Amerikalı dilbilimci Michael L. Chyet’in geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı “Kürtlerin dillerine karşı tutumu” başlıklı yazısı, Kürtçe ile Kürtler arasındaki duvarın nasıl örüldüğüne dair objektif bir izahat getirmenin yanı sıra ulusal dil politikaları, planlı dil değişiklikleri kapsamında ötekileştirilmeye uğrayan dillerin yok oluş dramlarını hatırlayıp iyi yorumlamaya bir vesiledir. Birçok lehçesi bulunan ve yazınsal bir geçmişi olan köklü bir dil olmasına rağmen politik baskılar ve Kürtlerin dillerine karşı yabancılaşması nedenleriyle Kürtçenin karşı karşıya olduğu ölü bir dil edilme tehlikesini anlamak açısından L. Chyet’in analizi gerçekçidir. “Kürt dilinin tehlikede olduğuna ilişkin siyasi söylem ile bu dili konuşanların büyük bir çoğunluğunun Kürt diline ilgisizliği arasında büyük bir açıklık söz konusudur,” diyen L. Chyet, özellikle de Kürt ebeveynlerinin %60-65’i tarafından konuşulan Kurmanci lehçesinin bu durumdan zarar gördüğünü belirtir. Türkiye Kürtlerinin sayıca çok olmalarından Kürtçeyi çocuklarına aktarmada bireysel anlamda kendilerini sorumlu hissetmediklerini yazan L. Chyet, bunun sebebini ise mutlaka Kürt bireylerinin, ben yapmasam da bunu yapacak başkalarının muhakkak olduğunu düşünmelerinden ileri geldiğini tespitlerine dahil eder. L. Chyet’in bu tespitine ilişkin yazısında kullandığı bir halk hikâyesini burada paylaşıp yazımızı bu minvalden derinleştirelim isterim.
“Bir köy festivalinde, köyün belediye başkanı, şarap akan bir çeşme inşa etmeyi planlar. Köydeki 40 asilzadeyi şarap temin etmekle görevlendirir. Bu 40 asilzadeden her biri kendi kendine ‘Diğer 39 kişi şarap getireceğine göre kimse benim su getirdiğimin farkına varmaz,’ diye düşünür. Tabii, herkes aynı şeyi düşündüğü için, çeşme açıldığında çeşmeden şarap değil su akar.”
Kürtlerin şarap yerine su akıtan çeşmesi L. Chyet’in de vurguladığı gibi ben yapmasam başkaları yapar inancından ileri gelir. Özellikle de Kuzey Kurmanci lehçesini tehlike altında bırakan bu davranış biçimi, Kürtlerin dillerini gelecek nesillere aktarmalarına bağlı olarak düzelecektir. Ancak Türk ulus-devletinin Türkçe dil politikasıyla geliştirdiği asimilasyon sürecinin etkisiyle kapıldıkları yabancılaşma sorunu Kürtlerdeki mevcut davranış biçimini kendilerinde farkında olmadan korumalarına yol açtı. Türk devletinin uluslaşma sürecinde gittiği dilde sadeleşme ve ulusal bir dil yaratma projesi kapsamında Kürtçenin uğradığı akıbeti sadece Türkiye Cumhuriyeti ve Kürtler bağlamında bir değerlendirmeyle sınırlı tutmanın konuyu sığ tutacağı kaygısıyla, dünyadaki planlı dil değişiklikleri, ulusal bir dil yaratma politikalarına da küçük bir girizgâh yapmanın faydası var.
İnsan türünün dil ile bağı, simbiyotik bir ilişki biçimi içerisinde değişim ve yayılmaya uğrayacak şekildedir. Mayasını insanın zihin dünyasında bulan dil, ekolojik ve coğrafi koşulların bir ürünü olarak zaman içerisinde göçle ve kültürlerle kurduğu temaslar aracılığıyla değişim ve çeşitliliğe uğramıştır. Bu sayede de binlerce dil ortaya çıkmıştır. Bugün dünya yüzeyinde konuşulan dillerin toplam sayısının 3 ila 5 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu sayı içerisindeki çoğu dilin de bugün yaşam şanslarının ellerinden gittiği fark edilir. Bu dillerden bazılarının zorlu coğrafi koşullarda konuşulamayacak hale gelerek ya ölü dil statüsüne girdikleri ya da sadece lehçe düzeyinde ayrımlara indirgenerek izole olundukları görülür. Ölü diller içerisinde sadece yazı bırakmış olanların ise, akademik ortamda üzerlerinde çalışmalar yürütüldüklerinden kendilerine yaşam şansı buldukları görülür. Kamusallaşıyor olabilmeleri ancak akademik ortamla sınırlı olan bu diller içerisinde Latince, Eski Mezopotamya dillerinden Sumerce, Assurca, Akkadça, Aramca ile Eski Akdeniz ve Anadolu dillerinin bazılarından olan Hititçe, Urartuca, Frigçe dilleri örnek gösterilebilir.
Ölünün Diriltilmesi
Kamusallaşmadığı için sadece arkaik bir değerle sınırlı kalıp yok olmaya yüz tutan ölü dillerin diriltilmesi için ülkelerin çeşitli türlerde ulusal dil politikalarına gittikleri görülür. İsrail’in İbraniceyle olan bu yönlü ilişkisi iyi bir örnektir. Yeni kurulan İsrail devletinin, sadece din adamlarınca kullanıldığından ibadet dili haline getirilen İbraniceyi devletin resmî dili haline getirdiği görülür. Yeni ulusun dili, ölü dilin planlı bir dil değişikliği kapsamında sağlanmıştır. Bu değişikliğin bir evresi de dilde sadeleşme hareketleri ve ulusal bir dil yaratılması evresidir. Bu evrenin başlangıcı, 15. yüzyılın sonunda İncil’i Almancaya çeviren Protestan lider Martin Luther sayesinde İncil’in matbaa yoluyla geniş kitlelere ulaştırılması şeklinde olmuştur. Ancak dilde sadeleşme ve ulusallık arayışının bugüne dek devamını sağlayan dönem ise 18. yüzyılın sonundan itibaren Avrupa’da başlayan süreçtir. En ilkin Almanya’da ve Macaristan’da başlayan dilde sadeleşme hareketi, Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin Latince ve Fransızcanın etkisinde bulunan seçkin dilin sadeleştirilmesinin ve ulusal bir dil arayışının bir parçasıdır. Ulus-devletlerin dili uluslaşmada politik bir araç olarak kullanmaya gittiği bir evredir bu…
Bu evre ulusal birliğin sağlanması için ulusal bir dil yaratma çabasının hakim olduğu bir evredir. Ulusal sınırlar içerisinde farklı dillerin aleyhine sonuçlanan bu evrede sadece bir dil, devletin resmî dili olarak tayin edilir. Diğer tüm diller de sadece özel alanın içerisinde sınırlı kalarak kendilerine bir yaşam alanı bulur. Bir ulus-devlet cumhuriyeti olan Türkiye’de de dil planlaması Türkçe dışındaki farklı dillerin statüleri, hem anayasada yer verilmeyerek hem de yok etme/asimilasyon politikaları çerçevesinde kamusal alanın dışına çıkartılarak görünmezleştirilmiştir. Türk ulus-devletinin bölünme korkusundan ileri gelen bu her iki durumun temellerinin Tanzimat dönemi ile birlikte atıldığını hatırlamak gerekir. Tanzimat dönemi, Avrupa’daki milliyetçi gelişmelerden etkilenen İttihat Terakki bünyesindeki Jön Türkler’in Türkçeyi devletin her alanında yerleştirmeye çalıştıkları bir dönemdir. Abdülhamit döneminde 1876 Kanun-i Esasi ile lisan-ı resmisi (resmî dil) Türkçe olmuş, tüm devlet dairelerinden başlamak üzere sokağa varıncaya dek Türkçenin konuşulan tek dil olması dayatılmıştır. 1982 Anayasası dışında diğer tüm anayasa değişikliklerinde resmî dil ibaresi ile yer alan Türkçenin 1982 Anayasası’nda “devlet dili Türkçedir” ibaresi ile yer aldığı görülür. Bu ibare, bilhassa da Kürtçenin zaten inkâr edilen varlığının perçinleşmiş olduğunun en somut resmidir. Bu resmin içine girdiği günümüze doğru genişleyen çerçevesinde sadece devletin değişmeyen inkâr ve asimilasyon politikası değil, Kürtçe ile Kürtler arasındaki kendilerinden ileri gelen yabancılaşması vardır. Kürt siyasal hareketinin mücadele ajandasında Kürtçe ile ilgili bir politikaya yer vermeyip Türkçe ile bunu geçiştirme yolunu seçmesi neticesinde meydana gelen “çeşme açıldığında çeşmeden şarap değil su akar” siyaseti Kürtlerin yabancılaşmasında büyük bir paya sahip. Bir ulusun kimliğinin tanımlanmasında birinci rolü olan dilin dışlanması buzdağının sadece görünen kısmıyla alakadar olmaya neden olur. Buz dağının görünen kısmında devletin ret ve inkâr politikası varsa, görünmeyen kısmında ise Kürtlerce içselleştirilen Türkçenin, Kürtleri ve siyasetini girift bir alana hapseden gerçeği vardır. Böyle olunca da bir Kürt belediyesinin tabelasındaki Kürtçe ismin kaldırılması da devletin canına minnettir.