CHP’nin elini güçlendirmiş görünüyor. Öte yandan tasfiye edilen Kemalist ya da ulusalcı askerî kadroların yeniden çağrılması -kuvvetle muhtemel yargı ve bürokraside de benzer bir süreç yaşanacaktır- 2007’den itibaren belirgin bir biçimde devlet kademelerinden tasfiye edilen Kemalistlerin ve ulusalcıların yeninden devlete ortak olma fırsatını sunuyor. Bu yönüyle CHP, Kemalistler ve ulusalcılar son 14 yıl boyunca belki de en fazla iktidar ortaklığına yakın hissediyorlar kendilerini. Darbe girişimi sonrası CHP cenahından da milli mutabakat söylemi sıkça dillendirilir oldu. Her ne kadar AKP ile doğrudan aynı zemine oturmasa da ortaklaştıkları noktaların varlığı malum. Hatta CHP Dersim milletvekili Gürsel Erol bir “milli mutabakat hükümetinin kurulmasını” önerdi ve toplumda da bir milli mutabakatın oluştuğundan bahsetti. AKP ve CHP’nin milli mutabakat kavrayışlarındaki ortak nokta Kürtlerin mutabakatdışı bırakılması. İki partinin ortak mitingler düzenlemeleri ve benzeri politik alışverişler yeni devlet yapılanması hususunda, taraflardan biri için zorunlu bir pazarlık (AKP için), diğeri için ise bir fırsat alanı olarak görülüyor.

3) MHP: Çözüm sürecinin sonlanmasından sonra MHP’nin iktidar partisine müzahir duruşu malum. Kürt meselesinde şiddet ve imha eksenli yaklaşımlar devam ettiği sürece MHP’nin ve tabanının iktidar partisi ile yakınlığı devam edecektir. İktidarla benzer ve geçişken bir sosyolojik taban üzerinden siyaset yapan MHP, yer yer militanlaşabilecek kitlesini sokak gösterilerine de kanalize etmiştir. İlaveten kısmen ordu ve bürokrasi içindeki varlığı ile de MHP darbe girişimi sürecinde iktidardan yana tutum sergilemiştir. Halihazırda AKP’nin milli mutabakat çerçevesi ile MHP’ninki birebir örtüşmektedir. Türk-Müslüman ve Sünni çoğunluğundan teşekkül bir mutabakatla hem müesses nizamı korumak hem de başta Kürtler olmak üzere ülke içinde gayri milli addedilen herkesle savaşmak.

“Milli Mutabakat” ve Kürt Meselesi

Beklenildiği üzere, darbe girişiminden sonra siyasal iklimi saran milli mutabakat, milli birlik ve beraberlik söylemlerinin sonunda hep “HDP hariç” iması ya da vurgusu oldu/devam ediyor. İlaveten HDP ontolojik olarak milli mutabakata dahil olamaz, eğer dahil edildiği bir mutabakat olursa o da milli mutabakat değil, belki demokratik bir mutabakat olur. HDP’nin darbe girişimi sonrasındaki ilkeli duruşu, darbe karşısında yaptığı ana akım siyaset ve medyanın “ilgisine mahzar” olmadı. Kürt Siyasal Hareketi’nin ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın Türkiye’deki darbe geleneğine yaptığı vurgu ve İmralı görüşmelerinde açıkça hükümeti “paralel devlet” yapılanması konusunda uyarması, nitekim öngörülerinde ve uyarılarında haklı çıkması bugün için “muteber” sayılmıyor. Darbe girişimi sonrası tutuklanan komutanlar arasında Kürdistan vilayetlerindeki imha operasyonlarını yöneten isimler de var. Ancak hemen eklemek gerekir ki Kürt vilayetleri ile Batı mukayese edildiğinde, Kürdistan’da TSK’deki tasfiyeler sayısal olarak çok düşük. Bunun nedeninin cemaat yapılanmasının Kürdistan’daki varlığının sınırlı olması mı yoksa tasfiyeler neticesinde devam eden savaş koşulları dikkate alındığında ordunun operasyonel gücünün daha fazla tahrip olmasını önlemek mi olduğunu şu an için bilmiyoruz ancak ikinci seçenek kanaatimce akla daha yatkın. Öte yandan Roboski davasının yeninden gündeme gelmesi ve daha yeni olan bir tartışma; çözüm sürecinin cemaat tarafından sabote edildiğinin Mehdi Eker tarafından dillendirilmesi, sürecin sonlandırılmasında milat kabul edilen Ceylanpınar saldırısına dair “şaibe” nitelikli tartışmaların yeninden yapılması PKK ile yeni bir diyalog sürecinin başlatılması yoluna döşenen taşlar olarak okunabilir. Ancak her ne kadar iyi niyetli bir okumadan böylesine bir sonuç çıkarmak mümkün görünse de kısa ve hatta orta vadede bu çok da mümkün görünmüyor. Neden?

1- Kürt meselesi sadece Türkiye toprakları içinde konuşulup halledilebilecek bir mesele olma muhtevasını uzun zamandır yitirmiş durumdadır. Bugünkü koşullarda ise Kürt meselesi doğrudan Orta Doğu’daki gelişmelere bağdaşıktır. Erdoğan ve siyasi iktidar da bunun farkındadır. Dolayısıyla Rojava’nın durumu stabil bir hal almadan Türkiye’deki Kürt meselesinin hal yoluna koyulması gayri mümkündür. Sahada DAİŞ’le savaşan tek aktif güç ve ABD’nin müttefikimiz demekten çekinmediği YPG’yi “terör örgütü” ilan edip Türkiye’de PKK ile diyalog/müzakere sürecinin başlatılmasının mümkün olmadığını Erdoğan ve iktidar da biliyor.

2- AKP-CHP-MHP’nin etrafında toplandığı milli mutabakata HDP’nin dahil edilmemesi, Kürt meselesinin çözümünün şu an için ana gündem olmadığını gösteriyor. Erdoğan ve AKP’nin Kürtlerle barışı, halihazırda inşa edilmeye çalışılan milli mutabakatı ortadan kaldırabilir. Çünkü iktidar ve Erdoğan açıktan olmasa da darbe girişiminden sonra sarsılan devlet nizamının tesis edilmesinde diğer ortaklara ihtiyaç duyuyor, öte yandan Kürt Hareketi’nin devletin yeninden yapılanmasına dahil edilmesi hem tarihsel olarak milli mutabakata ters hem de diğer ortakların desteğini geri çekebilir/çeker. Özetle nizam sağlanana kadar Kürt meselesi geleneksel çatışma siyaseti ile devam edebilir.

3- Erdoğan ve iktidarın kısa vadede cemaat yapılanmasını tasfiye etmesi çok mümkün gözükmemekle birlikte tasfiye edilen cemaatin yerine yerleştireceği doğrudan kendisine bağlı bir kadro birikiminden de yoksun. Hal böyle olunca orta vadede bir milli mutabakata ihtiyaç duyuluyor. Orta vadedeki bu milli mutabakat bir yandan Kürt meselesinin bir süre daha çatışma ikliminde seyredeceğini, öte yandan da Erdoğan ve iktidarın orta vadede bir iktidar paylaşımını zorunlu kalacakları sinyalini veriyor. Mezkûr iktidar ortaklarının başında geleneksel ordunun yeninden eski pozisyonuna geçmesi kuvvetle muhtemel öngörülebilir.

Milli mutabakat siyaseti Türkiye’de başta Kürt meselesi olmak üzere, temel demokratikleşme önündeki en büyük engellerden biridir. Kısa vadede mutabakatın tarafları ve kuşkusuz tabanı tarafından nizamın tesisi olarak görülse de orta ve uzun vadede var olan sorunları daha da derinleştirecektir. Uzun vadede bu iktidar ya da başka bir iktidar Rojava’yı tanıyıp PKK ile müzakere etmek zorundadır. Neden?

1- Uzun zamandır başta DAİŞ’le mücadele konusunda ABD ile YPG konusunda ihtilaf yaşayan iktidarın, darbe girişiminin arkasında ABD’nin olduğu suçlaması ve Gülen’in iade süreci ile ilgili sürecin muhtemelen uzayacak olması, ABD ile ilişkileri daha da zora sokabilir. Bu süreç beraberinde uzun zamandır iyi ilişkilerin kurulduğu Güney Kürdistan’la da ilişkilerin bozulmasına sebebiyet verebilir. Nitekim Güney Kürdistan’da bulunan yirmiye yakın cemaat okulunun şimdilik kapatılmayacağının açıklanması bunun ilk sinyali olarak okunabilir. İktidarın alternatif bir ittifak arayışı olarak İran-Rusya ve muhtemelen Suriye ile yeni bir blok oluşturmaya çalışması ABD ve NATO’yu karşısına alması anlamına gelir ki pek maceraperest görünüyor. İlaveten İran-Suriye ve Türkiye, Kürdistan’ın üç parçasının ABD tarafından açıkça desteklenen Kürtlere cephe alması üç devlet için de bitmek bilmeyen bir çatışma sürecini ve stabil bir istikrarsızlığı beraberinde getirir.

2- Halihazırdaki milli mutabakat siyaseti cemaatin tüm komplolarını, suçlarını ortaya çıkarmakta istekli görünüyor ancak milli mutabakat gereği bizatihi cemaat yargısı tarafından organize edilen Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi kıyım operasyonu olan KCK davaları hâlâ yasaklı konu. Çünkü KCK davalarının gündeme gelmesi milli mutabakatı bozabilir/bozar. İktidarın zevahiri kurtarmak adına giriştiği bu yeni olmayan/geleneksel siyaset yapma biçimi Kürt meselesini çözmeyeceği gibi daha da derinleştir. 1990’lı yıllardan sabıkalı komutanların milli mutabakat gereği yeninden Kürt vilayetlerine atanmaları, ordudaki darbeci bir kliğin tasfiyesinin yerine ordu içinden başka bir klikle mutabakat sağlanması Kürt meselesini çözmeyeceği gibi yeni darbe potansiyellerini beraberinde getirir. Bu hükümet ya da bir başkası, kısa ve orta vadede pek mümkün gözükmese de PKK ile müzakere etmek ve dört parçadaki Kürtlerle barışmak zorundadır. Demokratikleşme ve askerî darbe tehlikelerini savuşturmak ancak bu yolla mümkün olur.

Başta Kürt meselesinin demokratik yol ve yöntemlerle hal yoluna koyulması olmak üzere, Türkiye’deki kadim meselelerin çözümünün ve genel demokratikleşmenin yolu, tarihsel hafızalarda pek de makbul bir yere sahip olmayan milli mutabakat siyaseti yerine, sahici ve tüm toplulukları kapsayan demokratik bir mutabakat siyaseti ile ancak mümkündür.