Algı Yönetimi

Algı yönetimini genel olarak güç sahibi olanın yaptığı düşünülebilir. Gücü elinde tutanlar, sözgelimi yurttaşların, diğer aile bireylerinin ya da öğrencilerin duyu şemalarıyla oynama, onların ilgisini dağıtma ya da başka yerde toplama ayrıcalığına sahip olurlar. Bu gücün sahibi egemen varlık, görme, işitme yollarımızla oynayacak araçlarıyla, duyulur hakikati yaratma olanağına sahiptir. Dolayısıyla güç sahibi, uyruklarına görünür bir şiddet uygulamadan, onları kendi istediği gibi düşünüp duymalarını sağlayabilir. Bu yolla icat edilmiş belirli gündemler yardımıyla, dar ya da sorumsuzca geniş bir dünya ortaya çıkar.

Batı denilen ülkelerde, algı ufukları birbiriyle fazlaca kesişmeyen bireyler, sadece kendileri ve belki de hemen yakındaki arkadaşların, komşuların algı yönetiminden sorumlu olurlar. Herkes biraz istediği gibi duyup ifade edermiş gibi görünür. Kamuoyu, dağınık ilgiler peşinde görünür. Oysa Doğu denilen yerler, sivil toplum ya da kamuoyundan yoksun oldukları hep söylenegelse de, ortak bir vicdanın, tepkinin, hıncın etrafında aceleyle toplanıp dağılmaya daha açık görünürler; algıları topluca bir tarafa dönüp, sonra farklı bir gündemin ve icat edilmiş başka bir hakikatin ardına takılabilir. Batı’daki dağınık ilgiler peşindeki yurttaşlar, bu vicdanı, etik kaygıları ve tepkileri, sözleşmelerle sahip çıktıkları kurumlara terk etmiş görünürler. Müesses olan, kendisine bağlı yurttaşların telaffuzundan ayrı bir algıyı, kanaati, görünür bir şekilde harekete geçirmekten çekinir. Medyada farklı telaffuzlar barınabilir. Kurumlaşmış, dolayısıyla algı yönetimine dirençli olanların dışında, her türden kanaat telaffuz edilebilir olur. Derin yurttaşlık sözleşmeleri, suni gündemlere, geçici algı operasyonlarına karşı kendilerini savunurlar. Kamuoyu, Spinozaca söylenirse, ruhsal dalgalanmalardan (fluctuatio animi) daha uzak görünür. Kendi dışlama ve içerme yollarını kurumlarda işler hale getirmeleri, onlar için daha endişesiz bir kamusal dünya tecrübesi sağlar.

Oysa Doğu denen tarafta, kamuoyunu, algı yönetiminin de parçası olduğu dalgalanmalara teslim eden, endişeli veya fazlaca huzurlu uyruklar yaratmaya uygun serbestçe işleyen araçların egemenliği vardır. Spinoza’nın siyasetin temeli saydığı yurttaşlarda “kötü duygular”, korkular yaratmaya dönük işlev serbest kalır. Böyle işlevlerden birisi olarak algı yönetimi, yurttaşların ruh hallerini bozarak onları daha korkunç, daha küçük, daha kötü bir dünya resmiyle baş başa bırakabilir. Sözgelimi yurttaşlar, trafikte seyretmek binlerce kez daha tehlikeliyken, uzun yolculuklara çıkmaktan çekinmez ama her an kucaklarına bir bomba düşecekmiş gibi bir kaygı içerisinde var olabilirler. Tam tersine, bu algılarla yaratılan gündelik hakikat, daha huzurlu, güvenli bir dünya duyusuna da neden olabilir. Ülkenin bir yarısı sınırsızca huzurlu, diğeri aynı ölçüde endişeli olabilir.

Yurttaşların sadece duyularını değil, kanaatlerini de benzer kılmaya, aynı anlam ve ifade biçimleri etrafında toplamaya dönük bir girişim olarak algı yönetimi, sofistçe bir hakikat yaratma pratiği gibi anlaşılabilir. Batı ya da Doğu fark etmeden, herhangi düzeyde bir güç istencinin neden olduğu bu yönlendirilmiş algılar, olduğundan daha iyi ya da daha kötü bir dünya resmine neden olmazlar. Algılanandan başka bir dünyanın olmadığını söylemek olanaklıdır. Ancak gücün etkisi, mümkün dünyaların, daha iyi ya da daha kötü başka dünyaların duyum olanaklarını bu ruhsal dalgalanmalar içerisinde tasavvur edilir olmaktan çıkarır. Her bir bireyin, yurttaşın, monadın ya da tekil başka bir varlığın bir başkasıyla karşılaştığında farkına vardığı bu başka dünyaların imkânı, algı yönetiminin yarattığı ortak ve işlevsel gündem altında görünür olmaktan çıkar. Algıları başarıyla yönetilenler, hep aynı dünyayı duyarlar; güçlü olanın işaret edip görünür kıldığı bir ufkun içerisine yerleşirler.

Algılara başarıyla yön verildiğinde, ortakduyumdan (consensus) söz edebilmek de olanaklı olur. Beraberce aynı şeyi duymak, bir tür sağduyu halini alır. Kamuoyu da bu yönlendirilmiş ortakduyumun içerisinde kendi doğruluk yargılarını, adalet kavrayışını dillendirir. Kamunun ortak sözünü ve duyusunu telaffuz eden kanaat önderleri, bu şekilde güvenceye alınmış sağduyuyu yeniden üretir, daha da sağlamlaştırırlar. Bir zamanlar güçlünün, egemenin keyfî icralarından birisi gibi ortaya çıkan algı yönetimi, kendi hakikatini ve savunucularını da bu şekilde yaratmış olur.

Birçok inanç görüngüsü, ideolojik kanılar da bu şekilde bir zamanlar yön verilmiş algıların, kanaatlerin üretimi gibi anlaşılabilir. Zamanımızda bu algı yönetimi çok kısa aralıklarla yaratılıp bozulduğundan, eski zamanların daha sebatkâr, zamana yayılan girişimlerinden farklı olduğu sanılabilir. Ancak toplu inanç görünümleri altında da bu türde algı operasyonlarını işler halde bulmak olanaklıdır. Topluca belli bir yere bakıp aynı şeyleri düşünmeye, düşlemeye neden olan güçlerin doğallaşması ya da kaybolması, bu toplu görüngünün yönlendirilmiş, yaratılmış bir hakikatin sonucu olmasına engel olmaz. Dünyayı belli bir şekilde duymanın ve de dile getirmenin karşılığı bir doğruluk, her zaman tekil ya da çoklu bir gücün, istencin, kararlılığın ya da arzunun sonucudur.

Önemli olan, her tür duyum ve kanaatin bir algı yönetiminin sonucu olduğunu fark edebilmektir. Bu girişim, aile içerisinde ya da dostlar arasında gerçekleştiğinde daha doğal, medya, siyasal ya da idari kurumlarca yapıldığında daha yapay bir gündeme işaret eder görünürler. Oysa hemen etrafımızdakiler de, belki daha görünmez yollardan ve rıza yaratarak, bize sağduyunun, aynı düşünceye ve düşe ortak olmanın yollarını gösterirler. Diğer yandan, sözgelimi medya, bizdeki bu yön arayışına cevaben daha görünür bir yönlendirme arayışı içerisine girer. Ama kaynağı ne olursa olsun, en yakınlarımız ya da en uzaktakiler algılarımıza yön vermediğinde, görmek, işitmek, kanaat bildirmek olanaksızlaşır. En azından onların yerleştirmek istediği ortakduyuma, sağduyuya tepki duyar ve dile geliriz. Bize yakın ya da uzak kaynaklardan gelen bir algı yönetimi, inanç, tepki, vicdan ya da korku yaratıyorsa, bu, operasyonun sonuçlarının tümünü doğal saymalıdır.

Algı yönetimi, özünde kayıtsız ve yönsüz olmaya açık duyum ve kanaatlerin, değerlerle, yön, yer ve zaman bilgisiyle yüklenmesi anlamını taşır. Bu değerlerin yaratıcısı, Nietzschece söylenirse, her zaman için güç istencine sahip bir başkası olur. Bu sırada yaratılan değerler de bizdeki nihilizme, boşluk haline açık yönsemelere yeniden ayar verir. Kendimizi inançla, ideolojiyle, hiddetle, sevgiyle donanmış buluruz bu sayede. Yine Nietzsche’ye atfen söylersek, algı yönetimini yapan soylular, kölece yaşamaya açık olana izlenecek bir yol önerirler. Soylular, bizdeki hazır ihtiyaçlara, arzulara uygun değer nesneleri yaratırlar.

Buna göre algı yönetimini, güç sahibi olan her varlığın doğal eylemlerinden birisi gibi görmek olanaklıdır. Bu durumda, böyle bir yönlendirmeye karşı bir güçle, şiddetle, arzuyla, vicdanla, istençle cevap veremeyende de suç aranabilir. Zaten bu noksanlığın kendisi böyle yönlendirmelerin zeminini oluşturur; işlevin başarısı biraz da bu basireti bağlanmış olanları yakalama, onları kendi ütopyalarındaki, rüyalarındaki dünyayı duyulur ve istenir kılmakla ilgilidir. Bu durumu Gilles Deleuze, iyi ya da kötü niyetli güç sahiplerinin “rüyalarına yakalanmak” olarak tarif eder:

Rüya görenlerin rüyası rüya görmeyenlerle ilgilidir. Peki bu neden onları ilgilendirir? Çünkü başkasının rüyası söz konusu olduğunda, tehlike vardır. İnsanların rüyaları bizi de yutabilecek doymak bilmez rüyalardır. Yani başkalarının rüya görmesi çok tehlikelidir. Rüya korkunç bir güç istencidir. Her birimiz başkalarının rüyalarının az ya da çok kurbanıyızdır. Daha da kötüsü, rüyasına yakalandığınız dünyanın en tatlı, en güzel kızı da olsa, bir canavar kesilebilir –ruhuyla değil, ama rüyalarıyla. Başkasının rüyalarından uzak durun, çünkü başkasının rüyasına mı yakalandınız; boku yediniz demektir bu (2003: 30)[1].

Daha güçlülere ait rüyaların karıştığı bu daralmış ya da fazlaca ferah dünya resminde yaşamaya razı olan, düşlerini, düşüncelerini dile getirmek, kendi algı yönetimini işletmek konusunda bir noksanlık sergiler. Etrafında olup bitenleri belli şekillerde görmeye, işitmeye veya okumaya izin veren duyu şemaları içerisinden bakan için daha iyi dünyaların imkânı duyulur olmaktan çıkar. Başkalarının rüyası, algı yönetiminin nesnesi için çoğu zaman bir karabasan gibi deneyimlenir. Çünkü başkasının keyfi tarafından düzenlenmiş bir zaman ve mekâna kapatılmıştır. Ama kendi arzuladığı, istediği, düşündüğü, düşlediği gibi bir dünyayı yaratmaya dair bir istenç ortaya koyamadığında, elindeki tek dünya görüsü/görüşü de bu olur. Hiçbir şeyin tek başına kurulmadığı fikrinden uzak şekilde, güçsüzlüğünü aşmak için, kendisi gibilerle bir araya gelmeye çalışmadığından, birbirine benzer arzular, inançlar, çıkarlar ya da vicdanlarla temellenen mümkün bir başka dünyanın taslağını yaratamaz olur. Bu şekilde algı yönetimine yenik düşen, biraz da kolaycılıktan, kendisine daha dar ya da bol gelen bir dünya halini kabullenir.

 



[1] Deleuze, Gilles (2003). İki Konferans, çev. Ulus Baker, İstanbul: Norgunk.