Queer siyaset, LGBTİ aktivizmini aşan bir içleme sahip olsa da, bu yazıda onunla sınırlı kullanmayı seçtiğimi deklare ederek başlayayım. Queer Marksizm tabiri yerine başlıkta “ve” bağlacına yer verebilmem, ancak bu sayede mümkün olabilecekti nitekim. O ki Türkiye’de Queer Marksizm üstüne (hemen) hiç yazılmadı… Olanaklı bir başlangıç fitili ise yakınlarda tutuşturulacak.
Bu iki başlığı birbirine eklemleyebilmek adına, KAOS GL dergisinin Queer Marksizm temalı 150. sayısında göreceğiniz (ABD’de filizlenmiş, serüveni içinde önce Maoist, sonrasında ise Troçkist bir yapı olarak “Eflatun ve Kızıl Birlik” oluşumunun bir aktivisti ile yapılan) mühim bir mülakatın bir tür ilham madeni teşkil ettiğini savlayacağım –ama yerel, ama beynelmilel. Gelin görün ki, daha ziyade meselenin “yerel” boyutuna mercek tutmayı deneyeceğim. Zira mülakatta ismi geçen “Spartakist Lig”in, Türkiye’deki onca geniş Troçkist örgüt/sekt spektrumunda sahih bir temsilcisi halihazırda yoktur. Dahası hareketin ilham kaynağı olan James P. Cannon (1890-1974) da hemen hiç bilinmez. Son bir bahane olarak, ABD, bir “yeni dünya” olarak bu ve başka her şeyin istisnası olduğu için, “üçüncü dünya” söz konusu olduğunda, onca mukayeseli karmaşık ilişkiler ağında boğulayazmayı göze alamıyorum. Onun yerine, dolayısıyla, metin boyunca “Marksist eşcinsel, sınıf siyaseti güden sol örgütte” gibi bir ibare ile fitili ateşlenen muhayyilenin peşine düşeceğim ve o arada belki sayıklayacağım.
Politika kavrayışında, “Kartezyen hastalık” saptamasını[1] andırır şekilde, “düalite”ler üstünden, hele de “dikotomik düalite”ler üstünden düşünmek, eylemek, yapıp-etmek oldukça konforludur. Kitlesellik ve onun “vasat”ı buradan beslenir, demini buradan alır. Saflaşmanın, hercümerç olmanın, birlikte yürümenin yegâne yolunun bu olduğuna inanılır. Ortak bir kader etrafında, bir “son tahlilde”nin ortaya koyduğu o meyveyi (bazen, hatta, gülünmesin ama “almıla”yı) tatmak uğruna kümelenilir. Orada kalınmaz: “Pratik” ve “hızlı refleks” ihtiyacı, bir örgütsel hiyerarşiyi dayatır. Yataylık buharlaşır. Heterarşinin değil ama hiyerarşinin sularındasınızdır. İşte bu buharlaşma, bu elenme veya bu kayıp, nasıl bir dünya tasavvur ettiğinizle doğrudan ilintilidir. Sözgelimi, “özgürlük” peşinde koşan hemdertlerden müteşekkil bir örgüt, örgüt-içi ilişkileri bu erek uğrunda feda edebilecek midir?[2] Örgütsel yapı, eğer tasavvur edilen dünyanın, Weltanschauung’un bir minyatürü/simülasyonu/provası ise, gözden çıkarılabilecek ve belki de bilakis “zaten öyle olması gereken” doğrular nelerdir? Peki bu doğrular ilanihaye nasılsa-öyle mi kalmalıdır, bir tür hakikat vaizliği eliyle?[3]
Şuraya gelmek istiyorum: Politik praksis dümenini “eşitlik”ten “özgürlük”e kırmanın (veya tersinin, ters manevranın) olası sakıncaları var mıdır, varsa nelerdir? Bir çelişme teşkil eder mi “eşitlik” ve “özgürlük”? Yan yana anılamaz mı? Bir tür düalite midir bu, dahası aralarındaki ilişki dikotomik midir? Bu soru havzası, esasen ta I. Enternasyonal’den itibaren gündemimizdir: Anarşizm ve Marksizm, ta ideolojilerin “klasik” formlarından bugüne, bu konuda canhıraş tartışmıştır zaten. Dekabristlere dek de götürülebilir tabii ipin ucu. Buraya kadar beis yok. Ne zaman ki, ideolojinin nihai “realizasyonu” ve o “reel-politik” (ah!) devreye girer, tartışma geleneği bir tasfiye halini alıverir. Şubat-Ekim 1917 arasını ve devrimin hemen sonrasını, yahut Kronstadt’ı, veyahut da 1930’lar sonrası Stalinizm manzumesini düşünebiliriz. Tüm bu tarihsel olgular, bir tür “milli-makbul tarihyazımı” refleksiyle aklanabilir pekâlâ; ve fakat güç olan, paragrafın başındaki yakıcı soru ile cüretkârane yüzleşebilmektir.
Noam Chomsky’nin Marx kavrayışına (liberteryen açıdan yorar Marx’ı ve olumlar), bununla ilgili bir mülakatına denk geldim, geçenlerde. Ezcümle o, zarını Genç Marx’tan yana atmayı seçer.[4] Onun Marx’ı okuma meşrebi, insana belli tip bir Marx okumasını işmar ediyor. Marksistleri, nitekim, kabaca Marx’ın entelektüel biyografisinden tasnif etmek mümkün. Yapılır zaten çokça. “Hegelciler versus materyalistler” gibi kaba bir hat çekmek, veyahut “özgürlük versus eşitlik” kerterizini almak, evet mümkün. Ernst Bloch’u[5] çokça çağrıştırıyor Chomsky. Buradan olarak, tutup “Chomsky Bloch’u okudu mu?” diye sormak da olası, haliyle. Misal, ille yerli bir figür aranacaksa, Murat Belge’yi de buraya (tekmil Birikim geleneğini tikel bir duruşa indirgemek yersiz olacağından) iliştirebiliriz pekâlâ. İsimler ve tipolojiler üstünden gitmek açıklayıcı olabiliyor; yoksa meselenin 1960’lar ve ‘70’ler boyunca filizlenen, Soğuk Savaş sonrası ise artık büsbütün bir literatür oluşturmuş olan Yeni Sol ile müseccelleşmiş silsilesini[6] eşelemek elbette olanaklıdır. Dönecek olursak: Bloch bir ilamlı anti-ekonomistti; Chomsky veya Belge o kertede küçümsemez belki o veri madenini ama “anlamaz” da. Öte yandan, bu isimleri okumanın okuruna gürbüz bir umut aşılaması da pekâlâ vaki ve sabittir. Fantezi, düş, doygunluk, erke mesafe (anti-otorite) ve dahası. Fakat ne olursa olsun, mücadele bayrağını yükselten adanmışlıkları gördükçe “sinik” bir tat almamak da nâmümkün, yine aynı isimlerden. Walter Benjamin, “fantazmagori” tehlikesine dikkat çekmişti ki, bu vurgu başlı başına fantezinin hiç de öyle sui generis karın doyurmadığına apaçık delildir.[7] Öte taraftan, estetik sentezler de yok mu? Çağrışıyor: Dr. Kıvılcımlı da enikonu romantik bir figürdü, gelgelelim iktisadiyattan da anlardı pekâlâ.
Pergelin sabit ayağını salt “özgürlük”e dayayan çıkışlar, -kendi payıma- bana pek Avrokomünizan geliyor, alışamıyorum, muktedire karşı mücadele ve mevzi savaşında fena halde koz kaybettirdiğini düşünüyorum. Eşitlik-özgürlük füzyonunun olanaklılığını soruşturmalıyız. Pratiğe dönmeliyiz. Örnek olsun: Eşitliğin bizzat özgürleştirici olduğunu Feminizmden, “feminizm herkes içindir” (Bell Hooks) sloganından başlayarak öğrenebiliriz kanısındayım. Erkeği imtiyazlarından “kurtarmasıyla”, öyle ki verili toplumsal cinsiyet rolünden de, zıpçıktı yükümlülüklerinden de azade kılarak yapar bunu. Alev Özkazanç’ın anlattığı “erkeklik krizi” tam da bununla ilgilidir zaten.
Kürt hareketi de, eşitlikçi bir motivasyonla yola çıkmış bir hareketti, 1990’ların ortalarından itibaren, gitgit artan bir ivmeyle “özgür yaşam” söylemine, pratiğine dahil oldu (Joost Jongerden ve Ahmet Hamdi Akkaya’nın değerli çalışmalarından[8] iz sürülebilir). Kayda değer bir toplumsallığı, bir tabanı olan “adanmış” bir hareket olduğu için eğreti durmadı ve durmuyor da. Bu, kendi başına “belletici” bir roldür. Başlıca ilham kaynağı da elbette Murray Bookchin idi. Onun o praksis vurgusu, tam da KÖH’de (Kürt Özgürlük Hareketi) kendisini bulan şeydir esasen; zaten o sayede anarşizmden komünalizme savrulmuştur Bookchin, denebilir ki yaşamının son 20 yılında. Neticede anarşizmin belki de kültürel bir alerjisi, içinde “belediye” geçen bir gündelik çabaya kendisini ait hissetmemesidir. Bu arada, ilginçtir, Bookchin, adaşı (Murray) Rothbard’ın Manhattan’daki evine bir ara (1960’larda) sıkça uğruyormuş ki, anarko-kapitalistlerin iddiasına göre bir cürüm işlemiş, bir kusur eylemiş de kovmuş onu Rothbard –malum, anarko-kapitalizmin öncü ismidir Rothbard. Neden, niçin; öğrenemedim. İşin magazinel boyutunu bir kenara koyalım, simgeselliğine odaklanalım. Reel sosyalizm oracıkta duruyor, yadsınması nâmümkün (Kronstadt ve “komutan” Troçki, vd.); ama pratikten ardına bakmadan kaçmak, risk averse takılmak da bir tür sinik sterilitedir işte. Rothbard’ın eşitlikçilik alerjisini alabildiğine “kültürel” yorumlamak yanlısıyım. Nedeni şu ki, bizzat bu denli ütopik bir ideolojinin öncü figürü olacaksın; bir yanıyla eşitlikçi bir ütopyaya gönül indiremeyeceksin: Tuhaf... Aziz Galeano’nun dediği gibi: “Ütopya ne içindir? İşte tam da bunun için, yani yürümek için.” Bir şeyi, bir önermeyi alıp hakikatin kendisi gibi sunma iddiası da bununla göbekten ilgilidir doğrusu. Anarşistler pek sevegelmiştir zira bu tarzı. Ne bileyim, PKK gibi tepeden-inme (“Önderlik paradigması”) kurgulayışlar değil ama Zapatista’lar pekâlâ sahiplenilir de, haddizatında bir özsavunmadan ibaret olan “zor”a (şiddet) gönül indirilmez. Lefebvre, tamam, “Gelecekte bir gün anarşist olabilmek için Marksistim,” demişti de, Mao da vakti zamanında anarşistti işte. Buradan yürünmez!
Tam da bu noktada bir parantez açarak, Lenin’in sosyalist mücadele tarihinde tetiklediği “kazanım”lara temas etmek gerekiyor. Elzem bir tanesi olarak “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) kodunun, Çin, Vietnam, Küba, Cezayir, Angola ve diğer coğrafyalarda ortaya çıkan pek çok sosyalist ulusal kurtuluş hareketinin, sömürge-karşıtı, post-kolonyal, beri yanda gayet de “sınıfsal” çıkışların fünyesini tutuşturduğu anımsanmalı, dahası unutulmamalı. Lenin’in bu katkısı, başlı başına bir yenilikti. Lenin gibi pratisyen, dahası pratiğin öğretmenliği ile verili teoriyi biteviye geri-besleyen öncü isimler, taşıyıcısı oldukları ideolojiyi yaşatır, sular ve günceller. Sözgelimi anarşist harekette tarihsel bir Lenin muadilinin -henüz- çıkmamış oluşu, bizleri, sosyalistleri, bu kez Queer siyaset gibi buram buram “can kokan” bir ötekilik/dışlanmışlık siyasasının yürütücü yeryüzü potansiyelini gene Marksistlere “belletebilecek” sair öncü isimlerin müstakbel ve ötelenmiş özlemine hapsediyor, ne yazık ki (bir yanıyla da, bereket ki). “Reel-politik” kisvesine tıkıştırılmış onca tarihsel vebalin ardından… Hatta ve hatta, reel sosyalizm deneyimleri şöyle dursun, Türkiye sol tarihinin 1960-1980 arası anekdotlarına aşina olanlar, o meyanda homofobi ve mizojininin astronomik boyutlarına ziyadesiyle tanık olmuşlardır da. Bugün, neyse ki daha farklı bir atmosferi solumaktayız; şöyle ki, eski Troçkist ve Yeni-Sol’cu Tarık Ali’den alıntıyla: “Ciddi tartışmaların ve fikir kavgalarının önünün tıkandığı, azınlık eğilimlerin kovulduğu, dışarı atıldığı bir siyasal örgütlenme tarzı… 1960’lı ve 1970’li yıllarda bu bir parodiydi, fakat günümüzde düpedüz şaka gibi”.[9] Yine sözgelimi, hiç değilse H. Hartmann’ın 1979 yılındaki o ufuk açıcı metninden (“mutsuz evlilik”)[10] sonra (bile) halen “kadın sorununun devrimden sonraya bırakılabileceğini” iddia edebilecek bir cüret, bizatihi diyalektiğin çölünde kavrulmaya mahkûmdur.
Pratiğin öğretmenliğine, yoksulluğun icbarına, sınıf kinine, insan tabiatının muhteris yapısına, dolayısıyla dışsal bir eşitlikçi zorlamayı gerektirdiğine, bunun özgürleştiriciliğine, verili hiyerarşininse hicabına inanmayı sürdüreceğim, ne olursa olsun. Düalitelerin, üstüne düşü(nü)lmeden “çoktan aşıldığı” zehabı, pratiğin kendisinde sınandığında çürüyüp yiter. Değil mi ki minder, pratiktir.[11] Balibar’ın politik denemelerini derlediği eserinde[12] yer alan ve kendisine kitabın başlığını égaliberté (eşitlik-özgürlük) koyduran yazıdaki önermenin besleyici motivasyonu da bundan başkası değildir.
* Coşkucan Özkul’a ve Aylime Aslı Demir’e müteşekkirim.
[1] Şuradan mülhem: E. R. Turan, “Bir Kartezyen Hastalık: Representatio” [tebliğ], Descartes Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü, Ankara, 12 Aralık 2012.
[2] Kısacası: Örgütsel şemalar, yetkinin kimde olduğu, dergide kimlerin yazacağı, kimin kimi temsil ettiği ve buna hakkı olup olmadığı gibi meseleleri masaya yatırmak ve buradan bir tür “kariyerizm”e savrulmak bir yanda; “düşman” karşısında çelikten bir yapı iskelesi kurup farklılıkları törpülemek, “adanmak” ve yaşamı araçsallaştırmak diğer yanda…
[3] Şükrü Argın, bilhassa illegal/yeraltı sol yapılardaki “bilimsel”lik kumkumalığını -haklı olarak- tiye alır.
[5] Bloch’un başyapıtı şudur: Umut İlkesi, Cilt 1-2, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim, 2011.
[6] Solun Türkiye özelinde “özgürlükçülük” alerjisi meşhurdur: “Reformist”, “liberal”, “revizyonist”, “karşı-devrimci”, “konformist”, “orta-yolcu”, “avantürist” veya görece mutedil bir ifade olarak “devrimci demokrat” gibi sayısız etiketlemelerin sicili ve farklı bağlamlarda, çoğu kere yerli-yersiz nüksetmesi hatırlardadır.
[7] Kavramı, kapitalist kültürün bir çıktısı olarak, bir yaldızlı “aldatıcı görüntü” olarak ele alır Benjamin ve Marx’ın yabancılaşma teorisine iliştirir. Bkz. Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, İstanbul: YKY, 2002.
[8] Başlıcası için bkz. J. Jongerden, A. H. Akkaya ve B. Şimşek, İsyandan İnşaya: Kürdistan Özgürlük Hareketi, Ankara: Dipnot, 2015.
[9] “Dünden Bugüne Troçki’yle Bağım” (söyleşi), Mesele, 46. sayı, Ekim-2010. New Left Review editörlerinden olan Tarık Ali, 1960’lı ve ‘70’li yıllar boyunca Troçkisttir ve söyleşide halen kendisini Troçkizan olarak addettiğini ifade eder.
[10] “The unhappy marriage of Marxism and feminism: towards a more progressive union”, Capital & Class 12(2): s. 1-33.
[11] Feuerbach üzerine yazılmış 8. Tez’i (1845) anımsa(t)malı: “Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar.”