“Cadı”lar ülkesi Türkiye’de gün geçmiyor ki erkek şiddetine maruz kalmış bir kadının ölüm haberi ile karşılaşmayalım. Çetelesi dahi tutulamaz seviyeye ulaşan kadına yönelik şiddet vakalarının ve kadın katliamlarının erkeklerce farklı şekillerde işlenişine de şahit olunca “Şu erkeklerin metodolojisi ne de zenginmiş!” hayretine kapılmadan da edemiyor insan. İstanbul’da bir belediye otobüsünde şort giydiği gerekçesiyle aklı gayet başında bir meczup tarafından tekmelenerek yaralanan Ayşegül Terzi olayı “namusuna düşkün” yurdum insanının babacan tavrını yer, zaman ve hangi kadına yönelik olduğu fark etmeksizin gösterebileceğinin bir göstergesiydi. Çünkü bu ülkedeki tüm kadınların namusu “normal” meczup erkeklerden sorulur. Hal böyle olunca da Terzi’yi yaralayan Abdullah Çakıroğlu’nun bir “testosteron” mağduru olduğunu da fark edebilmeliyiz! Başbakan Binali Yıldırım da böyle düşünüyor olacak ki, “Ben onun normal bir adam olduğunu düşünmüyorum. Normal biri değil. Çünkü normal bir insanın yapacağı bir iş değil yaptığı. Hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın…” deyivermiş.
Başbakanın “normal adamlar”a yönelik, kuralsızlık yapan kadınlara tepkinizi mırıldanarak gösterin tembihi de onun “babacan” tutumundan ileri gelir! Elinde köteği, kuralsızlıklarda bulunan kadınları sıra dayağından geçiren “babacan” toplumun eğitim bilinciyle anlam dünyası şekillenen başbakandan eleştirel bir patriarkal yorum da beklenemezdi doğrusu! Yıldırım’ın, “normal” erkeklerin başını sıvazlayan sözleri, Türkiye’nin ciddi bir sistemsel sorun içerisinde olduğuna işaret. Toplumsal cinsiyet sorunsalını anca, “erkeğe mavi, kız çocuğuna ise pembe gider” kadarıyla çözümleyebilmiş bir vizyondan gören zihniyet paternalizmi besler ve fazlasıyla da ertelemecidir. Toplumsal cinsiyet gerçeğine kafa yorularak ulaşılmış bir siyaset anlayışı ile hukuk sisteminden uzaklık şiddet ve taciz vakalarının, ilgili istatistik çalışmalarının elde edilen sonuçlarında gömülü bekletilmesine yol açar. Bekletildikçe çürümeye ve tüm toplumu rahatsız edecek kadar kokmaya başlayan bu mesele, siyaset ve hukuk erki tarafından faile giydirilen bir deli gömleği ile rahatlıkla da münferitleştirilir. Durum böyleyken de kadınlar, tüm sokak başlarını tutan “testosteron”u yükselmiş meczupların saldırılarına daha fazla uğramaya başlarlar.
Ve görünen o ki; Türkiye’nin sosyo-biyolojist siyasetçileri bu olayı da tıpkı diğer tüm şiddet olaylarında olduğu gibi , “saldırgan testosteron” iddiasıyla açıklama yoluna giderek sorunun içerisinden çıkma kolaycılığına daha çok kaçacaklar. Tüm bu “mırıldanmalar”, karnından konuşmalar da bu yüzden!
Halbuki şiddet ve saldırganlığın içgüdü veya herhangi bir içsel yönlendirmeyle ilişkili olmayıp, sosyokültürel koşulların şiddeti öğretip yönlendirdiği gerçeği hâsıl olunan bir gerçek. Türkiye’nin mayasını paternalizmden alan muhafazakâr siyaseti, sosyokültürel koşulları şiddet üreten bir zemin üzerine inşa ettirdiğinden toplumun büyük kesimi de kapasitesini şiddetle genişletir. Şiddet, toplumsal faktörlerin kışkırtması ile “öğrenilen şiddet”tir, dolayısıyla da değiştirilebilir bir gerçekliktir ancak Türkiye’deki şiddetin efendi-köle dikotomisini hayatın her alanında canlı tutmak adına kurumsal bir temeli olduğundan, şiddet olgusu varlığını güçlü bir şekilde korumaya devam eder. Şiddeti bir davranış biçimi olarak benimseyen toplumun eril göze hapsolan bakışı, toplumun dezavantajlı grupları üzerinde kurban arayışıyla dolaşır. Sonrasında ise tespit edilen “kurban”ın topyekûn itaatini elde tutmak için kurbana şiddetin her türlüsü yöneltilir. Eril gözün markajına en ilkin giren “kurban” kadınlardır.
"Eril Göz" kadın bedenini itaate hapseder
Kadın bedenini disipline edici bir işlev gören “eril göz”le amaçlanan, kadın bedeninin toplumda, erkek bakışlarının bir nesnesi olarak kabul görmesinin meşrulaştırılması ve bunun özendirilmesinin sağlanmasıdır.
“Eril göz” kadın bedenini itaatkâr duruma getirir. İtaatin gelişmesinin yolu ise ancak, erkeğe verilen görevin başarıyla tamamlanmasını sağlayan eril tahakküm sürecinden geçer. Erkeğin buradaki birincil görevi, “namusun korunması”dır. Fransız Sosyolog Pierre Bourdieu, “eril tahakkümün kuruluşunda ‘namusun korunması’ görevinin erkeklere verilmesi sayesinde erkeklerin gözetleme hakkının eril şiddeti meşrulaştıran önemli bir faktör olduğunu” vurgular. Böyle olunca da bir iktidar nesnesi haline getirilen kadın bedeni ile ilgili düzensiz, disipline gelmez, gizemli gibi değiştirilmesi zor görülen kalıp yargıların yerleri düzenli, disipline edilebilen, nötr gibi kalıp yargılarla değiştirilerek kadın bedeni kolayca müdahale edilebilen bir yapıya dönüştürülür. Bu durum da, kadınının kendi bedeni ile ilgili bir güvensizliğe alıştırılmasını olanaklı kılar. Eril tahakküm sürecinin ilerletilmesi için gerekli olan güvensizliğin yakalandığı noktada bir anafor oluşur ki anafora topyekûn itaatin başat unsurları olan kadınların sistematik biçimde ikincilleştirilmesi, ayrımcılığa uğratılarak sindirilmesi ve dışlanması dahil olunur. Burada ise her erkeğin istediği vakit kendine düşen payı alabildiği “ataerkil payı”ın bölüşümü başlar. Erkek egemen toplum, bu payın en büyük kısmını, hatırlayacak olursak eğer, “Cadı avları” döneminde, cadı suçlamasıyla yakılarak öldürülen kadın sayısı kadar almıştı. Disipline gelmez, kaotik ve gizemli özellikleri ile öfkeleri üzerine çeken bu bilge kadınlar, cadılık suçuyla acımasızca öldürülmüşlerdi. Genellikle evlenmemiş ya da eşleri ölmüş yaşlı ve bir şekilde sıra dışı özellikleri olan marjinal yaşayan bu kadınlar arasında hastalıkları teşhis etme ve iyileştirme melekesi olan hekimler, ebeler vardı. Bu olağandışı yetenekleri nedeniyle insanlar üzerinde toplumsal etkileri olan bilge kadınlar, Ortaçağ'da Avrupa’da ve Amerika’da Kilise tarafından heretic (sapkın) olarak nitelendirilerek engizisyon mahkemelerinde ölüm cezalarına mahkûm edildiler. Ancak Ortaçağ Avrupa’sında cadı mahkemelerine 1714 yılında son verilir. İdama mahkûm edilen son cadının ise Almanya’da Anna Swaegel olduğu kaydedilir.
“Eril gözün” hakimiyet alanlarını, sadece Avrupa coğrafyası ve onun bir dönemiyle ibaret tutarak anlatmak, konunun nesnelliğini zedeler kanımca. Bunun için küreyi dünyanın başka bir yerine doğru, Ortadoğu coğrafyasına döndürelim.
Avrupa’da uygulanmasına 1714 yılı itibarıyla son verilen cadı idamlarının pastişi, Ortadoğu’daki recm cezaları adı altında sürdürülüyor. İslâm hukukunda bir ceza yöntemi olan recm, zina suçlamasıyla yargılanan evli veya boşanmış kadının ya da erkeğin taşlanarak öldürülmeleridir. Bugün Ortadoğu ve Suudi Arabistan’da uzunca bir süre uygulanan, İran’da ise halen uygulanmaya devam edilen recmde kişi, bel hizasına kadar kazılan yerin içine konularak kalabalık tarafından ölünceye dek taşlanır. Recm edilenlerin büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bu cezalandırma sistemi de İslâmi argümanlara göre yorumlanarak yapılmış bir cadı avıdır. Kendisini kadının namusundan sorumlu tutan eril dinin, patriarkinin devamı için kadını, disipline etme ve itaati sağlamlaştırmak adına, ortadan kaldırdığı görülür.
Eril iktidarın inşasına, sadece bakılan ve sorgulanan bir nesne olduğu tanımıyla kabullendirilen kadın bedeninin disipline edilerek kontrol altına alınması ile başlayan süreç, farklı şiddet formlarıyla sürdürülüyor. Şiddetin bu, hem dönemsel olan ve hem de mekâna göre isim ve boyut değiştiren formları eril iktidarın devamlılığını sağlar. Eril iktidar her yerde ve farklı şekillerde karşımıza çıkabilir! Bazen Belçika’da idam edilen bir Beguineli “cadı” olarak, bazen İran’da recm edilen kadının dramında, bazen ise bir belediye otobüsünde Ayşegül Terzi’ye saldıran “normal” bir meczup olarak karşımıza çıkar. Ama bizler onu hayatımızdan çıkarmak için mırıldanmakla yetinmeyelim, haykıralım, arkasına bakmadan kaçacak denli onu kovalayalım! Hakiki bir heretic olmak bunu gerektir…