Çok uzun zamandır hasta tutsaklar için sürdürülen mücadeleler, hem ana akım dışındaki medyada hem de elbette sosyal medyada gündeme geliyor. Ölümün eşiğindeki tutsakların son günlerini sevdikleriyle birlikte geçirmesi gerektiğini söyleyen ama mücadelesi bürokrasiye takılan pek çok kişi var. Henüz on sekiz yaşındaki tutuklu Abdullah Akçay, 2010 yılında Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mahkûm Koğuşu’nda tek başına öldüğünde, durum buydu; bürokrasi. İnsan Hakları Derneği’nin “Cezaevlerinde Hasta Mahpuslar ve Sağlık Durumları” başlıklı raporu 2015 Aralık itibarıyla hasta mahkûmlar hakkında ayrıntılı bilgi veriyor. Yine İHD’nin 2015 Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Bilançosu “Cezaevlerinde Sağlık İhlalleri” maddesinin karşısında 825 rakamı yazılı. Bu ihlallerin neler olduğuna dair bazen bilgimiz oluyor, çoğu kez olmuyor. Ama sorunun sadece “bürokrasi” olmadığını tahmin edebiliriz.
En güncel haber, epilepsi hastası öğretmen Jiyan Öztürk’ün 7 Eylül’deki tahliyesi. Ancak bu arada açlık grevinde olan hasta tutsak Ergin Aktaş ve Sibel Çapraz’ı ziyaret eden Tutuklu Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu, Özgürlükçü Hukukçular Derneği, İnsan Hakları Derneği, HDP Hukuk ve Cezaevi Komisyonu üyesi Aysel Tuğluk ile HDP’den oluşan heyet, cezaevi gözlemlerini “insanlık onuru zedeleniyor” cümlesiyle ifade bulan bir içerikle aktardı. Ne Aktaş’ın ne de Çapraz’ın durumunda bir değişiklik, Adalet Bakanlığı’nın gündemindeymiş gibi görünmüyor. Ergin Aktaş’ın iki eli yok, Çapraz’ın bağırsakları dışarıda.
Hasta tutsaklık ya da tutsağın hastalıkları konusu, Aslı Erdoğan’ın gözaltı ve devam eden mahpusluğu boyunca hep gündemde oldu, hâlâ da –doğallığında, gündemde. Aslı Erdoğan, ÖHD’li avukat Nesrullah Oğuz aracılığıyla Cumhuriyet gazetesine verdiği söyleşide “Yaklaşık 10 yıldır bağırsaklarımla ilgili sorunum var. Pankreas ve sindirim sistemim çalışmıyor, buna karşın beş gündür ilaçlarım verilmiyor. Şeker hastasıyım ve diyabet aşamasına geçmek üzere. Özel bir beslenme gerekiyor ancak sadece yoğurt yiyebiliyorum. Uyumak zorunda olduğum yatağa idrar yapılmış. Astım ve KOAH hastası olmama rağmen hiç havalandırmaya çıkarılmadım. Vücudumda kalıcı hasarlar oluşturacak şekilde muamele yapıyorlar. İnatla direnmesem bu koşullara dayanamazdım,” diyordu (Aslı Erdoğan'ın hastalığı hakkındaki son sözü: "Ben bu kadınları görünce hastayım demeye utanıyorum." Kendisini ziyaret eden Eren Keskin'in aktarımıyla).
Bu, işkenceyi aktaran bir paragraf olmakla birlikte, diğer yandan da çok özel, çok kişisel bilgiler de içeren bir paragraf. Yıllardır süregelen hastalıklarından ve bu hastalıklar karşısında alınması lazım gelen tedbirlerden onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insana söz etme durumda olmak.
Vegan tutsak Osman Evcan’ın protein ihtiyacından söz etmesi de aynı derecede özel bir bilgi: “Cezaevi yönetimi, protein ihtiyacımı karşılayacak sebzeler vermeyerek işkence ve kötü muamele yasağını, vejetaryen olup olmadığımın tespiti için devlet hastanesine göndererek de din ve vicdan hürriyeti ile ayrımcılık yasağını ihlal ediyor.” Bir insanın, öğünlerinde mevsim sebze ve meyvesi tüketmeyi tercih ettiğini söylemesi -her ne kadar Evcan'ın vegan mücadelesi basit bir “diyet”e asla indirgenemez ve her adımıyla politik bir bilinç ve arzuyu ifade etse de- kişinin bedenine dair bir bilgiyi zorunlu olarak paylaşması anlamına geliyor.
Bir insanın, kamuya, tüm insanlara “özel” durumundan söz etmesi nedir? Özel-kamusal ayırımının çoktan bir belirsizlik mıntıkasına girdiğini hatırlayacak olursak, “bedene” ilişkin konuşmalar, hepimize bir bedenimiz olduğunu yeniden anımsatıp sonra da her birimize bazı sorumluluklar yüklemez mi? Başkalarının hastalıkları, yeme alışkanlıkları/tercihleri/zorunlulukları hakkında bir bilgiye sahip olmamızın anlamı sahiden nedir?
Önce, bu mutlaka bir direniş olmalıdır, çünkü şu ya da bu nedenle talep edilenler için mücadelenin sürdürüleceğine (“İnatla direnmesem bu koşullara dayanamazdım”) ve kolektif yükümlülüğe işaret eder (hasta tutsaklara özgürlük kampanyaları). Sonra tabii, tekrar ve tekrar özel olanın politikliğini hatırlatır bize (Osman Evcan'ın mücadelesi cezaevlerindeki tüm vegan, vejetaryen tutsaklar için kazanımlar sağladı; her ne kadar devlet Evcan'ın elde ettiği kazanımları her seferinde yok saymaya çalışsa da).
Peki, biz bu dili nasıl duyarız ve duyduğumuzda ne hissederiz?
İçinde tebdil-i kıyafet dolaştığımız bir yaşamımız olduğunu hatırlattığı ve çıplak hayatın kendisine olan sorumluluğumuzdan kaçamayacağımızı gösterdiği için rahatsız oluruz, belki? Kendi evimizdeyken bile sırtımızın inatla üşüdüğünü hatırlayıp bir koğuşta sürekli üşüyen bir bedenle ne yapacağımızı düşünürüz belki?
Cezaevlerinde bağlamlarından koparılmış bedenler ve hayatlar var. Ve buna rağmen, yani bağlamıyla tüm ilişkisi kesilmiş olduğu, görülebilir/saptanabilir tüm bileşenlerinden koparıldığı halde, bedenin kendi ihtiyaçlarını anlatan bir dili var. Cezaevindeki bir insanın hastalıklarından ve ihtiyaçlarından konuşuyor olması sırf bu yüzden bile sistem için can sıkıcı değil midir? Ama bununla birlikte kendi bağlamını hâlâ koruduğunu düşünen “kalanlar” için de belki en azından sarsıcıdır? Çünkü hepimize bir kez daha, bedenin hatırlamayı sürdürdüğünü anımsatır.
Hastalıklar, sadece hapishanenin değil, dilin de sınırlarını ihlal edebilecek güçte ve direngenlikte. Kapalı bir yerden çıkıp hepimizi sarsıyor çünkü. Mücadeleyi nereden kuracağımızı bile yeniden ve yeniden düşündürüyor.