Gezi direnişindeki barikatların yalnızca iktidarın hedef aldığı hayatlarımızın önüne kurulmadığı, siyasetin, düzen içi ya da dışı, temsil fikri etrafında inşa edilmiş, örtülü ya da açık biçimde hiyerarşik-merkezî örgütlenme, söz ve eylem üretme yöntem ve pratiklerinin bütününün önüne yığıldığı, tıkanmış her türlü ‘siyaset etme’ yordamıyla arasına kalın bir çizgi çektiği aşikâr.
Direnişin çoğu örgütlenme tecrübesi olmayan ve bunu öncelikle dile getirmeyi tercih eden faillerinin, bilhassa, siyasal iktidarla mücadele tarihi bir hayli acılı ve trajik geçen, devleti ‘iyi tanıyan’ ve belki de tam da bu yüzden çoğu zaman etrafına karşı şüpheci bir tavır geliştirip kendi içine kapanmaktan kurtulamayan ‘eski’ sol hareketlere uzak durmayı seçtiği ya da en azından eleştirel yaklaştığı, yarattıkları etkinin bu hareketlerce yönlendirilmesine itiraz ettiği, özellikle mahalle forumlarında iyice açığa çıktı. Duvarlara kendini ifade edecek “slogan bulamadığını” yazmaktan çekinmeyen, etkiyi mıknatıs gibi çevresinde toplamaya çalışan sloganlarıysa (“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”) çoğu kortejde sululuk olarak karşılanabilecek bir tavırla ama bir nebze olsun gayz yaratmadan eğip bükmeyi becerebilen (“Mustafa Keser’in askerleriyiz”), diğer yandan polisin orantısız müdahalesine direnebilmeyi profesyonel bir eylemci edası, cesareti ve üstüne üstlük çoğu profesyonel eylemcide yeşer(e)meyen bir neşeyle kotarabilen tuhaf, hayranlık uyandıracak kadar tuhaf bu kalabalık, hiç de öyle “ölmüş kuşakların geleneğini” omuzlarında hissediyor gibi görünmedi. Kısacası, direnişin, doğrudan Türkiye’deki sol mücadele geleneğinin devamcısı gibi hareket etmediğini görebilmek zor değildi. Bütün bunlar, aklımıza, kendi abartısı ve provokasyonunu yüzümüze doğrudan çarpan şu soruyu getiriyor: Gezi direnişinde Türkiye’deki geleneksel sol bir kez daha mı yenildi?
Önce, ‘biraz sakin’. Elbette, bazen bir ‘olay’, Gezi direnişiyle gördüğümüz gibi, mevcut tarihsel ‘koşullar’dan ve bize ‘şimdi’ye kadar bir nedensellik zinciri olarak görünen her şeyden kendini koparır, bedenleri çoğu zaman içlerine hapsoldukları verili kimliklerinden taşırıp özgürleştirir ve karnavalesk bir ‘çokluk’ta karşılaştırabilir. Direnişin siyaset felsefesinin son dönem kavramsal repertuarı aracılığıyla işaret edilmeye çalışılan bu yeniliği, memleket tarihinde ‘bir ilk’ oluşu çokça kayıtlara geçildi. Ama söz konusu yeniliğe bakmayı, Badiou, Rancieré ya da Negri’den daha eskilere, mesela Benjamin’e de dönerek deneyebiliriz. Benjamin, Tarih Üzerine Tezler’inde Marx’ı izleyerek, egemenin nefesini en çok hissettiğimiz olağanüstü anlarda, “ezilmişlerin geleneğiyle” bağlantı kurduğumuzdan dem vurur. Fakat ezilenlerin geleneğinin yoğunlaştığı, kendi mücadele geleneğine sahip çıkan bu “şimdiki-zaman” (jetzt-zeit) aynı zamanda, yeni olanaklara-çeşitlenmelere açık olan, kendi muğlaklığında muazzam bir yaratıcı enerji de barındıran, tarihin sürüklediği her türlü nedensellik bağıntılarına kısa devre yaptırabilecek bir “kaçak anı”dır da. Paradoksal gözüken bir biçimde, an’ın tam da bu ele gelmez belirsizliği, ‘kopukluğu’dur aslında aynı anda hem bütün bir mücadele geleneğini şimdide toplamasına hem de tarihi yeniden ve yeniden kurmasına, “tüylerini tersine taramasına” olanak veren şey. İşte Gezi direnişinde şahit olduğumuz gibi, siyaseti en başından bir doğaçlama, konudan sapma; devrimi de planlı, programlı ve törensel bir ilân değil de (devrimi planlayarak gerçekleştirme girişimlerinin yukarıdan bir darbe ya da yarı-darbe biçimine evrilmesi de tesadüf olmasa gerektir), geleceğe ertelenemeyecek bir ‘oluş’ kılan şey, şimdiyle geçmiş arasındaki bu paradoksal ilişkidir. Her has siyaset de biraz da bu yüzden en başından devrimci olmak durumunda değil midir? Gezi direnişini bir “devrimci-oluş” olarak hissedebilmek sahiden de abartılı bir romantizme saplanmak anlamına mı gelir?
Biraz önceki soruyu bu sefer tersinden, AKP’nin kanaat teknisyenlerine malzeme dahi verebilecek bir tarzda yeniden kurgulayalım: Gezi direnişinde Türkiye sol hareketi ‘hiç tahmin edemeyeceği’ bir zafer mi kazandı?
Öncelikle teslim etmemiz gerekir ki, sol örgütlerin önemli bir çoğunluğu, daha önceleri görmedikleri bir kitle karşısında bir miktar şaşkınlıkla da olsa ve kimi zaman karşılaştıkları tepkilere rağmen, eylem mekânı algısını allak bullak eden bu yeni ‘alan’da mücadeleye katılmaktan geri durmadı. Şimdiye kadar Türkiye sol hareketi için önemli bir mecra işlevi görmüş olan devrimci sendikalar, elbette tabiatıyla, durumu tam olarak idrak edemediklerinden olsa gerek, “hayatı durdurmaya” çağırdığı ‘çalışanlarına’ bilindik 1 Mayıs kürsü düzeninden seslenmekten kendini alamayarak yaşamlarında ilk kez barikat kurmanın, gerçek anlamda direnmenin heyecanını yaşayan insanları ‘baymaktan’ kurtulamadı (gerçi bu ‘bayma’ durumu 1 Mayıs ve benzeri mitingler için de dayanılmaz bir hâl almaya başlamıştı; o ayrı). Ama sol örgütler ve sendikalar ile gezi direnişinin bu gerilimli birlikteliği, an’ın açtığı olanaklar zemininde karşılıklı bir öğrenme yordamının da nüvelerini yaratabildi: bir yandan emekçiler sendikalarda mevcut temsil ve karar alma mekanizmalarının dışına çıkıp “özyönetim toplantıları” yapmaya, ciddiyeti asık suratlılığa dönüştürmüş örgütlü birçok sosyalist barikatlarda neşelenmeyi, mahalle forumlarında kendi sözünü dayatmadan ‘naif’ talepleri dinleyebilmeyi öğrenmeye; diğer yandan, kendilerini ifade edecek slogan bulamayanlar cinsiyetçi küfürlerin kendi yanındakileri dışlayabileceğini ve onları karşıt oldukları şeye dönüştürebileceğini, siyasal muarızını hakir görmenin yeni iktidar ağları yaratabileceğini fark etmeye başladılar.
Şüphesiz, bu karşılaşmanın[1] uzun erimli ama yaratıcılığını koruyan bir bir aradalığa dönüşebilmesi, yepyeni bir politikanın önünü bir çırpıda açabilmesi kolay değil. Ama devleti iyi tanıyanlarla henüz tanımaya başlayanlar, kayıplarının hatırası belleklerinde hâlâ uğuldayan, yasını tam olarak kaldıramayanlar ile bir politik eylem biçimine dönüştürdükleri neşelerine yası bulaştırmayanların bakışları bu kaçak anında kesişti. Bu “fiili an”, ne eski kuşakların geleneğinin yenilerin omuzlarına “kâbus gibi” çökmesine, ne de yenilerin bu geleneği bütünüyle harcayabilmesine izin vereceğe benziyor ve belki de en önemlisi geçmiş ile şimdi arasında kurulabilecek bir zafer-yenilgi aritmetiğini hükümsüz kılıyor.
Mademki hepimizi “Turgut Uyar’ın dizeleri”ne dönüştüren bir şimdiki-zamanın içindeyiz, o halde biz de birbirimize bu dizelerle seslenmeye, geçmişi şimdiye bu dizelerle çağırmayı deneyelim:
“çaresizlik değil yenilgi (daha sonra övülecek)
herkesin içinde yürekle buluştuğu bir yerdi
…
durduk ve yenilgiden umutlandık
başkaları başka şeyleri seçtiler
seçsinler”
[1]Gezi direnişiyle ilgili yazılar arasında bu gerilimli karşılaşmayı en zarif biçimde görebilmeyi beceren belki de Meltem Ahıska’nınkiydi: “Yıllardır devlet zulmüyle omuz omuza yürüyen kapitalist politikalarla kemikleşmiş sınıfsal, etnik, dinsel, cinsiyetsel, bölgesel farklar nasıl aşılacak? Bunlar tepemizde sallanan kaçınılmaz ve ürpertici sorular. Ama öte yandan, bu soruları bilgi ve hafıza adına birer uyarı olarak gündeme getirdiğimizde bugünün özgürlük ruhunu ve coşkusunu zedeliyor, yeninin önünü eskiyle kapatıyor olmaz mıyız? Peki, an ile analiz, geçmişin acı hafızası ile bugünün özgürlük ruhu nasıl birleşebilir? Bu gerilim aşılabilir mi?” “ ‘Kahrolsun Bağzı Şeyler’: Alacakaranlık Kuşağının İmkânları”, 23 Haziran 2013, Bianet, (http://www.bianet.org/bianet/siyaset/147863-kahrolsun-bagzi-seyler-alacakaranlik-kusaginin-imkanlari)