Mâlum, dolaşıma girmiş bir "aktif hareketlilik" söz konusu İstanbul/Taksim-Gezi Parkı özelinde ve Türkiye genelinde, bu hareketliliğin iletişim dili, talep dili olduğunu en başında görmemiz gerekir. Sonra bu iletişimde tarafların üsluplarını anlayabilmek mümkünleşecek, bu noktada yazı etrafında dolaşmak istediğim kavramlar; iletişim, üslup ve sosyoloji olacak. Onların kendi nesnel varlıklarını ve ilişkisel-kullanım gerçeklikleriyle bütünleşik olarak nasıl biz izlenim verdiğiyle ilgili bir sorgulama görevi üstlenmeye çalışacağım Gezi süreci bağlamında.
İletişim yapmak, bunda ısrarlı olmak bir kere “yeni” bir biçimi, olguyu harekete geçiren bir anlamlılığa karşılık gelir. Birileri bir yerlerde konuşuyor, eyliyorsa burada geçmiş durağan bir biçimden sıyrılıp hareketli ve hararetli bir çerçeve etrafında toparlanmaya, aktarılmaya çalışılır (bu geleneksel, kıstırılmış-kısıtlayıcı bir iletişim dilinin mevcudiyetidir), buradan da anlayabileceğimiz gibi tarafların "katılım" göstermesi esastır, katılımın esas olduğu bir ilişkide üslubun, dilin altlık yapacağı şey iletişimin sarihliğini, samimiyetini gösterir bizlere. Samimiyetin, naifliğin altlık yapacağı bir ilişki biçiminde “anlam” kurma, “anlamlandırma” olabildiğince nettir, dışsal nedenlerden azade olabildiği ölçüde de “nitelikli”, karşılıklı kurulabilecek bir anlam taşır. Bu süreç boyunca bir tarafın iletişim kurmasıyla başlayan, diğer tarafınsa iletişimi en son aşama olarak gördüğü ve buna dayanak (%50) yaptığı kapsayıcılıkla birlikte (anlamsal karşılığı olarak) tecrübe, deneyim iletişimin seyrini ve veçhelerini oluşturdu, "bu nedenledir ki iletişimin zemini olan “bir aradalıklarda” deneyim akışın yönünü belirlerken geleceğin yalınlığı olabildiğince geçmişle bütünleşik ön görülemez bir aidiyet oluşturur. Şimdi bu sözünü ettiğim meseleyle ilgili; “Hele, hele hiç kimsenin ağaçlar bahanesiyle ortaya çıkıp gerilimi arttırmaya hiç hakkı yoktur.”Şimdi geleceğim çünkü biz bu tertipleri geçmişte çok yaşadık.”Defalarca yaşadık, deneyimledik ve biliyoruz bu işi, söylemi hep stabilize olmakla birlikte hazır, dondurulmuş bir gıda çabukluğu taşır. Bu yüzden iktidarın, kolluk kuvvetinin ve olaya müdahil mekanizmaların refleksleri hem bir tavır alışa hem de keskinleşmeye hep eğilimli olur. Muktedir olan tarafında dayanak olarak oluşturduğu deneyimlemek, yaşamak kendi anlamsal arka planlarında meşru bir zeminde ifade bulmuştur zira. Kendini düşünen, kendi sonuç ve neticelerinin olası gayplarına karşı bir hazır bulunma hali.
Sözünü etmeye çalıştığım deneyim, yaşadık söylemlerine ilişkin yakın bir zamanda gerçekleşen “Arap Baharı” muktedir tarafında anlamsal arka planda büyük bir ağırlık ve hissiyatı oluşturur. Geçmişle birlikte “bir arayış”, hazır bulunma halinde bakılırken gelecek önemsenmez veya unutulur; insanların talepleri nedir, onları oraya kadar götüren süreç nasıl işlemiştir, bu işin kendi ahvali-serzenişi hangi meram ve üslup üzerinden oluşturulmaya çalışılır gibi geleceğin esas alınabileceği bir iletişim kurma çabasından azade bir geçmişle ilgili, geçmişi hâlihazır bir durumda savunmak gibi bir dayanak esas alınmıştır. Böyle olunca vaziyetle ilgili herhangi bir şey üzerinden stabilize olan geçmiş sürekliliğini sürdürür, bu da bizlere: Gezi eylemlerinin sosyolojik, psikolojik yerindeliklerinin hükümet tarafından pek gözetilmediğini ifade eder. Başbakan’ın üslûbu kırıcı, ötekileştirici ve hatta kışkırtıcı idi. Alelacele bir endişe mahalli oluşturma ve belli bir söyleme dayanak göstererek politik-toplumsal bir eyleme kudreti oluşturma çabasının ifadesiydi. Başbakan’ın, “bir de, Twitter gibi bir belâ var” söylemi, yeni iletişim kanallarını her ne maksatla kullanılırsa kullanılsın yok sayan tavrı da iletişim bahsinde önem arz etmektedir. (Geleneksel söylem biçiminin devamı niteliğindedir.) Herhangi bir söylem üzerinden madun tarafın kurmaya çalıştığı; hırçın, azgın olmayan bir dil geliştirmesiyle başlayan; ilk günden itibaren böyle görüntüler berraktır; "eylemcilerin" ellerindeki kitaplar, parka kurdukları çadırlar bu anlamda ılımlı tavırların olduğunu göstermektedir bizlere. Sürecin başında çok naif bir savunu oluşturan “eylemciler” ne yazık ki karşılarında muktedirin deneyimine, alışkanlığına ve nezaketsizliğine düçar oldular. Ve kısmen durum gittikçe “marjinalleşen”, olağan şüpheli olarak ortalığı yakıp yıkan insanlarla devamlılık göstermeye başladı. Bu noktada iletişimde “ev sahipliğini” yapmakta olduğunu düşünen muktedir taraf, söylemini daha hırçın, daha da fazla geçmişle örerek kurmaya çalıştı. Muktedir tarafın durumu, üslubu belli bir zeminde “anlamlı” bir karşılık yaratan seçmeniyle birlikte birlikteyiz, beraberiz söylemini örer, bu bağlamda Başbakan’ın tavrı kimseyi tanımaya, onları dinlemeye ihtiyacım(ız) var bağlamında oluşmadı.
Taraflardan hükmedenin hırçınlığı, bulunduğumuz dönem içerisinde gerçekleştirilmesi insanı daha şaşılası bir vaziyet içerisinde sıkıntıya düşürüyor. Türkiye’de siyasal oluşumların ve bu oluşumlarda hükmedenlerin dilleri ve davranışlarıyla gösterdiği bir kamusal müktesebat sorunun dikkat çekiciliği, şu bağlamda Türkiye tarihinin en fazla oy oranına sahip ve 3 dönem boyunca oylarını yükselterek iktidar olmuş bir oluşumda, hükmeden olmak; %50 “çoğunluk” söylemi bunu bir “mekanizma” gibi her durumda ortaya sermek sahiciliğe ve kapsayıcılığına ilişkin “işine gelir-geldiği gibi” bir vaziyeti ifade eder bizlere. Kamusal müktesebat sorunuyla ilgili hâlihazırda bir geleneğimizin olmaması hiç şüphesiz AKP’nin sorunu değildir, Türkiye’nin iletişim kurma araçlarından ne kadarda fazla uzakta olduğunu ve herhangi bir tarafın birbirlerine karşı olan tahammül ve anlam kurma birlikteliklerinin aşırı öfke ve kibir üzerinden kurulduğunun yeni bir tekrarı, göstergesi niteliğindedir.
Bunun karşısında yeni bir iletişim ve davranış dili geliştirmek oldukça zordur. Cumhurbaşkanı'nın olaylarla ilgili "serinkanlı olalım" ricası da pek işe yaramadı, çünkü insanlar güvenlik, "kolluk kuvveti"nin abis davranışlarının artık son bulmasını, iletişim taraflarının "ideolojik eylemler", "Recep Tayyip Erdoğan-AKP düşmanı" gibi atıflarla anlam verip şedit olayları başlatmasının daha zor olanı, zemini, konuşmayı namümkün kılacağını savunmaktaydılar.
%50 “çoğunluk” söylemiyle ve bu muktedirliğin karşısında yeni bir dil, üslup geliştirmek oldukça soluksuz bir havada ve mahir bir işe kalkışmayı kuşatacaktı, ama gerçekleştirildi, bir TV programında Ali İhsan Varol'un sunduğu "Kelime Oyunu" programı hem medya tarafındaki duyargalara karşı hem de gücün örtülü anlamlar yüklemesine ilişkin soru-cevap bulma arayışını mümkünleştirdi, iletişimi birbirimizin yüzüne bakarak kurmalıyız ve buna altlık edecek soruları iyice düşünüp sormalı ve cevap arayışında olmalıyızın sürdürülebilir bir eylem olması gerektiğinin ifadesini taşıyordu. Eylemlerde taraflar birbirlerini dinlemeye pek ihtiyaç duymazlar ama birilerini dinlemeye ihtiyaç duyabilirler, işte bu durum güçlü olmayan, madun olan tarafından gerçekleştirilince eylem "Recep Tayyip Erdoğan-AKP düşmanı" tavrına karşı sürdürülebilirliği hep mümkün olan bir eylem halini almaya başladı. Sürdürülebilir eylem biçimlerinden birkaçı: Boğaziçi Caz Korosu, Gezi Parkı’nda oluşturulan “Çapulcu Kütüphanesi” Yoğurtçu Park’ı ve Abbasağa Parkı’nda gerçekleştirilen forumlar oldu. Duvar yazılarını da hesaba katmalı. Tüm bunlar yeni iletişim kanalları oluşturma çabasını oluşturuyor. Bu kanallar içinde hiç şüphesiz en büyük payı sosyal medya alıyor. Twitter’ın bir iletişim kanalı olarak insanların dinleme, anlaşılma ve diyalog kurmasını mümkün kıldığını savunmaktayım, herkesin görebileceği aşikâr bir biçimde oluştuğu zaman. Eğitimin günümüzde yapamadığını kısmen sosyal medya ve onun oluşturduğu kanallar gerçekleştiriyor, artık bilgi dediğimiz “şey” pratik bir işleve sahip olmayı gerekli kılıyor, gezi parkı da bunun göstergesi olan bir zemindir aynı zamanda, böyle bakmaya-tanımlamaya çalıştığımız vakit stabilize kalmaya mahkum kalmış geçmiş geleceğin iyimserliği ve tahayyülüyle birlikte (bir aradalık aracılığıyla) bir karşılık ve anlam taşır. Bizim de her zaman, arayışında olmamız gereken ve ancak birbirimizin-karşılıklı oluşturabildiği bir anlamı taşımak olabilmelidir.
"SOSYOLOJİ VE PSİKOLOJİ BİLMEK”; BİLMEYENLER DIŞARIŞimdi ben daha çok muktedirin gözünde kaybetmiş olan Sosyoloji üzerinden gitmeye çalışacağım. Ankara mitinginden önce gerçekleştirilen (14 Haziran gecesi) toplantı olacak. Başbakanın toplantı da DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu tarafından basına yansıyan konuşma olacak ve o konuşma içerisindeki "Sosyoloji ve Psikoloji'yi biliriz" meselesi.(http://www.sendika.org/2013/06/asiri-sendikaci-konustu-hakkini-savunan-herkes-asiridir-marjinaldir/) Sosyolojiyi bilmek nasıl mümkün olur, bunun bir reçetesi, yöntemi var mı? Başbakan'dan bunu takdim etmesini öncelikle inandırıcılığı için talep etmek gerekir. Başbakan tarafından zikredildiği gibi Sosyolojiyi bilmek esas olarak yolunu, yöntemini "siyasal" anlamda bilmek oluşturuyor; neden-sonuç bağlamında yöntemini bilmeden icabını bilmek etrafında "bilmek" olduğu anlaşılıyor. İşe yararlılığını bilmek ve ondan faydalanmak, geçmişe karşın bir-iki temas bu yöntemin elzemliliği elbette, insanları incitmiş, insanların yaşam alanlarındaki inanç değerlerleriyle arasına öyle veya böyle bir mesafe koymasını dayatmış geleneklerde insanların hâlihazırdaki öfkelerini rafine etmek, onları iyileştirmeye çalışmak hâlihazırda mevcut, var olan bir Sosyolojiyi bilmek olarak ortada duruyor, güncelliğini korumakta olan ve halen bu güncelliğin belirli bir öfkeyle yüklü olduğu bir kırılganlık hali, insanı hiç şüphesiz Sosyoloji ve Psikoloji bilmeye kadar götüren bir dizilim içerisinde bulunmaya yönelten bir süreç. Burada esas meselem Sosyolojiyi bilmenin nasıl mümkün olabildiğiyle ilgili olarak, bilmek olarak addetmekteki üslup ve takdim sorununun varlığı. Başbakanın “Sosyolojiyi ve Psikolojiyi biliriz” savı siyasal maksadın, ereğin toplumsal olanla ilişkisini sosyoloji üzerinden işlek hale getirebilmek gibi bir amacı taşır ve temel altlığını; paylaşıyoruz, birlikteyiz ve birlikteyken bir güç olabiliriz’i oluşturuyor.
Siyasal ve onun mekanizmaları olan yapıların Sosyolojiyi bir "ikna" mekanizması olarak kullanması hiç şüphesiz bir aldatıcılık olduğu kadar Sosyoloji'nin Türkiye'de "yapılabilmesi" için ne kadar mahir bir işe kalkışması gerektiğinin güçlülüğüne dikkat kesilmemiz gerekiyor. Başbakanın aşikâr bir şekilde savunduğu gibi Sosyolojiyi iyi biliriz takdimi siyasal ereğin menzilini oluşturuyor, kendi içinde her ne kadar anlamlı bir nitelik taşısa da bu durum, bunu böyle (biliriz, yaparız, ederiz, uygularız anlamında) takdim etmek inandırıcılığını yitiren bir vaziyet alır, araçsallaşır. Sosyoloji dolayısıyla duyarlılığa temas etmek değil, o duyarlılığın kendi menzili doğrultusunda varlığını sorgulamaktır, niye böyle olduğu kadar artık “niye böyle” olmaması gerekliliğini göz önünde tutmaktır.
Sosyoloji herhangi bir mesele üzerinden iletişmeden-konuşmadan, konuşmaları takip etmeden, sıralamadan ortaya konulduğu vakit çıkmaz ve açmazlarının eksik olacağı, bitmeyeceği bir bilim dalı. Bu bağlamda Sosyoloji için üretmek, iknadan, yönlendirmeden (ki buna ehliyeti olanların hakkı olabilir ancak) "iletişmek" üzerinden üretilen aslî bir mesele. Sosyolojinin “iletişim kurmak”la bağı kesilirse bilinebilirliği ve bilinemezliğiyle müphem olan bir alan halini alır, oyuncak olur ancak. Ben bu oyuncağı seviyorum, ben de bu oyuncağı seviyorum ayrımlaştırmasından başka da bir şey kalmaz geriye ve oyuncağınızı herhangi bir anda kenara atarsınız. Siyaset kenara çekilme, kenara alma gibi temel kategorilerde mahir bir alan olduğu kadar dikine gitme, fırsat yaratma alanıdır da. Bu yüzden konjonktür kelimesi siyaset ve sosyoloji için önemli bir kavramdır.
Peki ya Psikoloji bilmek, onun derdi Sosyoloji kadar hazin bir süreç. Birine ben senin Psikolojini biliyorum, senin kitlenin psikolojisini biliyorum diyemezsiniz ancak anlayabilir ve o minvalde davranmaya çalışırsınız. Bu söylem içerisinde bulunmak ne kadar da acımasız? Başbakanın bu söylem içerisinde Sosyoloji ve Psikoloji'yi bilmesi "bu kadar oyu nasıl alırdık" yollu konuşmasında haklıdır, başarısıdır. Velâkin AKP'nin genel retoriği öyle veya böyle herhangi kötü bir şeyi, yaptığı iyi şeyler üzerinden tanımlamak ve buna temsiliyet vermek üzerinden kurulur. Bu hiç şüphesiz sonuç alıcı "siyaset" bilmekle gerçekleşir. (buna eşlik eden "hitabetinin" payı etkili olabilir elbette) Bu sonuç alıcı siyasette görülmesi gereken; hem ona oy verenler açısından bir aldatıcılığı taşıyor, hem de siyasetin insanlar üzerinden samimiyetini, sahiciliğini yitiriyor. Dolayısıyla ayrımlaştırılmış bir "benden olanlar" ve "benden olmayanlar" tarafgirliği söz konusu. İletişimde ki son sözü "ben söylerim", sosyolojiyi, psikolojiyi ben bilirim tavrının faydasız olduğunu kamusal anlamda kazanmak ve bu olgunluğu taşımak gerekir. Bu Türkiye’nin öyle veya böyle gerçekleştirmeye çalıştığı yolculuğunda sahiciliğini gösterecektir aynı zamanda. Bu olgunluğu taşımayan ve Sosyoloji'den bahseden bir mekanizmanın her türlü resmiliği aşırı öfkelidir. Sosyoloji zaten resmi olanın değil, olmayanın, onunla didişmenin uğraşısıdır. Tamamlanmış bir mesele de değildir hiç bir zaman, hep açıktır yenilemeye, didişmeye. Başbakanın bu anlamda "didişme" üzerinden ciddi bir kalabalığı mevcut bu kendisini sosyolojiyi bilmesi için güvenli, zor bir insan yapıyor ve davranışlarını ateşliyor. İnsanların inançları bağlamında ellerini duaya açtığında adınızı "esefle" anmasının hiçbir sosyolojik çözümlemesi maalesef ki olmayacaktır. Gelin resmi sosyolojiyi de, kibri de bırakın. Herkesin başbakanı olma doğrultusunda yeni bir üslup oluşturun.
Sahiciliğini, inandırıcılığını yitirmekte olan siyasetin, insanları buluşturmak, kısmi kapsayıcı olmayıp, herkesi farklılıkları ve zenginlikleriyle dinç tutması gerekirken üslubunu her zaman kontrol etmesi gerekecek. Bundan sonrası "sözü" bir buyruk olarak savurmaktan çok, katılımlı bir söz, dil kurmak üzerinden inşâ etmek için mücadele göstermemiz gerekecek. Bu da temel sorunumuzun dinlemek, anlaşılmak, anlatmak olduğunu gösteriyor bize.
Benim hayatım boyunca eksikliğini hissetmek istediğim ve peşinden kovaladığım her zaman baki olan,
Sosyoloji adına…
[*] Yazının oluşturulma süreci çeşitli parçalarla, olaylarla ve zaman üzerinden şekillenmiştir, söz konusu tarihsel hatalar mevcutsa da affımı gözetmenizi dileyerek. Yazının oluşturulma sürecinde kahrımı çeken Tanıl Bora’ya, yardımlarını esirgemeyen sevgili Barış Özkul’a ve Derviş Aydın Akkoç’a teşekkürlerimi bildiririm.