I. Ankara’dan, merkezde yer alıp da taşra olan, olabilen bir yerden yola çıkarak bozkırın daha da bozlaşacağı bir mekâna doğru ilerliyorsun. Basitçe, gezip görmekten gayrı gayen yok. Her şeyin aynılaştığı bir yerde, ilgini çekecek bir şeyin çıkmaması ihtimalini düşünüyorsun. Çünkü, “labirentlerin en beterinde, silindikçe oluşan bir labirentte, çöle benzer bir yerde, bozkırda[sın].”[i] Fakat, labirentin aslında o kadar tekdüze olmadığı gerçeğini unutuyorsun. Kirli, dışarıyı zar zor gösteren bir camın ardında ilgini çeken bir şeyler fark ediyorsun ilerledikçe. “Labirenti labirent yapan şey, bir amacı olmasıdır,” diye mırıldanıyorsun. Her labirent, o labirentten çıkışı, içerisinde bulunanlara amaç olarak dayatır. Amaçsız bir labirent düşünülemez. Senin labirentinde, çıkış yolunun üzerinden mobiletler geçiyor.
II. Fotoğrafta, fotoğrafçının bir aynadan, camdan yansıması “Bu imge başka bir mekân ve zamanda var oldu; ben onu yalnızca gördüm,” ve hatta, içinde bulunulan arabanın bir parçası görünüyorsa “Geçerken gördüm,” demektir. Fotoğrafa konu olan nesne ya da özne için bir süre olan şey, fotoğrafçı için bir andır. Geçip gitmiştir, fotoğrafçı ona yalnızca bir anlığına dahil olabilmiştir. Peşinden sürüklediği zamanına ufak bir halka daha eklemiştir. Bu halka, bahsedilen nesne ya da özne için pek de önemli değildir. Alışılagelmişin, tekdüzeliğin içinde, onun yapısını oluşturan bir durumdur. Bu durum, dışarıdan birisi için özel bir hal alıp fotoğraflanmaya değer görülmüştür. Nedir bu ânı farklı kılan? Ulus Baker, Deleuze üzerine yaptığı bir yorumda her ayrıcalıklı-ânın aslında bir herhangi-an olduğundan bahseder.[ii] Doğası gereği, bir âna ayrıcalıklı-an diyebilmemiz için, onun herhangi-anlar tarafından çevrelenmiş olması gerekir. Bu da bir yer değiştirme ya da hareket tahayyül etmek anlamına gelir: Anlar arası geçiş. Bozkır ise hareketsizliğiyle tanımlanabilecek bir mekân. Ona bağlı olarak düşünebileceğimiz zaman da dar bir çevrim halinde. Dolayısıyla herhangi bir yer değiştirme, bir ânı ayrıcalıklı an yapmak için yeterli olabiliyor. Yoldan geçen her mobilet, arabanın içindeki fotoğrafçıya, Sovyet çölünde kına kına tozu dağıtan bir kahraman gibi görünüyor.
III. Oktay Rifat’ın Danaburnu adlı romanını anımsıyorum. “İnce Minare’nin orada, kasabın, köşe yapan bakkalın, sütçünün, kahvenin çevrelediği el kadar alanda belki de dirseklerine dek motor yağına batmış, bozuk bir motosikleti onarmaya çalışıyordu. İki büklümdü ve götünü caminin kubbesine doğru dikmiş burnundan soluyordu…”[iii] Derken senin fotoğrafların çıkageliyor. Taşrayı böyle güzel betimleyen bir anlatıcının sözlerini not aldığım defterin içine fotoğraflarının hayalî imgeleri de yerleşiyor. Bu fotoğraflar üzerine düşündükçe Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu (2014) filminin kamera arkası görüntüleri geliyor aklıma. Yönetmen, Aydın rolünü oynayan Haluk Bilginer’e “Motosiklet değil, küçük bir motosiklet de,” diyor, “Çünkü kasabalılarda hep mobilet olur ya…” Sen de benzer bir bakışla, ilk olarak bu mobiletleri fark ediyorsun. Etrafta onca kayaç oluşumu, mağara, taş ev, şelale dururken, önemli olan şey bozkırın durağanlığını delmeye çalışan, mekânın çoğu zaman en hızlı cisimleri olan mobiletler oluyor. Borges’in sözlerine uyup -ki şöyle yazar “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” adlı öyküsünde: “Tlön bir labirenttir kuşkusuz; ama insanlar tarafından kurulmuş ve insanlar tarafından çözülmesi gereken bir labirenttir.”[iv]- kendine o uçsuz bucaksız labirent içinde, bir labirent daha yaratıyor ve mobiletleri çıkış yolundaki ipuçları olarak belirliyorsun.
[i] Arslan, U. (Ed.). 2012. Bir Kapıdan Gireceksin: Türkiye Sineması Üzerine Denemeler. İstanbul: Metis.
[ii] Baker, U. (2013). Beyin Ekran. İstanbul: Birikim.
[iii] Rifat, O. (2014). Danaburnu. İstanbul: YKY.
[iv] Borges, J.L. (2012). Ficciones: Hayaller ve Hikâyeler. Çev. Tomris Uyar ve Fatih Özgüven, İstanbul: İletişim.
Fotoğraflar: Deniz Karagül