Türkiye coğrafyası içerisinde yer değiştirdiğimizde, bölgeler arasındaki ayrımlar biraz keyfi görünür. Sanki haritayı ve coğrafyayı yukarıdan gören bir el bölgeleri kendince birbirinden ayırmış gibidir; Karadeniz, Akdeniz, Marmara, İç Anadolu, Ege, Doğu ve Güneydoğu Anadolu. Bu durum Cumhuriyetin korporatist, bütünleşmiş, sınıflardan ve siyasal cemiyetlerden uzak bir Türkiye özlemiyle de uyuşur. Bu ayrımın kendisi de a-politik görünür; doğal sınırların, sıradağların, denizlerin ayırdığı farksızlaşmış bir coğrafya... Oraların insanları erkenden yerleşik yaşama geçemediğinden olsa gerek, yerlerinin bilememiş ve kendi sınırlarını çizememişlerdir.
Avrupa-merkezli bir düşünceye bulaşmak pahasına şu söylenebilir: Avrupa sınırlarında bu ayrım daha tarihsel ve daha siyasaldır. Her ne kadar ulus-devletin inşa edildiği her yerde, etnik ve sınıfsal ayrımlardan uzak bir bütünlük ve eşitlik arayışı olsa da, Avrupa’da fazladan, özellikle feodal zamanların artığı bir farklılaşma da göze çarpar. Örneğin Fransa’da seyahat ettiğinizde, Brötanya’ya, Akitanya’ya, Normandiya’ya ya da Burgonya’ya girdiğiniz çarpıcı bir şekilde belli olur. Bu halklar bugünkü refah devleti içerisinde kendilerini ağırlıkla turistik yollarla diğerlerinden ayırsalar da, tarihlerinin, farklılıklarının farkındadırlar ve kendi sınırlarını zamanında kendilerinin koyduklarını bilirler. Bu halklar ‘yer’lerini bilirler ve oraya sahip çıkarlar. Fransa devleti de bundan korkmaz; çünkü bu çabanın kendisinin, Korsika hariç, şu zamanda turistik bir içeriği olduğunu bilir. Halkların görece farksızlaşmış olan refah düzeyleri bu ayrımın kendisini renkli bir oyun haline getirir. Yani refah devleti sayesinde buralarda da ayrımlar zamanla, farklı yollardan da olsa, a-politikleşir.
Marc Bloch, Feodal Toplum adlı çok önemli çalışmasında, “Avrupa siyasal haritasının ilk taslağının” farklılıklarıyla birlikte ortaya çıkışını, 9. ve 13. yüzyıllar arasında deneyimlenen Feodal Dönem’de bulur. Biraz da romantikçe sahip çıktığı bu çağ ona göre tarihte eşsiz bir dönemdir. “Bu olağanüstü ayrıcalık”, Bloch’a göre sadece Japonya’daki feodal dönemle karşılaştırılabilir. Ancak samurayların derebeyleriyle olan bağımlılık ilişkisinde, vassalın (ya da şövalyenin) senyörüyle sözleşmeye dayanan karşılıklı ilişkisi yoktur.
9. Yüzyılda Fransa ve Almanya’da hüküm süren Karolenj İmparatorluğu, Bloch’a göre feodalizmin “aslına uygun” yaşandığı bir zamandır. Bu dönemden başlayarak, kralın prenslere ve onların da senyörlerine sözleşmelerle bıraktıkları topraklar ya da fiefler (feodal ‘fiefe ilişkin’ demektir), serften krala kadar çıkan bir varlık zincirini ifade eder. Serf vassaline, vassal senyörüne, senyör prense ve prens de kralına hesap verir ve tüm bu bağlantılar kalıtımsal değil, sözleşmeler yoluyla hayata geçirilir. Öyle ki, “gerçek feodal” işleyiş, “senyörü sözleşmenin taraflarından biri derecesine indirir” (196). Bu zamanlarda kalabalıkları dışarıdaki saldırılardan, müstahkem kentleri ve şatolarıyla koruyan senyör ve vassaller, Avrupa için bir güvenliğin ve dolayısıyla da refahın güvencesi olurlar. Feodal Çağ’dan önceki, Normanlar (ya da Vikingler), Araplar ve Macarlar gibi ‘başıbozuk güçler’in saldırıları bu sayede etkisizleşmiş, ekonomik birikim için rahat bir ortam yaratılmıştır.
Feodal ilişkiler serften krala uzanan ve sözleşmeler yoluyla kurulan bağlantıların ifadesidir. Örneğin bağlantılarından kurtulmuş senyörler ve şövalyeler, soyluluk, özgür köylüler ve kölelik bu resmin dışında durur. Özellikle tüccarlar gibi bağlantılarını kesen kentsoylu bir insan topluluğu feodal düzenin tam karşısında yer alır. Kentsoylu birikimin ilk failleri olarak tüccarlar, yer değiştirerek, kurulu ilişkileri yerinden çıkararak, başka yerde biriken değerleri diğerleriyle karıştırarak varolabilirler. Bu yüzden tüccarlar o dönemdeki tek zenginlik kaynağı olarak toprağın üzerine yerleşen feodal ilişkileri bozarak varolabilirler. Yani tüccarların ya da burjuvanın ilk biçimi olarak bu kentsel sınıfların, tahkim edilmiş kentler ardında rahatça yaşayabilmesi ve kent havasıyla özgürleşebilmeleri, birçok serfin ve köylünün “yorgunluğundan geçinmelerine” bağlıdır.
Feodal hukuk senyörsüz, bağlantısız bir kişiyi kabul etmez, kanundışı sayar. Feodal varlık zincirinde kendisine bir yer bulamayan kişi, muhtemelen ya suçlu ya da sapkındır. Kişi mutlaka sözleşmenin taraflarından birisi olmak durumundadır. Kişi kendi hesabına çalışmamalı, kafasına göre takılmamalıdır. O dönemde tüccarların başkalarında yarattığı çekince ve horgörü de burada aranabilir. Onlar bir şeyleri başka şeylerle karıştıran, kent havasıyla özgürleştiklerinden bağlantılarını koparmış kimselerdir. Oysa feodal hukukta, “özgür denilince senyörsüz adam değil de, senyörünü seçme, başka bir senyöre doğru gitme hakkına sahip adam” (351) anlaşılır. “Sonsuza kadar yenilenebilen “lord arama” işi, özgür adamın vazgeçilmez haklarından biri sayılmaktaydı.” (163) Bağlantısızlık, özgürlük değil, bir çeşit yoldan çıkmadır. Ancak feodalite içerisinde tarif edilen “özgür adam”ın tam karşılığı vassalden ya da şövalyeden başkası değildir. Şövalyeler, özgürce seyahat eden, savaştıkça varolabilen, kendi keyfi uygulamalarını ve angaryalarını serflerine yükleyen, şiddet kullanma ayrıcalığına sahip bir savaşçı sınıfıdır. Bu da Bloch’un feodal ütopyasının kör noktası gibi görünür; yani her egemenlik biçiminde olduğu gibi, birileri diğerlerine göre daha fazla ayrıcalıkla donanmıştır.
Yani feodal işleyiş de tüm diğer insani kurumlar gibi, “mükemmel olmayan bir şekilde gerçekleştiğinden” sözleşmeli bağlantılar çoğu yerde teoride kalır ve feodal varlık zinciri, “serften kralına ulaşana kadar bir yerlerde kopar.” (319) Böyle bir ortamda başına buyruk toprak parçaları, “Kralsız ve yasasız” toprakların sahibi, kendi sınırlarını koyan farklı halklar ortaya çıkar. Zamanla sözleşme bağlantısı da ortadan kalktıkça, kalıtımsal toprak parçaları artmaya başlar ve soylu sınıf yüzünü gösterir. Sözleşmeyle “birbirine bağlanan yaşamlardan birisi sönünceye kadar” emaneten verilen ve bir kiracı gibi yerleşilen fiefler, XIII. Yüzyıldan itibaren kalıtsal topraklara dönüştükçe “feodal işleyişin doğası” bozulur ve bunun sonucunda “Avrupa feodal tipten uzaklaşır.” Çünkü soyluluk, sözleşme dışı yapısıyla feodal hukuk içerisine sığamaz. Ancak kuralların yazılı değil de örfi olduğu bir işleyişte bunun önüne geçilemez. Feodal toprakların eski sahipleri olan Romalıların, Germenlerin ya da Karolenjlerin yazılı hukukları çöker ve “hukukun tek canlı kaynağı olarak, ortada sadece örf kalır.” (108) Adaleti dağıtmak senyöre düşer. Fransa’da Karolenj fermanları ve çok sonradan İngiliz Magna Carta’sı (1215) dışında o dönem içerisinde genel düzeyde yaptırımları olan yazılı hukuksal belgeye rastlanamaz. Bu dönemde, “işi gereği bir yerden başka bir yere gitmek durumunda kalan bir kimse, çeşitli hukuk bölgelerinden geçmek durumunda kalır” (109) Zaten Bloch’a göre, “feodalitenin en büyük günahı, gerçekten etkin ve uyumlu bir hukuk sistemi kuramamış olmasıdır.” (197) Ancak feodalite biraz da bu yasasızlıktan ve kralsızlıktan güç alır. Yani feodalitenin zayıflığı bir bakıma onun esasını ve gücünü oluşturur.
Şövalyelerin kendilerine emanet edilen toprakları sahiplenmeleriyle ortaya çıkan soyluluk, Fedalizmden önceki dönemlerde rastlanmaz. Sözleşmeyle aldığı fiefi zamanla kendisine mal eden şövalye, kendisini bir soyun başlangıcı ilan eder ve buradan başlayarak, “Şövalye soyundan olan herkese soylu denir.” (276) Aristokratik davranış kalıbı da bu şövalye soylarında sağlamlaşır. Feodalite zayıfladıkça soyluluk bir sınıf olarak belirginleşir. Çünkü tüm ilişkileri düzenleyen sözlü ya da yazılı sözleşmelerin (hatta kimi zaman sözleşmeyi pekiştirmek için senyör ve vassali bu bağlantı akıllardan çıkmasın diye ağızdan öpüşürler) yerini ırsiyetle ilgili düzenlemeler alır. Sonradan, 14. yüzyıldan başlayarak soylular mutlak bir iradenin, güçlü bir kralın, monarkın altında toplanarak feodal ilişkilerin sonunu hazırlarlar. Örneğin Rönesans Döneminde Fransa kralı XIV. Louis tüm bu soyluları Versailles’da yaşamaya zorlayarak bir görkem politikası izler ve soyluların kendi iradesinden uzaklaşmalarına engel olur.
Mark Bloch, feodalizmi doğrudan modern zamanlara bağlamasa da, Avrupai bir varlık biçimine sahip çıkar ve farklılıklarına rağmen tutarlı bir Avrupalılık, “Batı bilinci” vurgusuyla bir medeniyetin tasvirini yapar. Ona göre Avrupalı oluşun esasını da feodal zamanlarda başlayan bir ilişkiler bütünü oluşturur. Marc Bloch, feodal zamanları, Avrupa’da sivil değerlerin yerleştiği bir dönem sayar. Karanlık olmak bir yana, neredeyse ütopik sayılabilecek, sözleşerek yan yana duran, devletten, üst iktidar biçimlerinden ve vergi toplayan bir bürokrasiden bağışık “özgür insanların” varlığı sivil toplumsal sözleşmelerin ilk taslağını oluşturur. Karşısındakini kendisine tabiî ya da efendisi saymayan bir insan modeli de bu zamanlarda ortaya çıkar. Sosyal yaşamda bir sözleşme vesikası hep kenarda durduğundan tâbiiyet doğallaşamaz. Kişiyi tâbiiyeti altına alacak bir büyük iktidar yerine yerel güçler ortaya çıkar ve “gücün billurlaşması olarak şatolar” kişilerin tüm siyasal evrenini oluşturur. Feodal düzen bu haliyle, bir “merkezkaç oluşumlar kalabalığı” şeklini alır (331).
Bloch, feodalizmin “gerçek anlamda” hiçbir toprakta yaşanmadığını ortaya koyar. Feodal çağ, ona göre birçok iktidarın birbirine “Arap saçı gibi” dolandığı bir dönem olsa da, yine de bu karmaşanın içerisinde kristalleşen ve tüm Avrupa coğrafyasına şekil veren bir taslak yine de ayırt edilebilir: “Tüm dağınıklığına rağmen feodal toplumun tabanında derin bir birlik vardır.” (230) Özellikle Fransa ve Almanya’nın batısında “aslına uygun” biçimde yaşanan feodalizm, aslından farklılaşsa da, İspanya, İtalya ve İngiltere’de de belirli bir uygulamasını bulur. Ancak Bloch için asıl önemli olan, bu feodal rengin Avrupa’yı bir uygarlık olarak sınırlamasıdır. Hatta bu renk kullanılarak Avrupa harita üzerinde rahatlıkla işaretlenebilir: “Tiren Denizi, Adriyatik, Elbe Nehri ve Okyanus tarafından çevrelenen coğrafya” (19) olarak Avrupa, kendisini ve başkasını bu renge göre ayırt eder ve kendi alerjik bünyesini oluşturur. Avrupalı da, Antik Yunanlılar ve Romalılar gibi kendi dışındaki barbarı, kâfiri bu sayede işaret eder. Avrupa kendi bilincine bu zamanlarda kavuşur. Avrupa’nın bilincine erdiği bu şeye, ‘Haçlı Zihniyeti’ demek abartılı olsa da, kendi sınırlarını koruma jesti denilebilir.
‘Kendi’sini korumayı öğrenen ve feodaliteyle birlikte düzenli bir orduya kavuşan Avrupa, “Dünyanın geri kalan bölgelerinin aksine, istilalardan ebediyen kurtulmuştur. Daha sonra Moğollar ve Türkler, Batı’nın sınırlarına sürtünerek geçeceklerdir. Batı, mutlaka kendi çatışmalarına sahne olacaktır, ama aile arasında. Buradan da, hiçbir dış saldırı ve yabancı istilayla kesilmeyen, çok daha düzenli bir kültürel ve toplumsal evrim tarzı ortaya çıkmıştır.” (65) Yani buradan devamla şu söylenebilir: Şöven edebiyatın hep işaret ettiği Viyana Kapıları aşılsaydı bile bir sonraki müstahkem mevkide Osmanlının yolu kesilirdi. Artık burası Salzburg olur, Venedik olur fark etmez. Osmanlı ordusunun karşısındaki, farklılığı içerisinde belirli bir kararlılığa ermiş bir Avrupa’dır. Osmanlı’nın istediği gibi at koşturacağı boş bir mekân değildir.
Marc Bloch, Feodal Toplum, Çev: M. Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yay., Ankara, 2005.