“Ben sizin kahramanınızı anladım,” dedi bana. Adı Herostratus.
“Tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan Artemis Tapınağı’nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.”
“Ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?”
“Pek anımsamıyorum,” diye itiraf etti, “sanıyorum adı bilinmiyor.”
“Sahi mi? Herostratus’un adını anımsıyorsunuz ama? Görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.”[1]
Kanaat endüstrisinin (evet, endüstri ve evet, düşünce değil kanaat!) düşünsel üretim üzerindeki belirleyiciliği korkunç boyutlara vardı. Her türden tutarsızlık değişebilme erdemi, kanaat üfürme düşünce ve ifade serbestisi, ölçüp tartma gereği bile duymadan söz söyleme eziklikten, paryalıktan kurtulmanın alâmeti sayılıyor. Ne pahasına olursa olsun derhal neticelendirme, hesapsız cüretkârlık…
Bireyin biricikliği varsayımı, onun her eyleminin değerli olması gerektiğinin kanıtı sayılıyor. Herkesin söylemeye, göstermeye, teşhir etmeye ya da gizlemeye değecek şeyleri var. Bunların gerçekten ne olduklarının, ne manaya geldiklerinin önemi yok; dışkısını Instragram’a koyanlar var. O da bir “değer”: Tık alıyor, “like” veya “dislike” ediliyor. Ölçütü var, dolayısıyla değerlendirilmeye tabi. O zaman “post”lanmaya “değer”.
Verili demokratik bilinç tarafından selamlanan şeyler bunlar: bir tür katılım, yani katılımın bir biçimi.
Artık birileri yok, herkes var. Katılmanın bin bir biçimi mevcut. Görece kolay. Ama bu da bir ikilik yaratıyor: Sıradanlık. O da katılmanın manasını aşındırıyor. O halde, fark yaratmalı. Herkesin içinde duyulur, fark edilir, kalabalıkta da seçilir olmak. Göz kamaştırmak, vay be dedirtmek! Vasıfsız televizyon kanallarında yayınlanan “şaka” videolarını düşünelim. Yahut Periscope, kontrol altında tutulan geleneksel medyaya kroşe vurabilmeye yarıyorsa da, “vay be”nin ete kemiğe bürünmüş halidir de aynı zamanda. Fark edilmenin de estetiği yaratılmalı. Bir uzvunu teşhir edeceksen, örneğin ayağını, sosyal medya jargonuyla söylersek “çomar” gibi öylece değil, yanına bir adet Turgut Uyar kitabı iliştireceksin.
O zaman bağırmak/yırtınmak gerekiyor. Bağırmayan herhangi birinin anlaşılmayacağı düşünülüyor; ne hazin, haklılık payı var bu yargının.
Herostratus, tapınağı yakarken ne düşünüyordu? Yakarsa bu dünyayı garipler yakar?.. Yahut kale alınmıyorum, o halde yakmalıyım? Bunlardan hiçbiri?
Bunca yıllık hapishane müdavimi olarak şöyle söyleyeyim: Geçmişteki suç tipi ile gelecekteki suç tipi arasında hiçbir korelasyon yoktur. Katiller arasında dünyanın en mülayim, en efendi insanları vardır. Bir katilin cezaevinden çıkar çıkmaz gene katil olacağı düşüncesinin dayanağı yoktur, hatta yanlıştır. Tecavüzcülerin çoğu büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklardır.[2]
Sevan Nişanyan bu satırları yazabilirken, ne düşündü? Herostratus’u incelediğim kadarıyla söyleyebilirim ki onun eylemi ve daha ziyade eyleminin sonuçları açısından bakıldığında, burada o kadar da derin ve karmaşık bir meseleden söz edemiyoruz. Kendisi, 2013 yılında ODTÜ’de düzenlenen Teoloji Sempozyumu’ndaki konuşmasından önce onu protesto edeceğini söyleyen ve konuşmasını istemeyen feminist aktivistlere sahneden defalarca “S.ke s.ke konuşacağım, göreceksiniz,” diyebilen biri. Açık, net, doğrudan… Ama yukarıdaki cümleyi öyle rastgele yazmıyor. Blog yazılarını takip edenler bilir, kılı kırk yararak ilerler ve en ufak detaya kadar kaynak gösterir vs. Titizdir, neyi nerede yapacağını tasarlıyordur muhtemelen. Bu cümle, öyle ağızdan kaçan bir şey değil. Gerçekten öyle düşünüyor. Ama dedik ya, “Aman ne var canım, tecavüzcüler de işte…” diye “avam” bir çıkışla değil, estetize ederek söylemeli: “Büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklar”. Yazısının tamamına bakıldığında, aslında hiç de meselesi değilken böyle bir lafı söylüyor. Hesapsız, “emanet” gibi görünüyor bu ifadeler. Öyle çok düşünülmemiş, geçerken söylenmiş gibi. Bunun da bir estetiği yok mu? Madem sosyal medya jargonundan konuşuyoruz, “Haberim yokmuş gibi çek pampa!” değil mi bu? Aslında haberim var ama “izleyen” öyle algılamasın; doğal dursun. Geçerken uğramak gibi…
Levent Cantek, kendi blogunda elini komple ağzına sokmaya çalışan ve o esnada sırıtan bir kadın görseli paylaştı bu meseleye değinirken. Şöyle diyor: “Yukarıdaki oyuncu bir tv gösterisinde yumruğunu ağzına sokmasa bu gif yapılmazdı. Yaptığı şeyin Nişanyan'ın gösterisinden farkı var mı? Tabii ki var ve tabii ki yok.”[3]
Nişanyan onca emek verdiği “sözlüğüyle” yetinebilirdi… Yoksa yetinemez miydi? Tabii ki yetinebilirdi ve katiyen yetinemezdi.
Geçenlerde twitter’da bir kadın, dışarıdan sipariş verdiği ürünleri kendisine ulaştıran bir şirketin çalışanının kendisini facebook’tan eklediğini, bu durumundan ötürü tedirgin olduğunu, o şahsı zan altında bırakmak niyetinde olmadığını, ancak korktuğunu ve tedirgin olduğunu belirtti. Çünkü adamın elinde kadının telefonu, ev adresi gibi bilgileri mevcuttu. Bunun üzerine bilhassa kadınlardan ve tabii ki erkeklerden reklam yaptığına, abarttığına, dikkat çekmek isteyen bir sefil olduğuna vurgu yapan tepkiler aldı. Yani korkusunu teşhir ediyordu, dikkat çekmek ve konuşulmak istiyordu!
Nişanyan zamanın ruhunu hesap edememiş. Cümlelerinin konuşulacağını, tartışılacağını, kendisine tepki gösterileceğini düşünmüş. Trafik kazası haberlerinin arasına kaynatılan ve politik vakadan sayılmayan, hiç mi hiç önemsenmeyen dövülme, taciz, tecavüz ve tecavüz edildikten sonra öldürülme gibi vakaların infial yaratacağını hesap etmiş.
Sevan Bey, ne yazık ki hapishanesinde yaşadığınız toplumu nasıl tahayyül ediyorsunuz bilemiyoruz elbette. “Büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklar”ı cesaretlendirmek için siz ve sizin gibilere pek ihtiyaç kalmadı. “Âşıkların” sebep oldukları dehşetin üçüncü sayfada bile yeri yok artık.
Oysa siz sözünüzü manşet değeri olan vakalar üzerine sarf etmeliydiniz. Konuşulmalıydınız.
Herostratus gibi “doğru hesap” yaptığınız takdirde, muvaffak olacağınız günler çok uzakta değildir.
[1] Jean-Paul Sartre (2014), Duvar. çev. Eray Canberk, İstanbul: Can Yayınları, 11. baskı, s. 81.
[2] Sevan Nişanyan, “Affedersiniz”, T24. http://t24.com.tr/yazarlar/sevan-nisanyan/affedersiniz,15311
[3] Levent Cantek, “Gösteri”. http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2016/08/gosteri.html